1. gün
Yavaşça etrafımda döndüm. Loş ışıkta, bir odada olduğumu anlayabilmiştim ancak. Dört tarafı kapalı, ne bir pencere ne de bir kapı vardı. En azından el yordamıyla yaptığım yoklamalarda bunları bulamamıştım. Uyandığımdan beri burada ne işim olduğunu ve nasıl geldiğimi kendi kendime sorguluyor, bir yandan da çıkış yolu aramaya devam ediyordum.
Her zaman olduğu gibi gece vakti biricik karımla birlikte uyumaya hazırlanıp yatağa girmiştim. Çok derin ve de bir o kadar dinlendirici olarak uykumdan uyandığım vakit karımı yanımda bulamayınca ilk önce tuvalete veya mutfağa su içmeye gittiğini sanmıştım. Çünkü etraf hâlâ karanlıktı, sabah olmamıştı. Bir süre geçtikten sonra karımın geri dönmeyince ister istemez seslenmiş ve sesimin yankı yapmasını garipsemiştim. İşte daha sonra nerede olduğumu fark edip çözümler aramaya başladım.
Ya da hâlâ uyuyor ve kötü bir rüya görüyordum.
İşine giden, bazen sıkılsa da mutlu mesut hayatına devam eden bir adamın bu odada, kendi yatağında karısı olmaksınız ne işi olabilirdi? İşte ben bunları sorguluyordum. Şaşırma bölümlerini bitirmiş, endişe etme sürecini geçmiş ve kendi kendime, umutsuz gelecek için sıkıntıya kapılmamam gerektiğini söylemiştim. Tüm bunları yaptığım meditasyonlar sayesinde bastırdım. Karımın bana zorla yaptırdığı o ilginç şekiller ve düşünce biçimleri ile bazı şeyleri gerçek anlamda beynimin derin köşelerine itebiliyor, onları düşünmeksizin kendimi o anki durumun gerçekçiliğine odaklayabiliyordum. Hoş istediğim kadar odaklayayım, ne işe yarayacaktı ki?! Ne bir pencere, ne de bir çıkış kapısı… Buradan çıkışım olmayacaktı.
2. gün
Fark etmeden yatağımda uyuyakalmışım. Uyandığımda herhangi bir değişiklik olmamıştı. Yine loş bir ışık ve yine dört tarafı geçit vermeyen duvarlar… Artık bu durumun bir rüya olma olasılığı gittikçe azalıyordu. Çünkü uyuduğum sırada çok ilginç rüyalar görüyor ama bu tür rüyalardan bir o kadar da haz alıyordum. Uyandığımda rüyalardan aldığım hazzı biliyor fakat ne tür rüyalar gördüğümü ne kadar düşünsem de hatırlayamıyordum.
Yatağım ve kol saatimle birlikte sanırım burada kısılı kalmıştık. Aptal kafam! Kısılı kalmıştık “sanırım” da ne demek? Kısılı kalmışsın işte daha ne konuşuyorsun!
3. gün
Yatağımda yine uyuyakalmışım. Ve uyuyakaldığımı yine fark etmemişim. Fark ettiğim, hayatım boyunca kendimi bildim bileli uykumdan uyandığım zaman dingin ve dinlenmiş olarak sadece bu üç seferde anlayabilmişim gibi geldi. Üzerimden hiçbir zaman eksik olmayan o rehavet, en sevdiğim tartışma konularında dahi bir anda gelen durdurulamaz esnemeler ve yorgunluk ile alakalı bilumum tesirler… Fakat artık sıkılmaya başlamıştım. Kendimi ne kadar dingin hissedersem hissedeyim yirmi metre karelik etrafı tamamen duvarlarla çevrili bir odada hiçbir şey yapamıyordum, uyumaktan başka. Bari etrafta bir iki kitap olaydı!
4. gün
Fark etmeden uyuyup uyandığımda, daha saniye geçmeden bir şeyin farkına vardım. Dört gündür bu yerdeydim ve daha bir kez bile değil açlık, susuzluk bile hissetmemiştim. Çişim dahi gelmemişti. Nasıl bir cehennemdi burası böyle!
5. gün
Uyandığımda kafamı yastığımdan kaldırmaya dahi üşendim. Zaten yapacak bir şey olmadığından yastığa başımı gömüp durmak en iyisiydi. Neyse ki kol saatim vardı, yoksa günlerin geçtiğini bile anlayamayacaktım.
Bu arada beş gündür banyo yapmadığımı, ama vücudumun tek bir yerinden herhangi bir kötü koku gelmediğini söylemiş miydim?
6. gün
Uyandım. Uyandım ama gözümü bile açmadım. Lanet odanın loş ışıkta görünmesine rağmen her santimetrekaresini ezberlemiştim. Gözüm kapalı olduğu vakit karımı ve dış dünyayı düşünebiliyor, hayaller kurabiliyordum en azından. Hem zaten kokmuyordum, çişim de gelmiyordu ve acıkmıyordum. Okuyacak tek bir kâğıt bile yoktu. Sadece yatağım ve ben.
7. gün
Buraya sıkışalı bir hafta olmuştu. Karımın bensiz ne hallerde olduğunu merak etmeye başladım. Merak ettikçe içimde bulunan endişe duygusu kabarmaya başladı. Ama hayır, böyle yaparsam bu duvarlar içerisinde çıldırmam için birkaç gün yeterli olurdu. Hemen meditasyon yöntemlerine başvurdum.
8. gün
Meditasyonun canı cehenneme.
9. gün
Uyudum. Uyandım.
10. gün
On gündür bulunduğum bir odanın içerisindeki hava nasıl temiz olur diye merak ettim. Lakin çişim bile gelmiyorken ve bir damlacık da olsa su hissiyatı çekmiyorken, odanın havasının tazeliği miydi sadece garip olan?
11. gün
Uyandığımda, yorganımın üzerinde bir kâğıt buldum. Bu kadar günün ardından böyle bir şey olması beni şok etmişti! İçten içe titreyerek kâğıdı elime aldım. Normal bir kareli defterin sayfasından koparılmış yapraktı. Üstünde çok ince yazılmış ve neredeyse okunmayacak derecede silik bir yazı vardı.
Normalde böyle bir yazıyı bırakın okumaya çalışmak, önemli dahi olsa umursamazdım bile. Fakat şimdi böyle bir zamanda ve böyle bir yerde elimde sanki define haritası varmış gibi bakıyordum kağıda. Kısa bir uğraştan sonra yazılanları çözdüm;
“Karın şu anda çok iyi.
Patronun da.
Peki ya sen iyi misin?”
12. gün
Aslında amacım uyumamak ve kâğıtta yazılan şeyi çözmekti. Lakin ister istemez kendimi yine yatağımda, kâğıdı da aynen dün olduğu gibi yorganımın üstünde buldum uyanırken.
Nasıl bir oyundu bu? Hiçbir şey anlayamamış, hiçbir şey düşünememiştim. Karımın iyi olması güzel bir şeydi, patronumun iyi olması da güzel bir şeydi ama neden bunu yazmıştı? Ve neden bana nasıl olduğumu sormuştu. Yazan her kimse, bundan haberdar olmalıydı. Bu işin içinde bir bit yeniği vardı ya… dur bakalım.
15. gün
Üç gündür üç satırlık bir yazıyı çözmeye uğraşıyordum. O yazıdan sonra herhangi bir şey olmamıştı. Birçok şey denemiştim. Duvarlara doğru “İYİYİM!” diye bağırmıştım mesela. Sonrasında kâğıdı dudaklarıma götürerek tekrar bağırmıştım. Kalbimin üzerine kâğıdı koyarak içten içe iyi olduğumu düşünmüştüm. Ama hiçbir şey olmamıştı. Hatta dün kâğıdı sinirden yırtmıştım. Ama bugün uyandığımda kâğıt yine eski haliyle, sanki hiçbir şey olmamış gibi yorganımın üzerindeydi.
17. gün
Aklıma çok ilginç bir fikir gelmişti. Evet bunu denemeliydim. İstemeye istemeye sağ işaret parmağımın ucunu dişlerimin arasına götürdüm ve var gücümle ısırdım. İnanılmaz bir acı kapladı bedenimi. Bu kadar günlük yaşadığım dinginlikten sonra birden bire böyle bir acının gelmesi ile tüm vücudum sarsılmıştı. Ama istediğimi de elde etmiştim. Parmağım kanıyordu. Ilık kan yavaş yavaş damardan yüzeye doğru çıkıyordu.
Kâğıda hemen kötü bir şekilde de olsa “İyiyim.” sözcüğünü karaladım ve başparmağımı emerek beklemeye başladım. Uzun bir süre bekledim.
Yine hiçbir şey olmamıştı. Hayal kırıklığı…
18. gün
Uyandım ve kâğıt yine üzerimdeydi. Derin bir of çektim. Kâğıt parçasını elime aldım. İlk başta bakmaya bile tenezzül etmeyecektim fakat yazıların her zamankinden daha koyu bir şekilde olması bir anda dikkatimi çekti ve tüm duyularım oraya yöneldi.
Bu kâğıt farklıydı.
Üzerinde şunlar yazılıydı.
“İyi olmana sevindim.
Karın da.
Patronun da.”
İnanılmaz bir şeydi. Karım da, patronum da iyi olmama sevinmişlerdi. Sanki ben uyurken bir posta güvercini gelmiş bu bilgiyi onlara aktarmış onlar da cevap olarak böyle bir şey yazmışlardı.
Onlar da…
Ama onlar ya da o kimdi?
Sanırım parmağımın tekrar kanama vakti gelmişti…
19. gün
Bir önceki gün yanıt olarak yazmış olduğum “Peki sen kimsin?” sorusunun cevabının geldiğini hissederek heyecanla zıpladım yatağımdan. Evet, yeni bir kâğıt gelmişti. Diğerlerinden daha koyu olarak yazılmıştı ve üzerinde şu kelimeler vardı.
“Ben kısaca CADI.
Cellâdın.
Aynan.
Dadın.
Işığın.”
Cadı mı? İçimi ister istemez bir korku kapladı. Her kim bunu yazıyorsa bana cellâdım ve aynam olduğunu yazmıştı. Fakat bunun yanında dadı ve ışık kelimeleri de geçiyordu. Peki, ne demekti bu? Sanırım cevabı öğrenmenin sadece bir yolu vardı.
Tüm vücudumun bir ısırık nedeniyle titremesi iyi bir şey değildi.
20. gün
Yeni bir kâğıt daha gelmişti. Artık daha belirgin, daha okunaklıydı ve şunlar yazıyordu.
“Bu sadece bir oyun.
Canı sıkılmış bir CADI tarafından hazırlanan.
Uyu işte rahatına bak.
Karı dırdırından, patron belasından uzak.”
Ne saçmalıyordu bu! Karımın dırdırından da patronumdan da herhangi bir memnuniyetsizliğim yoktu. Koskocaman dünyada bula bula beni mi bulmuştu bu karı? Karı diyordum çünkü kendisinin CADI olduğunu söylemişti. Hangi kafayı yemiş bir insan bu şekilde saçmalıklar yapardı ki? Hoş, şu anki durumun normal bildiğimiz dünyayla pek alakası yoktuysa da olsun. Bu yerden gitmek istiyordum.
21. gün
Dinginliğin de canı cehenneme! Bu odadan bir an önce çıkmak ve gitmek istiyordum.
Ve vücudumda, elimi kanatmanın vermiş olduğu acıyla bir titreme oluştu. Kâğıda şunları yazdım; “Buradan nasıl çıkabilirim?”
22. gün
Kâğıtta yazılanları okuyunca acaba bir daha herhangi bir şey yazmasam mı diye düşündüm. Çünkü halen her cevap bir öncekine göre daha koyu ve belirgin olmanın yanı sıra beraberinde daha da fazla soru getiriyordu. Gelen cevap şöyleydi;
“Ne yapacaksın buradan çıkıp.
Karınla mı buluşacaksın?
Yoksa patronunla mı?
Düşüncelere dal azıcık.”
Geçmiş yirmi gün boyunca yeteri kadar düşüncelere dalmıştım zaten, daha ne düşünecektim. Bu Cadı yellozu benimle dalga mı geçiyordu?
23. gün
Düşüncelere dalmıştım. Elimde bir önceki gelen kâğıt parçası duruyordu. Bu Cadı denen kişi ne ifade etmeye çalışıyordu. Sonuçta karım ve patronum dışına beni merak eden ya da benim merak ettiğim birçok kişi vardı dış dünyada. Ailemden tutunda en yakın arkadaşlarıma kadar. Fakat gelen bilgilerde, sadece patronum ve karımdan bahsediyor, farklı sorular sorsam dahi cevapların içinde bu iki isim geçiyordu.
Yoksa? Yoksa…
24. gün
Kâğıda herhangi bir şey yazmamış olmama rağmen uyandığım vakit, yorganımın üzerinde daha farklı duruyordu. Daha bir koyu, daha bir kızıl. Ve orada şunlar yazılıydı:
“Şimdi anlamaya başladın.
Sevgiline selam söylememi ister misin?
Ya da patronuna?”
25. gün
Delirecektim. Emindim, kesinlikle delirecektim. Patronum ve karım… Nasıl olur bu!? Nasıl olabilir? Karım, patronumla daha tanışmamıştı bile! Üzerimdeki önceden yaşamış olduğum rehavet bu kadar mı uyuşturabilirdi beni? Nasıl olur da fark etmemiştim, fark edememiştim…
26. gün
Yeni bir kâğıt daha gelmişti. Ve üzerinde sadece tek bir kelime yazıyordu. “Işığın.”
Artık anlıyordum. O kadar da salak değildim. Bu Cadı, her kimse bana ışık tutmuştu.
27. gün
Bir kâğıt daha. Üzerinde yazılan ise; “Dadın.”
Evet, yaklaşık bir ay boyunca bu Cadı bana dadılık etmişti. Karnım hiçbir zaman acıkmamış, tuvalet ihtiyacını hiç duymamış ve hiç uyumadığım kadar huzurlu ve dingin uyumuştum. Neredeyse bir ay boyunca…
28. gün
Gelen kâğıtta “Cellâdın,” yazıyordu. Peki bu ne demekti acaba? Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Hayattaydım, hissedebiliyor – düşünebiliyordum. Neden cellât kelimesini kullanmıştı ki?
29. gün
Aynı kâğıt yine yorganımın üzerindeydi. Yine “Cellâdı,” yazıyordu. Herhangi bir değişiklik yoktu. Demek ki bunun ne olduğu çözmem gerekiyordu.
İlerleyen saatlerde düşünmekten beynim bulanmış ve başıma ağrılar girmişti. Huzuru ve baş ağrısını bir arada yaşamak oldukça ilginç bir deneyimdi. Kollarımı kafamın arkasında birleştirip, başımı yukarı doğru kaldırıp tavana göz gezdirmeye başladım.
Ve sonra anladım.
Burası bir mezardı.
Bir mezarlık…
34. gün
Beş gün boyunca kaya değer hiçbir şey olmamışken, uyandığım vakit yorganımın üzerinde yine bir kâğıt vardı. Ama bu diğerlerinden farklıydı. Her zaman beyaz olan kâğıt parçalarından değildi. Rengi tamamıyla koyu kırmızı tonlarındaydı. Ve üzerinde inanılmaz derecede parlak beyaz bir renkle şu sözler yazılmıştı; “Aynan.”
Birkaç gündür bu durum benim aklıma takılmıştı. Çünkü bu sıralamada bir sapma oluşmuştu. Daha önceki kâğıtta yazmış olduğu sıralamada, verdiği bilgiler sondan başa doğru geliyordu. Fakat dadıdan sonra ayna gelmesi gerekirken birden cellâda geçmişti. Ayrıca ayna kelimesi cellâdı bildikten hemen sonraki gün değil, birkaç gün sonra gelmişti.
Ne olabilirdi, ne olabilirdi?..
36. gün
İki gündür düşünüyor fakat mantıklı bir şey bulamıyordum. Birkaç şey denedim, hatta kendi kendimi bu denediğim şeyin doğru olduğuna inandırmaya çalıştım. Ama olmuyordu, içimde sanki benden ayrıymış gibi duran bir parça tahminlerimin yanlış olduğu söylüyordu. Nihayetinde yataktan kalktığımda “Aynan,” yazan kâğıt yorganımın üzerinde durmaya devam ediyordu.
39. gün
Artık bu ayna meselesini fazla dert etmeyip aklıma farklı şeyler getiriyordum. Değişik şeyler düşünmeye çalışsam da, sonunda hep karım ve patronuma geliyordum. Nasıl olabilirdi, nasıl yapabilirlerdi bir türlü anlayamıyordum.
40. gün
Karım ve patronum arasında yaşananlar beni gittikçe çılgına çeviriyordu. Düşünmek için sonsuz bir zamanım olduğundan ve pek tabii düşünmekten başka yapacak bir şeyim olmadığından ister istemez aklım oraya kayıyordu.
Karım, patronum ve şu kelimeler arasında ilişki kurmaya çalışıyordum. Cadı her kimse bana ışık tutmuş, düşünmem için sonsuz dingilik içerisinde bir zaman bahşetmiş ve beni bu mezara kapatmıştı.
Bir dakika.
Mezara mı kapatmıştı?
Sanırım anlamıştım.
Anlamıştım…
41. gün
Yorganımın üzerinde yeni bir kâğıt vardı. Bu sefer siyah bir kâğıttı.
“Sonunda çözdün demek.
Şimdi ne yapacaksın?”
Evet çözmüştüm. Tam kırk bir gün olmuştu. Kırk bir gün. Kırk bir gündür yaptığım tek şey kendimle konuşmaktı.
Beynimde var olanları gün yüzüne çıkarmaktı. Aptal meditasyon yöntemlerinin yapamadığını yapmaktı.
Yaptığım ise aynaya bakmaktı. Kendime bakmaktı…
Sır perdesi sonunda çözülmüştü.
Çişim gelmiyordu, acıkmıyordum, susuzluk hissetmiyordum, hiçbir zaman olmadığım kadar dingindim. Ve bunların tek bir nedeni vardı.
Ölmüştüm.
Karım beni yatağımızda zehirlemişti. Biricik karım, daha tanımadığını bile sandığım patronumla olabilmek için beni zehirlemişti.
Beni sonsuzluğa yollamıştı. İçimdeki huzur duygusu kırk bir gün boyunca ilk defa öfkeye dönüşüyordu.
Ben bunları düşünürken odanın tavanın tam ortasında koyu kırmızı ve siyah karışımı daha önce benzerine hiç rastlamadığım bir ışık huzmesi belirdi. Daire şeklinde kendi etrafında dönen bu ışık huzmesinin içinden koyu kırmızı ve siyahın karşımı olan bir kâğıt düştü.
Odanın ortasına doğru yürüdüm ve kâğıdı aldım. Okudum. Okudum ve gülümsedim. Çünkü şunlar yazılıydı.
“İntikamını almaya hazır mısın?”
Hazırdım.
Epey ilginç olmuş gerçekten. Gerçi daha etkileyici ve dolu bir şey bekliyordum itiraf edeyim ama ne şartlar altında yazdığını biliyorum öykülerini, o yüzden zorlamayacağmım. (Ama dahi anlamında de ayrı yazılır hani:P)
Bir de 6 Gezgin’e göndermeler sezdim sanki, sahi öyle bir öykün vardı senin ya 🙂
Devamı olacak sanırım. Mezardan Çıkıp intikam alacak bir cani, çok çekici bir konu vuv.
Enteresan olmuş. Değişik bir anlatım tarzı, değişik bir cadı.
Ortalarına geldiğimde sonunu tahmin etmiş olsam da bu beni okumaktan alıkoyamadı.
Sana ne desem bilemiyorum. O kadar işinin arasında kalk bir de bu öyküyü yazacak vakit bul. Ellerin dert görmesin…
Selamlar Hakan Abi,
Arkadaşların da dediği gibi, farklı bir öykü olmuş bu gerçekten. Değişik bir üslup, Özgür’ün değindiği -da’larda problem var. Amerikanvari “Canı cehenneme!” kalıbı da rahatsızlık uyandırdı bende.
Olumsuz başladım, ancak olumlu şeyler olumsuzların hayli üstüne çıkıyor. Özellikle de yazdığın ortam göz önüne alınırsa, mazur görülebilir tabii ki. : )
İlgi çekici bir konu, karakterin düşünce tarzı hoşuma gitti. Olayları çözüş şekli ve senin de yarattığın bulmacalar keyifliydi. Özellikle “ayna” tanımlamasını çok sevdim.
Uzunluğunu iyi ayarlamışsın, sıkıcılıktan uzak, akıcı bir dil var. Bu son, daha çok benden beklenirdi. 😛 Açıkçası ben sonuna kadar bunu kabul edememiştim. Ama iyi bitirmişsin, ‘Bay Deus Ex’ olmadan da başarılı finaller yazabiliyormuşsun demek ki. : )
Tebrik ederim, kalemine sağlık.
Hakan Abi, hikayeni okudum ve çok beğendim. Diğer yorumlarda da olduğu gibi -da larda problem var. Ama benim için o kadar önemli değil. Kurgu bakımından güzel bir hikaye olmuş.
Bir sorum olacak ek olarak bir intikam hikayesi de yazacak mısın? Yazarsan ben keyifle okurum. Ayrıca ellerin dert görmesin.