Borr’dan olma Bestla’dan doğma Odin ve onun şürekâsı, Şekip’ten olma Nazife’den doğma Fikret’in hayatına girdiklerinde, dünya çoktan şirazesinden çıkmıştı. Kötülük, iyiliği sürekli surette sırtından bıçaklıyor, iyilikse taş atana ekmek atma felsefesinden bir gıdım taviz vermiyordu. Bu da kişisel kaosuma zemin hazırladı tabii. Eh, neticede ne Thor gibi yarı tanrı ne Loki gibi buz deviydim; hamuru topraktan karılmış bir ölümlüydüm. Merak etmeyin, hâlâ öyleyim ama bu Viking devlerinin hayatıma nasıl dahil olduğunu açıklamıyor. Doğru tahmin, ben Fikret. Bir şey daha; devler tamamen gerçek.
* * *
Önce ben, sonra onlar… Hep böyle olur. Ne zaman bir cinayet işlesem, ceset daha soğumamışken, daha kan damarlardan çekilmeden biterler köşe başında. Uzayan gölgeleri gördüğüm anda hemen bir kuytuya saklanır –kimi zaman bir çöp konteyneri kimi zaman park etmiş bir araba arkası- izlerim olacakları. Kaç kişi olduklarını tam olarak söyleyemem. Bazen tek oluyor, bazen çok. Leş kargaları, akbabalar ve yamyamlar, vakit kaybetmeyi sevmeyen sabırsız canlılar. İşte, karga tulumba çevirdiler adamı. Hangi adamı mı? Kendisini katledişimin üzerinden yarım saatin bile geçmediği ayyaş Bekir’i. Zavallı Bekir! Sonun böyle mi olacaktı? Eminim bir yamyamın dişleri arasında baldırını, kollarını görseydin, uyluk kemiğinle ladese tutuştuklarını hele, “Ben ettim siz etmeyin” derdin. Ah sen ettin Bekir, hem de neler ettin! Değil uyluk kemiğin leğen kemiğini dahi ayırsalar kılımı kıpırdatmam senin için. Bir kere kıpırdattım ve sen öldün.
Bekir ilk değil. Son da olmayacak. Hani eskiler gariban babası derlerdi, benimki de o hesap. Garibanı kolluyorum. Yöntemim belki doğru değil; gerçi on iki leşten sonra yöntemin de canı cehenneme diyorsun. Beni yargılarsa bir Allah yargılar. Kullarıyla işim olmaz. Hem yakalanmam mümkün değil zaten. Kusursuz cinayet mi işliyorum? Benim kıt aklım nasıl hesap etsin onu? Tek başına bulduğum anda indiriyorum adamı aşağı. Asıl benden sonra başlıyor her şey. Geliyorlar hemen. Üşüşüyorlar sinek gibi cesedin başına, hapır hupur yiyorlar oracıkta. Cesetten geriye kemik kırıntısı, et döküntüsü, saç kılı bile kalmıyor. Öldürdüğüm adamın karısı altı ay sonra gidiyor polise kocam kayıp diye. Şenlikler eskiden kırk gün kırk gece sürermiş, artık altı ay sürüyor!
Rüstem Efendi vardı, geçen ay çöktüm tepesine. Yer misin yemez misin, artık Allah ne verdiyse. Adama öyle bir yumruk indirdim ki finalde, tek gözü fırladı yuvasından, düştü benim pabucun üstüne. Efendi dedim ama sanılmasın efendi iyi biri. Deyyusun tekiydi, efendiliği dışarıyaydı. Karısı Gülfidan’ı günaşırı döverdi, iyiliği oydu işte. Bir gün döver, ertesi güne zavallı kadın anca toparlanır, sabahına tekrar döverdi kadını. Kadın o kadar kanıksamış ki dayağı, komşularına bile gülerek anlatırmış. Çayını yudumlarmış bir yandan, bir yandan da “Eli kırılasıca, bu sefer gözüme fena vurdu. Kaç kere diyorum yüzüme vurma diye. Ama herif işte, dinlemez tabi. “ deyip gülermiş. Dünyanın dönmekten beyni sulanmış olmalıydı, üstünde yaşayan canlıların da. Hadi olmaz ya Gülfidan abla dayağa bağışıklık kazandı, iyi kötü yaşıyor öyle. Ya çocuklar? Yazık değil mi onlara? En çok onlar için yaptım bunu. Babasız büyüyecekler derseniz, dayaksız büyüyecekler derim, bozuşuruz bak.
Ohh, Bekir’i ne de güzel yiyorlar, canım çekti. Şöyle güzel bir but yesem ben de. Amaan giderim bir tavukçuya ver bakayım oradan bir çevirme derim, oh mis. Yanına da ekşi ayran. Bekir’in kayış gibi etini kemirsin dursun yamyamlar. Ne de olsa sabaha Bekir’den geriye toz bile kalmayacak. Diğerlerinde de öyle oldu. Doğrusu polisin işini hiç kolaylaştırmıyordu yamyamlar! İlk cinayetimin üstünden üç yıl geçti. O ve diğerleri kayıtlarda “kayıp” vakası olarak kaldı. İş bitirici yamyamlar sağ olsun. Bir de Nezaket tabi. Nezaket de iş bitirici lâkin yamyam değil. Kardeşim Nezaket’in ağzı çok gevşektir, ne duyarsa anlatır. Kapı kapı da gezer işte. Koca mağduru kadınları anlatır da anlatır, asla evlenmeyeceğini de ekler her birinin peşine. Evlenecek elbet, kısmeti çıkınca. Nezaket’e fiske vuracak olanın pekmezini akıtırım, o ayrı.
Ne demiştim sahi? Hah, ilk cinayetim… Aradan geçen üç yıla rağmen daha dün gibi. Kasap Mutlu, iki sokak aşağımızda oturuyordu. Arada kahveye maç izlemeye geliyordu hem kahveden hem ayda bir sefer aldığımız iki kilo kıymadan biliyordum kendisini. Hoş, Nezaket dedim ya sağ olsun, eteğinde bir sürü dedikoduyla gelirdi eve. Kim ne almış, kimin kızı evlenmiş, damat bey ne iş yapıyormuş hepsini bilir. Nilgün ablayı da o söyledi işte. Adıyla zıt bir adamdı Kasap Mutlu. Mutsuzdu bir kere. Mutlu adam karısını niye iki kez hastanelik etsin? Kadın utancından dayağı hep inkâr etmiş ama aynı kadın milletinin gözünden kaçar mı? “Besbelli dayak yiyor” demişti Nezaket. “Öyle de iyi bir kadın ki, yazık çok yazık valla” Hemen o anda öldürme isteği doğmadı içime tabii. Her gün duyduğumuz şeylerdi bunlar. Biraz bela okur, unutur giderdik. Ben de unutmuştum tâ ki kasaba yolum düşene kadar. Annem kadıncağız “Oğlum, seversin akşama biber doldurayım, şöyle bol kıymalı“ deyince almak bana düştü zira Nezaket dedikodu günündeydi haftanın diğer dört günü olduğu gibi. Kasaba gittiğimde bas bas bağırıyordu, “Ben sana evde sorarım”lar havada uçuşuyordu, ne vakit ki beni fark etti mutsuz Mutlu herifi, kibarlaştı birden. Zavallı kadıncağız da yediği azarla çıktı dükkândan başı önde. Bir kadına baktım, utançtan ölecekti; utanması gerekene baktım hindi gibi kabarıyordu, elinde et tokmağı eti bir güzel dövüyordu. Bir an gayriihtiyari tokmağı kendi elimde hayal ettim. Tezgâhta da mutsuz Mutlu’nun kafası. Hemen silkelendim. Kıymamı alıp çıktım dükkândan.
Eve gittim, anacığım bir güzel yaptı dolmaları, yedik afiyetle. O günün gecesinde rüyama girdi gündüz aklıma üşüşen sahne. O kadar gerçekçiydi ki hoplayarak uyandım uykudan. Ellerime baktım hemen. Kan yoktu. Ama ellerimde Mutlu’nun sıcak kanının olduğuna yemin edebilirdim. Öyle hissediyordum göremesem de. Uyandıktan sonra bir daha uyuyamadım. O günün ve gecenin ardından Nezaket anlatmaya devam etti yine. Tetikleyicim bir nevi Nezaket olmuştu ama bu benim bir katil olduğum gerçeğini değiştirebilir mi? Elbette hayır. Belki de katil doğmuştum ben. Kaderim buydu. Hani derler ya, geç gelen adalet, adalet değildir diye. Ben sadece adaletin zamanında gelmesine çalışıyorum. Zaman çok değişti. Adam kadını yol ortasında dövüyor da ses çıkaramıyor kimse. Mizacım yumuşaktır benim, öyle esip gürleyemem asla. Bırak insanı, böceği bile öldüremem. Öldüremezdim demek daha doğru olur tabi. Üç yıldan beri hiç olmadığım bir şeye dönüşüyorum, hâlâ devam ediyor ve ne kadar süreceğini de bilmiyorum. İşbirlikçim yamyamlar olduğu sürece ne kadar süreceğinin de bir önemi yok esasında. Nasıl olsa kötülük hiç durmayacak, adalet hep geç gelecek ve güçlü zayıfı her zaman ezecek. Doğanın kanunu bu.
Neyse, siz boş verin bunu şimdi. Mutlu’yu diyordum nasıl öldürdüm? Tam iki ay izledim onu. Kafamda hiçbir plan hiçbir niyet yoktu ama nasıl oluyorsa her gün kasabın civarında dolanıyorken buluyordum kendimi. Sadece uzaktan izlemekle kalmıyordum, kasap her gün günlük yumurta da getiriyordu dükkâna ben de o bahaneyle sık sık yumurta alıyordum ondan. Yine bir gün üç yumurtamı almış poşete koyuyordum ki bir genç girdi dükkâna “Koş Mutlu abi, yenge evde ne varsa camdan atıyor” dedi, kasap belinde önlüğü fırladı dışarı. Ben de peşinden. Ev birkaç bina ötedeydi. Zavallı kadın büyük ihtimal sinir krizi geçiriyordu. Sokakta çamaşır yığını oluşmuştu küçük çapta. Adam koşarak binaya girdi, ben yine peşinden. Allahtan binadakiler tuttular da evden içeri giremedi adam. Kadın da bir süre sonra atmayı durdurdu. Birkaç komşu da sokağa atılanları topladı. Kasap Mutlu ağzından köpükler saça saça, geri döndü dükkâna. “Ben sana yapacağımı bilirim” diyordu sürekli. Ne yapacağını ben de anlamıştım, oradaki diğerleri de. Ya öldüresiye dövecek ya harbiden öldürecekti. Sanırım şeytan işte tam o anda, Kasap Mutlu söylenirken yerleşti zihnime, serdi postunu ve oturdu. İplerimi eline aldı ve dedi “O karısını öldürmeden sen onu öldür”. Şeytana uydum tüm katiller gibi. O gece Kasap Mutlu dükkânı kapattı ama hemen eve gitmedi. Biraz kahvede takıldı, sonra köşedeki büfeden aslan sütünü aldı. Sokak boştu neredeyse. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur insanları evlere hapsetmişti. O da saçak altlarından yürüye yürüye evine gitmeye çalışıyordu. Arkasından seslendim. Önce duymadı. Sesimi yükseltip tekrar seslendim “Bakar mısınız?” Arkasını döndü. İyice yaklaştım. “Ne var?” dedi sert sert. “Buralarda taksi durağı var mı?” dedim, yüzümü iyice sarmıştım kafası da dalgındı demek ki, tanımadı beni. Tarif etmeye başladı. Tam istediğim kıvamdaydı, çok az zamanım vardı. Yapacaksam hemen yapmalıydım. Montumun cebinden çıkardığım gibi şah damarından zımbaladım kasabı. Fırladım hemen. Biraz ilerideki bir arabanın yanına çömelip onu izledim. Yere düştüğünü gördüm. Tahminimce ölmüştü.
Ne yapmıştım ben? Korkmaya başlamıştım, hem de hiç korkmadığım kadar. Hapislerde çürüyecektim. Ne için? Karısına hayatı zindan eden mahalle kasabını öldürdüğüm için. Demezler miydi “Sana ne be adam!” diye? Annemin, Nezaket’in yüzüne nasıl bakacaktım? İşte ben tüm bu düşüncelerle kıvranırken bir baktım birkaç karaltı geldi kasabın başına. Yağmurun şiddetinden gelenleri tam seçemiyordum. Kaçmam gerekti bunu iliklerime kadar hissediyordum ama bir şey, belki de iplerimi elinde tutan şeytan engel oldu bana. Kaçamadım ve gördüm. O karartılar –insana da pek benzetemedim zira çok uzunlardı ve boynuzları vardı- az önce öldürdüğüm kasabı yemeye başlamışlardı. Uyanamadığım bir kâbusun içindeydim sanki. Rahmetli kasabın kolu bacağı havada uçuşuyordu. Her şey birkaç dakika içinde oldu. Karartılar duvarın dibinden süzüle süzüle uzaklaştılar görüş mesafemden. Gittiklerine ikna olduktan sonra koşarak kasabı öldürdüğüm yere gittim. Kasap Mutlu’dan geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Aklımı kaçırmak üzereydim. Nasıl yaptım nasıl gittim bilmiyorum birden evin daire kapısında buldum kendimi. Anahtarla açtım kapıyı. Ses çıkarmamaya özen göstererek doğruca banyoya gittim. Sıcak bir duş aldım. Ellerimi sabunla, şampuanla hatta çamaşır suyuyla yıkadım ama hâlâ kan kokuyordum. Öyle yorgundum ki, tek isteğim hiçbir şey düşünmeden başımı yastığa koyup uyumaktı. Öyle de oldu. Deliksiz uyumuştum. Sabah yataktan korkuyla fırladım. Ekmek alma bahanesiyle attım kendimi dışarı. Doğruca kasaba gittim. Hâlâ açılmamıştı. Adamı öldürdüğüm yere gittim. Hiçbir iz yoktu. Hayat sanki dün gece orada bir cinayet işlenmemiş gibi tüm rutinliğiyle akmaya devam ediyordu. Demek ki gece gördüğüm o şeyler, gerçektiler. İlk birkaç ay çalan her zile korkuyla sıçradım, polis gelip beni götürecek diye. Suçumun bir cezası vardı evet ama ortada ceset yoksa suçlu da olamazdım. Tüm bunları biliyordum ama korkuma da engel olamıyordum. Sonra bir gün, Nezaket’i annemle konuşurken duydum. Kasabın karısının, kocası kaybolduğundan beri daha bir güzelleştiğini, daha bir neşelendiğini anlatıyordu. Demek mutluydu kadın, sonunda! Demek ben, bir fayda sağlamıştım birilerine. Güzel bir duyguydu bu. Sonra ikinci cinayet geldi, ardından üçüncü, dördüncü. Kurbanlarımı hep mahallemizden seçmiyordum. Artık gözlerimi dört açmıştım, iyice bir ön araştırma ve hazırlık yaptıktan sonra profesyonel bir katil gibi alıyordum kurbanın canını. İlk cinayetimin ardından kendilerine yamyam dediğim o karartılar, ben işimi bitirdikten hemen sonra gelip cesedi yiyorlardı. Bütün dünyayı bu şekilde temizleyebilirdim onlar olduğu sürece.
İşte, Bekir de yok oldu. Yamyamlar karınlarını bir güzel doyurdu yine benim sayemde. Bazen aklıma bir soru üşüşüyor acaba diyorum bu yamyam adını taktığım karartılar, boynuzlu gölgeler her ne iseler başka cinayetlerden sonra da böyle ceset yiyorlar mıydı? Ben tek olamazdım herhalde, onları gören hatta onları doyuran. İlk cinayetimde cesedi yemeselerdi büyük ihtimal hapisteydim şimdi. Ama yediler. İkinci cinayeti biraz da onlara güvenerek işlemiştim, güvenimi boşa çıkarmadılar sağ olsunlar.
Bekir de yendiğine göre artık şu arabanın arkasından çıkayım. Gecikirsem annem merak edebilir. Şu kağıt da nereden geldi? Bir şeyler yazıyor üstünde:
“Tankut Bıçkın. 40 yaşında. Evlenip boşanmış. Eski karısını, kendisinin tekrar evlenme teklifini reddettiği için sokak ortasında bıçaklamış. Kadın komada. Kurtulma ihtimali az da olsa var. Eski koca kaçak. Saklandığı adres aşağıda yazılı. Onu bul ve öldür. Gerisini merak etme, her zamanki gibi…
İmza: Yüce Norn’un Hizmetkârları ”
Başımı kaldırıyorum. Sokak lambasının ışığı karşı binaya hafifçe vuruyor. Uzayan bir gölge –boynuzlu başıyla- yavaşça köşeyi dönüyor. Cevabımı beklemiyor, zaten soru da sormuyor. Ne demişti “her zamanki gibi”… Teminatımı da aldığıma göre, “Hanımların dikkatine: Ölüm makinesi ayağınıza geldi. Döveni, söveni, vuranı, keseni alınır, beş dakikada halledilir ve hiç teslim edilmez” Slogan da tamam, ee artık level atlama zamanı. Haksız mıyım?
* * *
“Amma attın be Fiko, Ziya’yı geçtin.”
“Ne yani, olamaz mı? Hem fantastik yazmıyor muyuz, al işte sana fantastik ve bilim kurgu bir arada.”
“Bilim kurgu mu? Ciddi misin sen?”
“Vikingleri zaman yolcusu yaptım, fena mı? Tanrıçaların muhafızları olan Vikingler, çaresiz kadınları korumak için günümüze geliyorlar, kocaları ortadan kaldırarak adaleti sağlıyorlar.”
“Yamyamlık yaparak mı?”
“Ee aynısını yazsam mitoloji olur. Yaratıcılığımı konuşturuyorum ki edebiyat olsun.”
“Başkahraman da sensin tabii. Anti-kahraman…”
“Yani… Kahramanlık vasıflarına haiz olduğumu düşünüyorum. Zeki, yakışıklı, atletik…”
“Atletik mi? Yüz elli kiloyla mı? Yatır baksın tependen Fiko. Saçmalamayı kes de git bi’ çay koy.”
“Amaan sen de!”
Özgür’e söylesem beni topa tutar ama öyküye bir de yatır mı eklesem acaba, iyice bir karışsın ortalık. Dur bi’ çay koyayım önce.
son
Öncelikle eline sağlık yine kendine has tarzını konuşturmuşsun 🙂 espirili tarzına aşina olduğum için sonunda nasıl bir sürpriz var acaba bu kez diye; merakla bir çırpıda okudum.
Eleştirilerim şöyle; karakterimiz ilk cinayetini işlerken biraz daha beceriksiz olabilirdi bence ve son kısımda ucundan köşesinden senin de değindiğin gibi vikinglerin öyküye kattığı artı bir değer yok. Tabi ki bu da bir yöntem ama temayı iyi kullanmadığını düşünüyorum.
Ve son olarakta 8 mart kadınlar gününüzü tekrar kutlayıp, kadına şiddete hayır diyorum 😉 sonraki seçkilerde görüşmek üzere…
Merhaba;
Öncelikle teşekkür ederim yorumunuz için.
Karakter ilk cinayetini işlerken çok becerikli miydi bilmiyorum ama bunun hazırlığını yaptığını anlattım öyküde. Kendi sorgulamaları da var bununla ilgili.
Viking temasına gelince: (Savunma amaçlı değil açıklayıcı bir anlatım :))
Aslında bu öykümü yazmıştım, yamyamlı olarak hikayem hazırdı. Sonra temanın Viking olduğunu gördüm. Şöyle düşündüm: Ben Viking temalı bir öykü, yani öykünün merkezinde Vikinglerin olduğu bir öykü yazamam. Çünkü savaş ve tarih konusunu sevmiyorum ve sevmediğim bir türde iyi bir öykü çıkaramam. Ee o zaman ne yapmalıyım? Farklılık… Öyküme bir çerçeve yaparım Vikinglerin dahil olduğu ve bu öykümün kurgusunu oluşturur. Tema ne olursa olsun benim önceliğim öykünün güzel olmasıdır; temayı merkeze almak ikinci plânda. Zira temayı merkeze almış ama güzel yazılmamış bir öyküden keyif alamam ama temayı tam merkeze almasa da güzel yazılmış bir öyküden çok keyif alabilirim. Yani nitelik ön plânda benim beğeni algıma göre. Farklılık bir de; hani Viking deyince herkesin aklına gelenler aşağı yukarı aynı. Ama kadın savaşçı koyarsın, Vikingleri uzaya çıkarırsın bu farklılık olur ve güzel işlenirse çok da leziz öykü olur.
Ben bu öyküde mesajından anlaşıldığı üzere çaresiz kadınları işledim. Kendilerini kurtaracak süper kahraman arayan kadınları… Tek kurtuluşun ölüm olduğu hikayeler vardır gerçek hayatta. Vikingler burada devreye girdiler zaman yolcusu olarak. İskandinav mitolojisinde Norn ortak adı altında üç tanrıça var ve bunların görevleri arasında adaleti sağlamak da var. Öykümdeki Vikinglerin de öyküdeki konumları bu: Kadınları koruyan tanrıçaların hizmetkârları.
Mizahı çok sevdiğim için kalemim o yöne gidiyor genelde.
Şöyle de bir şey var; ben seçkideki tüm öykülerimde temayı merkeze almadım. Bilenler bilir Hitchcock’un (çok severim) “mcguffin” kullanımını. Hani öyküyü başlatır, ama öykü içinde merkez o değildir aslında. Yani öykü onun üzerine kurulu değildir. Ben de o tarz kullanıyorum temayı.
Son olarak Vikinglerin artı kattığı değer; cesetleri yemeleri. Bundan güzel katkı mı olur 🙂
Merhabalar. Kadına şiddet maalesef ki… Hatta şiddet şirin bir söz günümüz yaşantısında. Söylemek istediklerinizi gayet güzel ifade ettiğinizi düşünüyorum. Ve de öykünün baş karakterinin erkek olması, hatta kadın olmaması diyeyim çok büyük incelik. Sadece bunu yaparak bile bir fikir aşılamış oldunuz. Ellerinize sağlık diyorum.
Merhaba;
Teşekkür ederim güzel yorumunuz için.
Ana karakterin erkek olması bir nevi ironi aslında. Şiddeti uygulayan da erkekler sonuçta.
“Vikingleri zaman yolcusu yaptım, fena mı? Tanrıçaların muhafızları olan Vikingler, çaresiz kadınları korumak için günümüze geliyorlar, kocaları ortadan kaldırarak adaleti sağlıyorlar.”
Zaman yolcusu muhafızlar olan Vikinglerin çaresiz kadınları korumak zorunda olmadıkları, ya da daha doğrusu çaresiz kadınların olmadığı bir ülkemiz olmasını isterdim, istiyorum, isteyeceğim. Çok güzel bir öykü. Viking olmasa belki daha da iyi olurmuş diye düşündüm. Ellerine, yüreğine sağlık.
Düdük konusunda senden neşeli bir öykü bekliyorum nedense:)
Merhaba;
Dileklerini paylaşıyorum. Öykümü beğenmene sevindim. Viking meselesine gelince; bir üstteki yorumda öykünün yazılış aşamasını anlatacağım 🙂
“Düdük” teması enteresan ve zor bir tema. Yazabilir miyim hiç bilmiyorum. Bu aralar okuduğum öykü kitapları hep dramatik, hep bi’ hisli. Tam hüzünlü bir öykü yazmayı düşünürken yeni tema şaşırttı beni. Bakalım 🙂
Merhaba. Güzel bir öykü olmuş elinize sağlık. Öykünün başlarındaki gerilim ve korku içeren atmosfer sonrasında ki fantastik kurguyla güzelce işlenmiş. Vikinglerin kadına şiddetin arttığı bir zamanda çözüm olarak kurgulanması bence güzel bir fikir olmuş, hatta ilk paragrafta ki girişle Fikret’in Odin tarafından seçilmesinin bir süper kahramanlık başlangıcı olacağını bile düşünüyorum. Bu öykünün de Fikret’in süper kahramanlığının köken başlangıç hikayesi olabileceği gibi bir kurguda kafamda bir an canlandı; tabi bu sadece benim düşüncem. Fakat Odin ve yandaşlarının sadece ona göründüğü ve aynı dertlerden mustarip olan kişileri seçerek onunla bağlantıya geçmeleri bence fantastik bir yetenek, geriye sadece Fikret’e bir kostüm ve gösterişli bir isim kalıyor. Ayrıca bende, siz ve bütün kadınların, Kadınlar Gününü kutluyorum. Şiddetin ve istismarın zihinlerden atıldığı bir gelecek diliyorum. Kaleminize sağlık.
Merhaba;
Öykümü beğenmenize sevindim. Güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
Evet, dediğiniz gibi Fikret karakteri bir süper kahraman aslında çaresiz(!) kadınlar için.
Gelecek dileğiniz içinse koca bir “keşke” diyorum.
Merhaba, güzel anlamlı ve mesaj içeren bir öykü kaleme almışsınız beğendim. Maalesef kadına şiddet bir gerçek ve bu gerçeği öykü içine yedirerek bize iletmenizi anlamlı ve güzel olmuş. Yazar toplumun yarasına ayna olur ve onu tüm çıplaklığıyla gösterir. Bunu öykünüzde başarmışsınız. Eğlenceli ve güzel bir dille hedefi vurmuşsunuz. Ellerinize, yüreğinize ve kaleminize sağlık. Umarım şimdiden itibaren kadınların hem fiziksel hem de zihinsel şiddete uğramadan güzel yıllar görmelerini dilerim. Gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle esen kalın.
Merhaba;
Öykümü beğenmenize sevindim ve teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Dilekleriniz inşallah gerçek olur ne diyeyim 🙂
Hani “güldürürken düşündüren” denir ya, öyle bir şeyler yazmaya çalıştım. Aslında baştan aşağıya hiciv dolu bir öykü bu.
Betimlemeleriniz ve kaleminiz ne kadar etkileyici…Elinize sağlık.Yazmaya devam edin lütfen,bizi mahrum bırakmayın yazılarınızdan! =)
Merhaba;
Teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Öykümü beğenmenize sevindim. Mahrum bırakmak 🙂 Estağfirullah diyeyim; o mertebeye daha çook var 🙂
Merhabalar, öykünüze bayıldım. Küçük bir çocuk iken bir taciz sahnesi ile karşılaşmıştım, bir apartmanımızın önünde. Pencereden görmüştüm, öyle dışarıdan bile izlemek dehşet verici iken yaşayanların ruh hallerini hayal bile edemeyiz. Ama her şeyden öte anlattığınız hikaye biz okuyucuları aşırı tatmin etti; o vahşet, kan, alınamayan intikamların alınması… Keşke tatmin etmeseydi, keşke intikama gerek kalmadan, kişinin kendi adaletini sağlamak zorunda bırakılmadan, hukuk sistemi hakkı ile cezalandırmayı başarabilse… Üzücü ve her daim gündemde tutulması gereken bir konu. Yazım tarzınıza ithafen ise çok beğendimi söylemeliyim. İlk kez bir öykünüzü okudum ve ilk fırsatta eski hikâyelerinize de göz atacağım. Ellerinize sağlık, kaleminize kuvvet.
Merhaba;
Teşekkür ederim güzel sözleriniz için ve öykümü beğenmenize sevindim.
“Kadınlar insandır, biz insanoğlu” diyen Neşet Ertaş’ı da rahmetle analım buradan; bu mesaj yüklü öykümün akabinde…
Harika! Harika! Ohh, Harika!
Ve, merhaba 🙂 böyle alelacele yoruma başladığım için kusura bakma. Ama, o kadar güzeldi ki… Anlattığı şeyin güzelliğini geçtim, yaptığı temellendirmesi ve bunu verişi… Harika!
Bir yerde harf basım hatası gördüm sanırım. Not alamadığım için buradan belirtemeyeceğim. Onun dışında hiç mi hiç bir sorunu yok öykünün.
Sadece, minik bir kıskançlığımı belirterek kocaman olacağını umduğum bir övgümü dillendireceğim. Öykü yazmaya başladığım zamanlarda burada kurduklarına benzer cümleler kuruyordum. Devrik mi denir, kafiyeli mi denir, “şiirsel” mi denir, artık orasını bilemem. Arkadaşlarım derdi öyle. İyi cümleler değillerdi ve anlatımım berbattı ama gelişiyordu. Sonra, bir gün, çok kalp kırıcı bir yorum aldım ve tüm o cümleler gitti. Artık alabildiğine “kurallı” yazabiliyorum sadece. Kıskandığım nokta, bu bahsettiğim “bir saray ozanına yakışır” anlatımı ustalıkla kotarmış olman. Alkışlarım ulaşıyor olsa, alkışlıyor olurdum. Ama, ulaşmadığı halde alkışlıyorum!
Emin değilim ama bir öykünü ilk defa okuyorum sanırım. Bundan böyle, seni takip etmeye çalışacağım.
Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle 🙂
Ah, unutmadan notu: Karakterin kağıdı bulduğu sahneyi okuduğumda biraz “amatörce yerleştirilmiş” olarak gördüm. Hem kendi başına bir paragrafı olmaması hem de doğrudan konuya dalması bakımından. Ama, sanırım, öykünün sonunu da düşününce, “USTACA” bir hamleydi. Yeniden tebrik ederim.
Bu öyküyü herhangi bir “kadın kuruluşu”na göndermeyi düşündün mü? Bir feminist gazetesi veya kadın hakları savunuculuğu yapan herhangi bir yer… Bunu yapmaya hakkım olduğuna emin olsam, senin yerine ben yapacaktım çünkü. Bence sen yap 🙂
Merhaba;
Öncelikle teşekkür ederim güzel yorumunuz için ve öykümü beğenmenize sevindim.
Öykümü bir yere göndermeyi düşünmedim açıkçası. Bu seçkide, bu platformda kalması taraftarıyım. Burayı bir nevi Ölü Ozanlar Derneği’nin öykü ayağı olarak görüyorum. Bu öykü de -güzelse- bu ortamda güzel.
Anlatımıma gelince; saray ozanı gibi bir dili kimi hikayelerimde kullanıyorum ama bu öyküde daha çok sohbet dili kullanmaya çalıştım, elbette biraz sanatsal anlatımdan faydalandım düz metin olmaması için. Ama dediğim gibi, şairane üslup önceki öykülerimde var. Dili etkili kullanmayı seviyorum. Şiir de yazdığım için illaki diğer metinlerime de sirayet ediyordur.
Öykümde bir harf hatası dışında muhakkak hatalar vardır, kesinlikle kusursuz yâhut ustaca olduğunu düşünmüyorum. Hele ki bu ay seçkide birbirinden güzel öyküler varken.
Tekrar teşekkür ederim güzel sözleriniz için.
Çok güzel yazılmış bir öykü bu öykü geliştirilse bir çizgi roman veya öykü serisi çıkabilir .
Merhaba;
Teşekkür ederim güzel yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
Bu öykümü aslında öykü de yayınlayan bir çizgi roman dergisi için yazmıştım. Ama birkaç ay geçip de geri dönüş yapmadıkları için ben de öyküme eklemeler yaparak -üst yorumda belirttiğim gibi- Viking teması için uygun hale getirdim öyküyü. Bu haliyle de seçkinin bir parçası oldu.