900. Gün
Ben, ben sanırım delirmeye başladım. Zihnim karmakarışık. Artık aklımı nitelikli olarak kullanabildiğimi sanmıyorum. Ben yere düştüm ve saatlerce oradan kalkmadım. Ve saatlerdir bir şey yemedim. Belki on beş saat. Karnım acıkmadı ki! Kendimi toparlamalıyım. Nasıl yapacağımı biliyorum.
Ruhsal olarak tükendim. Ve böylece bedenim de tükendi. Güçlü bir nefes darlığı çekiyorum. Bu lanet mekiğin havası bana yaramıyor artık. Bacaklarım… Onlar incecikler. Neredeyse altı aydır rutin egzersizlerimi uygulamıyorum. Yapmalıydım. Yer çekimi dünyaya göre yüzde otuz daha az bu gezegende. Kaslarım, kemiklerim günden güne eriyor. Ama içimde hiçbir şeyi yapacak güç bulamıyorum. Nefes alamıyorum. Uyayamıyorum. Bu lanet gezegenden gitmek istiyorum. Gitmenin mümkün olmadığını biliyorum. Ama gitmeliyim. Bir şekilde gitmeliyim işte. Hepimiz öleceğiz değil mi? Bu ortak sonumuz değil mi? Belki de…
Üç senedir burada olmalıyım. Samanyolu’na yakın, kendi güneşi olan bir gezegendeyim. Tıpkı kendi gezegenimiz çevresindeki uyum burada da var. Gezegenler, uydular ve bulunduğum Corvus gezegeninde tıpkı dünyamıza benzeyen bir atmosfer ve yaşamın kaynağı su ve o suyun içinde mayalanmış hücreler… Yaradılışın en başında buraya geldim. Her şey var bu lanet gezegende ama ağaçlardan meyve koparıp yemek için belki de 300 milyon sene beklemem lazım. Oysa artık burada geçirilen bir saate bile tahammül edemiyorum.
İnsanlığın aradığı gezegen burası. Buradaki yaşamı hızlandırabiliriz. Kendi DNA ve botanik bilimimiz ile Corvus’u hızlandırılmış bir şekilde canlandırabiliriz. Fakat iletişimim yok. Dünya ile iletişim kuramıyorum. Burada hayat var beyler bayanlar diyemiyorum. İnsanlığın asırlardır aradığı şeyi buldum ve medeniyetten ışık yıllarınca uzakta olduğum için bu müjdeyi veremiyorum. Ne şans lan!
Bu saman tadındaki yemekleri yemekten o kadar bıktım ki! Neredeyse bir aydır ağzıma pek bir şey koyamıyorum. Fasulye, patates ve tatsız türlüyü yemekten midem bulanıyor. Sanırım benim yaşamaya niyetim yok. Bir bahane ile ölmeye çalışıyorum. Evet sanırım bu yüzden egzersizlerimi yapmıyor ve yemek yemiyorum. Sanırım ben ölmek istiyorum.
923. Gün
Mekiğin penceresinden bakıyorum. Uzun yıllardır manzaram bu. Kahverengi ovalar, kahverengi tepeler… 30 Km. kuzeyde uçsuz bucaksız bir su birikintisi var. İçerisinde balıklar yok ama pıpkı dünyamızın oluşumundaki gibi volkanik tüflerin oluşturduğu zengin mineral bacaları mevcut. Planktonlar doğmuş. Dünyamızdakilerden biraz daha farklı. Onlar nasıl bir yaradılışın temeli olabilir bilemiyoruz. Yetkin bir şekilde inceleyebilecek donanıma sahip değiliz. Burada ufak koloniler kurabilirdik. Ama ne yazık. Bunu sadece ben biliyorum.
Keşke havada bu kadar yoğun karbondioksit olmasaydı da; derin nefesler alarak uzun yürüyüşler yapabilseydim. Ama imkanı yok. Evet, şu kıyafetler olmadan, derin nefesler alarak gezebilsem bu gezegeni… Kalan oksijeni mekiğin içinde kullanıyorum. Uzun zamandır dışarı çıkmıyorum.
938. Gün
“Görüyor musun babası! Kızın Cara artık yürüyen bir canavar.”
“Görüyorum aşkım. Gerçekten yürüyor.”
“Corvus’ta böyle canavarlar var mıdır acaba? Minik ve vahşi… Seni sevdiğimizi ve özlediğimizi biliyorsun değil mi? Çok ama çok seviyoruz. Çocukların seni çok özledi. Lütfen çabuk dön yakışıklı kaşifim.”
Hüngür hüngür ağlıyorum. Her gün bu ritüeli tekrar ediyorum. Eşimden gelen bu son videoyu her gün izledim. Son iki senedir her bir saniyesinde gözyaşı döktüm. Bir aileniz var. Sizi sevdiklerinizi biliyorsunuz. Onlar yaşıyor, siz yaşıyorsunuz ama onları bir daha asla görme imkanınız yok.
940. Gün
“Oksijen alarmı! Lütfen tahliye işlemlerine başlayın!”
Bu otomatik alarmı bir haftadır duyuyorum. Birkaç günlük oksijenim var. Sona yaklaştığımı biliyordum. En azından kendi ellerimden olmayacak. Bu yalnızlık, bu çaresizlik ancak ölümü hak ediyor.
Akşam kendime iyi bir yemek hazırladım. Birkaç paket kalmış kuru pirzola etlerini oksijenim tükenene kadar bitirmeyi planlıyorum. Ve ellerime aldığımda içimi garip bir ürpertiye gark eden o şişe. Corvus gezegenine ayak bastığımızda bir şişe açmıştık. Ve güvenli bir tahliyede açılmak üzere bir şişe daha 1960’lardan bir Fransız şarabı. İşte gerçek bir yemek diye buna derim ben.
“Oksijen alarmı! Lütfen tahliye işlemlerine başlayın!”
Evet, evet tatlım… Bu kadar narin bir kadının sesinden ölüm zamanınızın hatırlatılması ne kadar da ironik. Bu hayatımda duyduğum en güvenilir, en bilge kadın sesi. Üzgünüm tatlım! Bir yere gidemiyorum. Burada son saatlerimi geçiriyorum.
941. Gün
Mekiğin oksijen verimini düşürdüm. Belki bana birkaç saat kazandırır. Korkuyorum ve üşüyorum. Bu saatten sonra, bunca yalnızlıktan sonra ölümden korkacağımı düşünmezdim. Ama korkuyorum ve üşüyorum.
Dışarıda kozmik bir fırtına var. Mekiğimi sallıyor. Hiç zamanı değildi. Beni huzursuz ediyor. Huzurluca ölmek isterdim. Birkaç saat uyumalı ve güzel bir akşam yemeği daha yemeliyim.
Dört saat uykudan sonra bütün lüks yemek malzemelerimi Corvus’un kurak manzarasını izleyebildiğim mekiğin ön penceresindeki ufak masaya yerleştirdim. Kuru pirzola etleri, ikiyüz senelik şarabım ve romantik ölüm yalnızlığım. Müzik yok. Arkada çocuklarım ve karımın kayıtları çalıyor. Ağlamıyorum. Uzun zaman oldu. Bensizliğe alışmışlardır. Yeni bir hayat kurmuşlardır bile. Çünkü geri dönme umudum yok. Buraya bir kurtarma ekibi yollayamazlar ne de olsa. Evrenin en pahalı warp iticilerini yeniden inşa etmeleri 30 senelerini alır. Sıkıştırılmış madenler yüzünden bu kadar uzun sürer. Yoksa teknolojimiz var. Ya da her neyse. Siktir edin. Ben bu güneş batmayan gezegende, bu sondan bir önceki gecemin tadını aptalca umutlarla harcamak istemiyorum.
“Oksijen alarmı! Lütfen tahliye işlemlerine başlayın!”
“Şerefe Tatlım.”
Kapı çalıyor. Rüzgardan olmalı. Corvus’un son şakası. Önce bu gezegene bizi hapsetti. Sonra arkadaşlarımı ölürdü. Şimdi son anlarımda bir umut şakası ile kapımı çalıyor.
Birkaç dakika geçtikten sonra sistemli bir şekilde kapıya çarpan şey beni ürkütmüştü. Kapıyı açamam. Bunun için tahliye kapısında iki üç saatlik oksijenimi daha tüketirim. Ama bu rahatsız edici sesle beraber ölmekte istemiyorum.
Bir saniye… Penceremde… Penceremin önünde biri var. Astronot kıyafetiyle. Aman Allah’ım! İki kadehten fazla içmedim ki! Bana kapıyı işaret ediyor. Kımıldayamıyorum çünkü dehşete düştüm. Şimdi yüzünü yakınlaştırdı. Başlığının içinden ‘kapıyı aç’ dediğini anlayabiliyorum. Kafayı gerçekten yedim. Kapıyı açmalıyım. Bu riske değer. Bu riske değer. Bir şekilde imkanını bulup kurtarma ekibi yollamış olabilirler.
Kapıya doğru yöneldim. Artık oksijen alarmı uyarısını daha sık duyuyordum. Kalbim gümbür gümbür atıyordu. Bayılacak kadar heyecanlıydım. İçimdeki umut ve korku hissiyatı birbirileri le delicesine çarpışıyordu. Ve kapı açıldı. O ağır astronot kıyafetleri ile yavaş yavaş içeri daldı. Başlığını çıkardığında terli bir erkek yüzü ile karşılaştım. Kırklarında, saçlarının ortası kel, birkaç günlük kirli sarı sakalı vardı.
İkinci kapıyı açtım. İçeri girip derin bir nefes aldı. Uyarıya aldırmıyor gibiydi.
“Derin nefesler almazsan sevinirim.” Dedim. Aslında espri yapmaya çalışıyordum ama hiç tepki vermeden yemek masama göz dikip usulca oraya yürüdü. Mürettebat sandalyelerinden birini çekip oturdu ve kadehine şarap doldurup sanki su içermiş gibi kafasına dikti. Sonra bana yüzünü dönüp gülümsedi.
“Yıllanmış şarabımı kafana dikmezsen sevinirim mi diyeceksin? Oksijenin de güzelmiş. Ferah ve taze. Onu hak ettin. Onun için savaştın çünkü. Hak edilmiş hava…”
“Kimsin sen?”
“Bir astronot.”
“Ortam astronotların komşuluk etmesi için pek uygun değil. Venüs’ten birkaç ışık yılı uzaktayız.”
“Ama buradayım işte değil mi? Şarabını içiyorum. Oksijenini çekiyorum.”
“Hayale benzemiyorsun. Kendimdeyim ve sen hayal değilsin.”
“Seni incitecek kadar gerçeğim.”
İnsanların ulaşamayacağı kadar uzak bir gezegende bir insanla karşılaşıyorsunuz ve sizi incitmekle tehdit ediyor. Diyecek söz bulamıyorum. Bana karşısında oturmamı işaret etti ve temkinlice masaya geçtim. Soracak sorularım vardı.
“Seni içeri aldım. Oksijenimi kullanmama izin verdim fakat beni kurtarabileceğini öngörüyordum.”
“Sen öngörü hastalığına yakalanmışsın dostum. Öngörüyor ve harekete geçiyorsun. Daha işler olmadan planlarını uyguluyorsun.”
“Beni nereden tanıyorsun? Beni rahatsız etmeye başladın.”
“Seni kurtarmaya filan gelmedim. Sen buna değmezsin. Burada gebereceksin. Adımı mı merak ediyorsun? Adım Yuri. Yuriiiii! Anladın mı?”
“Yuri ne yazık ki buradan gitmeni istemek zorundayım.” Dedim ve bir süre bakıştık. Öfkeli gözleri birdenbire yumuşadı ve gülümsemeye başladı. Sonra seslice ve en sonunda katılarak gülmeye başladı.
“Seni hergele! Seni kandırdım dostum. Seni bu lanet gezegenden götürmeye geldim. Burada insan ne arar, azıcık akıl etsene! Buraya seni kurtarmak için gönderilmiş bir ekibiz biz. Bu bir kurtarma operasyonu.”
Şükürler olsun! Şükürler olsun ki bu kötü şaka bitti ve şükürler olsun ki insanoğlu beni bu gezegende ölüme terk etmedi. Ayağa kalktım ve bu pervasız adama sımsıkı sarıldım.
“Yavaş adamım! Yavaş ol!”
“O kadar zamandır yalnızım ki keşke gözlerinin içine bakabileceğim bir düşmanım olsa diye dua bile ettim. Ama beni şaşırttın. Kahretsin dostum beni çok fena kandırdın.” Dedim ve şarap şişesini kafama diktim. Yuri gülüyordu.
“Bay Yuri, buradan gidebilir miyiz artık?”
“Elbette; bu arada adın neydi?”
“Adım David.”
“David, bana toplamda 6 kişi olduğunuz bilgisi verildi.”
“Evet, aslına bakarsan bu bir trajedi.”
“Dikkatle dinliyorum.”
“Bir facia oldu. Eee, geri kalan mürettebat öldü.”
“Bu çok kötü. Bu gerçekten bir trajedi. Gerçekten çok üzüldüm. Onları nereye gömdün David?”
“Efendim, buradan ayrılmalıyız. Her şeyi tüm dürüstlüğümle anlatacağım. Ama önce buradan gitmeliyiz.”
“Şu tahliye alarmını duyuyorum ama bence biraz daha sohbet edecek zamanımız var.”
“Elbette!”
“Ayrıca bu mekiğin 170 milyar dolar değerinde olduğunu biliyorsun değil mi? Öylece çekip gidemeyiz.”
“Tamam ben anlatmaya başlıyorum. Bir fırtına çıktı. Burada gördüğümüz en büyük fırtına.”
“Ne zaman oldu bu?”
“Altı yüz gün önce. Bu fırtına ışık hızında bizi Venüs istasyonuna götürecek warp iticilerimize zarar verdi. Sonra kısılıp kaldık. Sonra bazı hastalıklar baş gösterdi.”
“Hastalık?”
“Gezegende bazı hücresel aktiviteler var. Onlar üzerinde çalıştık. Burada yaşam yeni doğan bir bebek gibi. Ama dünyamızdakinden farklı. Bir şekilde onunla temas ettik. Ve bizim DNA’lerımızı bozdu. Zatürre gibi belirtiler gösterdik hepimiz. Ve sonunda…”
“Zatürre?”
“Evet evet…”
“Sen sapasağlam çıktın he!”
“Bir şekilde bağışıklığım vardı.”
“Peki onları nereye gömdün David?”
“Bakın Bay Yuri… Her şeyi detaylıca anlatacağım ama buradan gitmeliyiz.”
“Bu mekiği almadan bir yere gitmem. Bu bir insanlık serveti.”
“Senin mekiğin nerede?”
“O kadar çaresiz bir durumda buldum ki seni; sanırım birkaç soru daha sorma hakkım var değil mi?”
“Kahrolası uyarıyı duymuyor musun?” diye bağırdım. Ağzımdan tükürükler fışkırmıştı. Ellerimden kat kat yükselen damarları görebiliyordum. O susmuştu. Sanki durumu kabullenmişti. Bu mekiği acilen tahliye etmemiz gerektiğini.
“Kıyafetlerini giy David. Artık buradan gidiyorsun.”
Şükürler olsun. Gezegenin en dangalak astronutu ile dünyadan milyarlarca kilometre uzakta bir araya gelmek gerçekten talihsiz bir durum ama en nihayetinde hayatım kurtulacak değil mi? Ailemi, çocuklarımı görebileceğim.
Ben kıyafetlerimi acele ile giyerken o mekiğin içinde bir hafiye gibi bakınıyordu. Neden böyle yapıyor anlamıyorum ama gitmeye odaklanmalıyım.
“Araştırma odası kitli.”
“Evet, virüsten korunmak için. Oradaki havayı tahliye ettim.”
“Oraya bakabilir miyiz?”
“Dalga geçiyor olmalısın!”
“Çok ciddiyim. 14 saatlik oksijenimiz var. Bir kapıyı açıp bakmak için bence yeterli bir süre.”
“O kapıyı açamam. İkimizde hasta oluruz. Az önce dediklerimi duymadın mı sen? Virüs yüzünden mürettebatın hepsini kaybettim diyorum.”
“Bay David, insanoğlunun kanunlarla kayıtlı olmadığı, medeniyetten milyarlarca kilometre uzakta ki bir gezegende nasıl davranacağını bilemeyiz. Birileri bizi izlemiyorken cidden çılgınca eylemlerde bulunabiliriz öyle değil mi?” dedi ve odaya oksijen pompalayan kolu çevirdi.
“Manyak herif ne yaptığını sanıyorsun?” diye bağırdım ve yanına doğru koştum.
“Uyarı! Sadece bir saatlik oksijeniniz kaldı. Lütfen acil tahliye prosedürünü uygulayın.”
“O kapıdan çıkmak üzeresin. Endişelenme David! Kendine gel. Artık oksijene ihtiyacın yok. Sadece odaya bakmak istiyorum.” Dedi. Kendime engel olamadım ve odanın kapısını açmak için şaltere uzanan elini sıkıca kavradım.
“Gerçekten güçlüsün. Mürettebatın menüsü sana kalmıştı değil mi? Fazladan protein… Fransız şarapları ile Corvelius’a karşı yenen yemekler.”
Corvelius’ mu? Neden böyle dedi ki! Bunu söyleyen bir kişiyi daha tanıyorum. Onun adı, onun adı neydi? O evet ya…. Onun adı Yuri’ydi! Gezegenin A-18 olan ismini değiştirme şerefi bize verildiğinde tartıştığımız o günü hatırlıyorum. Onun sözleri… ‘Corvelius latince. Latince havalıdır. Corvus yakışıklı bir gezegen ismi değil.’
“Beni hatırlamaya başladığını hissediyorum David.”
“Yuri… Sen gerçek değilsin.”
“Unutmak insanoğlunun en acı kaybı David. Ancak geçmişin tecrübesi ve felsefesi bizi bilgeler yapar. Unutmak bizi çocuklaştırır. Sanki hiç olmamış gibi davranmak… Masum biri gibi ölmek… Bunu hak ediyor musun?”
Ve kapı açıldı. Mürettebatın hepsi buradaydı. Hayalet Yuri kendi cesedine bakıyordu.
“Hatırlıyor musun? Geçmişini hapsettiğin oda açılınca sana bir şeyler hatırlattı mı?”
“Sana hesap vermeyeceğim. Sen gerçek değilsin.”
“Elbette öyle! Ama bunu beynine söyle. Hatırlamadan ölmek istemedi.”
“Akıl sağlığımı kaybettim. Yoksa bu olanları unutmak…”
“Yaşama içgüdün öylesine kuvvetli ki! Vicdanını yok etmek için onu boğdu. Ama öncesinde sen bizi boğdun.”
“Ailemi düşünüyordum. Belki yeni bir warp motoru… Belki bizim için gelirler… Bilemiyorum Yuri. Oldu işte.”
“Pişmanlık içinde öleceksin.”
“Ölüm herşeyi anlamsızlaştırıyor. Kıyafetimde birkaç saatlik oksijen var. Biraz yürüyüş yapacağım. Ama işini biliyorsun. Bana umut verdin ve elimden aldın. Gerçekten aileme kavuşabileceğimi sandım. İşini iyi yaptın sonuçta.”
“Bizim mezarımızdan defol. Kendine kimsesizler mezarı bul David. Hiçbirimiz burada ölmeni istemiyoruz.”
Dışarı çıktım. Yuri’nin hayaleti gerçeğin değil ama gerçek yazgının ta kendisiydi. Onunla daha fazla yüzleşemem. Ölmeden önce bin yıllık bir pişmanlıkla kutsandım. Ağlıyorum. Ağlayarak yürüyorum. Uzun zamandır şöyle bir yürüyüş yapmamıştım. Başka bir gezegende ölmek… Onları öldürdüm ben öyle değil mi? Sadece bir sene daha fazla nefes alabilmek için. Ben rezil bir adamım. İnsanoğlunun en büyük keşfini lekeleyen bir hainim ben. Ve yalnızım. Yalnız ölmekten daha kötü bir katliam yok! En azından onları o odada boğarken, elleri birbirine kenetlenmiş dua ediyorlar, birbirlerinin gözyaşları siliyorlardı. Ama ben kainatın en yalnız ölümü ile karşı karşıyayım. Ve artık ne yaptığımı biliyorum. Ben dostlarımı öldürdüm. Üzgünüm, çok ama çok üzgünüm…
Bir hafta boyunca hikayeyi tasarladım fakat yazma işi son güne kaldı. Bu yüzden pişmanım. Ama yine de okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Olumlu olumsuz yorumlarınız beni mutlu edecektir.
Iyi kurgulanmış, seviyeli bir hikaye. 1.tekil de yazmak zordur. Gayet iyi kotarmışsın. Tek kişilik hikayeler için vicdan sorgusu önemlidir. Aşırıya kaçmadan sorgulamış karakter.
Öykülerde önceleri derinlemesine incelenemeyen karakter sorunsalı olduğunu düşünürdüm. Ama sonradan anladım ki imgeler, anlık jestler veya herhangi ufak bir detay öykülerdeki karakterlerin iç dünyalarının anahtarı oluyor. Beğenmene sevindim. İyi bir öykü yazarından eleştiri almak güzeldi.
Merhaba Hüseyin, öykünün temasıyla bağlantılı olarak “log” tutarak anlatılan bir hikaye olmasından keyif aldım, bu tarz her zaman hoşuma gitmiştir. sen de sahiden iyi toparlamışsın. Sonunu da iyi bağlamışsın. Ama tabii ki tek günde yazmanın fazlalıkları ve kıvrımları öykülerinde duruyor. Naçizane bir öneri olarak, kurguyu canlandırmak adına günleri sıralı değil de karışık anlatabilmeyi deneyebilirdin. flashforward vs tarzında.
senin yazdıklarını takip edeceğim. kolay gelsin.
“Naçizane bir öneri olarak, kurguyu canlandırmak adına günleri sıralı değil de karışık anlatabilmeyi deneyebilirdin. flashforward vs tarzında.”
Evet, çok mantıklı. Ayrıca bahsettiğin kurgu yöntemi öyküye daha fazla derinlik katardı. Fakat bu sefer uzama ihtimali olabilirdi. Beğenmene gerçekten sevindim. Teşekkür ederim.