Yalnız insanlar, kanatlarını sadece karanlığa uçmak için kullanırlardı. Kanatları, bunun için bir araçtı çünkü bembeyaz tüylerinin, parlaklığı ile göz kamaştıran güneş tarafından kıymetli görülmeyeceğini düşünürlerdi. Güneş zaten yeterince görkemliydi ve bembeyaz tüylerinin zarafetini fark etmeyecek sanırlardı. Güneşe yakışmadıkları için de karanlığa koşarlardı. Kanatlarının beyazlığı bir tek zifiri karanlıkta görünecekti çünkü her şey zıttında anlam bulacaktı.
Yani Ahmet’e göre böyleydi işte.
Henüz Hezarfen (binfenli) olamamış Ahmet, kendini bir kuşa benzetmişti bir gün. “Diğer insanlar güvercinse ben baykuşum. Onların aksine ben uğursuzum. Belki bilge sayılırım gibi görünür ama ben sadece Ahmet’im.” diyordu kendi kendine.
İşte böyle günlerden birinde Ahmet, her zaman yaptığı şeyi yaptı. Gitti , bir nehir kıyısında oturdu. Gökyüzüne baktı, sonra yeryüzüne baktı, nehirdeki yansımasına baktı. Yeryüzü nehre yansımıyordu çünkü toprak denizle ya aynı hizadaydı ya da ondan daha aşağıda kalıyordu. Nehir ise sadece ya kendinden yukarıda olanları ya da onu seyredenleri yansıtma zahmetinde bulunuyordu. Gökyüzü nehrin tümünü kaplıyordu ve nehir de gökyüzünün tamamını resmediyordu üstünde. Ahmet de ayağa kalkıp suya baktığında sadece bulunduğu alan kadar yansıyordu nehre. Ahmet’e göre yeryüzü tevazu idi. Yani aslında yansımıyor oluşu onun var olmadığını göstermezdi. Ahmet de nehre bakmadığı sürece kendini göremiyordu. Bu da Ahmet’in var olmadığını göstermeye yetmezdi. Gökyüzü ne kadar gerçekse Ahmet ve yeryüzü de o kadar gerçekti. Tevazuda önce toprak sonra Ahmet en son gökyüzü geliyordu. O zaman tevazu kötü bir şey miydi? Bizi yokmuş gibi gösteren bir şey mi? Yoksa asıl tevazu sahibi nehir miydi ha Ahmet ne dersin? Bir tek kendini yansıtmayan oydu. Vardı aslında ama var olduğunu bir tek nehrin kendisi göremiyordu. Peki nehir kime soracaktı gerçekten var olup olmadığını?
Öyleyse varlığını kanıtlamak için gerçekten nehir doğru bir yol değildi. Ahmet o an anladı ki başka bir şeye ihtiyaç vardı. Bunları düşünürken birden nehirdeki yansımayı gördü, kuşları…
Durdu, izledi, kuşları nehirden izledi, yansımalarından izledi. Gökyüzündeki kuşların bedenleriydi, nehirdeki ise ruhları. O zaman cevabı buldu Ahmet. Kendini izlediğin gölgeye soracaksın kim olduğunu. Öyle de yaptı. Ruhuna sordu sonunda.
Ahmet hiçbir zaman kendine tam anlamıyla güvenmemişti. Birçok şeyi başarmıştı belki de ama bunu kendisi fark edemiyordu. Eğer biri size gerçekten çok kötü biri olduğunuzu söylerse bunu yansımanıza sormalıydınız çünkü bu iyi olmanız kadar muhtemeldi ama Ahmet ruhuna soracağına bedenlere soruyordu kim olduğunu. Her şey madem zıttında anlam bulacaktı, yeryüzündeki Ahmet gökyüzündekilerle konuşmalıydı şu işi.
Her gün gittiği nehirden vazgeçmemek kuşları anlamanın ve onlarla konuşmanın tek yoluydu. Eğer pes etmezsen, yaptığın şeyin bir heves olduğunu düşünmezsen kuşlar seninle konuşur. Ahmet bunu düşündükten sonra her gün aynı saatte olmasa bile her gün nehrin kıyısına gidip oturdu. İlk birkaç gün kimse uğramadı yanına ama olsundu, Ahmet bekleyecekti. Tüm yeryüzü gibi bir gün onu fark etmelerini bekleyecekti. Bir gün, iki gün, üç gün, günleri saymaktan vazgeçeceği kadar çok gün bekledi. Bir gün saymaktan vazgeçtiği bir gün hem de, yanında bir kuş beliriverdi. Konuşmak istedi ama kuşlar konuşur muydu? Bunu bilmiyordu ama aksini iddia edebilecek bir kanıt da yoktu elinde. Ahmet de konuşup konuşmadıklarını itiraf etmelerini bekleyene kadar sessizce izledi hem onları hem kendini. Bir sonraki gün iki kuş ile beraber geldi ilk günkü kanat çırpıcısı. Sonraki gün 7 kuş arttılar. Bir hafta sonra 17, 27 belki sonra onlarcası. Ahmet kendiyle ilgili bir şeyler düşündüğü her gün yanına yeni kuşlar gelmeye başladı. Kendini sorguladığı her gün başka kuşlar…
Sadece her gün durup izlediler nehri. Ahmet, çok şey düşünür oldu onlarla beraber. Her kuş geldiğinde onların yerine daha fazla düşünmeye başladı Ahmet. Kuşların geldiği 56. gün Ahmet şunu geçiriverdi içinden:
“Ahmet’in içinde kim var aslında? Yanında duran ağacı, üstünde oturduğu toprağı, nehirde kaç çeşit balık olduğunu bilen Ahmet kendini bilmiyordu, tanımlayamıyordu. Tanısaydı tanımlardı. Kim olduğunu bilmiyorsun Ahmet. Sana bir başkasının verdiği isimle yetinemezsin. Sen nesin Ahmet?
Kusurlarını biliyorsun evet. Mesela elinde küçüklükten kalan bir yara izi var. Sağ gözün soldakine göre biraz küçük. Gülümseyince gözlerin küçülüyor ve kendinle ilgili her şeyi bildiğini düşünüyorsun ama içindeki Ahmet’in rengi ne? Kokusu olsa nasıl olurdu? Bir ülke olsa adı ne olurdu? Ahmet’in içinde boğulmamak için kaç tane bahanesi var? Ya da neyi kaybetse dünyası başına yıkılır şu Ahmet’in? İşte tam da bu yüzden sen kendini tanımıyorsun Ahmet.”
Bu ve buna benzer sorunların beynine üşüştüğü bir gün Ahmet, yanına ilk gelen kuşu aldı avucuna usulca. Kuş o kadar hafifti ki.
Uçmak için seni aşağı çeken bütün ağırlıklardan kurtulman gerekiyordu öyleyse. Kanatların olsa da tek başına yeterli değildi demek ki. İçini saran binlerce gram ağırlık varken nasıl yükseleceksin ki Ahmet? Derken gözleri usulca kapandı Ahmet’in.
“Bir gün karanlıkta kalsam biri bana biri mum getirse mumun geldiğine mi sevinirim yoksa karanlıkta olduğunu bile fark edemeyen kendime acır mıyım? Hiçbiri. Ben karanlıkta mutlu olduğumu göremeyecek kadar kör birine, beni tanımayıp mum getirerek karanlığımı elimden almaya çalışan birine kızarım sadece. Bir ses olsam bir serin akşam rüzgârının uğultusuyla en çok rüzgârın sesi duyulsun isterim çünkü ben utanırım sesimin duyulmasından. Sonra en çok kendimi bulduğumdan emin olmaktan korkarım çünkü kendini bulduğunu zannettiğin an kendini kaybetmişsin demektir. Mutluluk kaybettiğin şeyi hiçbir zaman bulamayacakmış gibi aramaktan geçer.”
Bunları düşünürken Ahmet, bir baktı ki rüyadan uyanmış ama etrafında 20 kuş eksik. Ahmet çaresiz yine seyre daldı etrafı.
Aradan birkaç gün daha geçti ama Ahmet biliyordu kalan kuşların eskisi gibi olmadığını. Günler daha da güzelleşmiş gibiydi sanki. Nehri izlediği her an en çaresiz anlarında çareyi hep rüyalarına kaçmakta bulmuştu Ahmet.
“Bir gün ağaçta takılı kalmıştın Ahmet hatırladın mı? Kimse seni kurtarmaya gelmemişti hani. Akşama kadar kalınca acıktığını fark etmiştin. Çaresiz, en nefret ettiğin şu adını duyunca bile kaçtığın şeftalilerden koparıp yemek zorunda kalmıştın da sonra anlamıştın ne kadar güzel olduklarını. O an annen ‘Ahmet neredesin? ‘diye bağırırken yanakların dolu dolu ‘Buradayım.’ diye bağırmıştın. Bir daha hiçbir meyveyi o şeftali kadar tat alarak yememiştin. O zaman her mahsur kalış sana yeni bir tat vermişti. Şu an nefret etmediğin her şeyi, önyargılarını terk etmeyi de yaptığı iyiliğin farkında olmayan o şeftaliye borçlusun Ahmet.”
Tüm bunları aklından usulca geçiren Ahmet yine uyandı rüyasından. Baktı ki 23 kuş daha eksilmiş. Normalde kuşların gidişine üzülmesi gerekirdi ama kendini o kadar hafif hissediyordu ki. Çaresiz bir şey diyemedi, bekledi öyle kalan 18 kuşla.
Kalktı, nehre baktı. Yansıması duruyordu hâlâ suyun üzerinde. Paniklemeden tekrar uykuya daldı.
Ahmet, en çok kimi özlüyorsun? Ya da özlesen kimi özlerdin?
“Özlemezdim.” dedi Ahmet. Özlesem avuçlarım kanar, o yüzden özlemezdim. O, avuçlarımın kanadığını görürse onu bir daha özlemeye cesaretim olmaz. O yüzden özlemek istemiyorum. Avuçlarımı saklıyorum ki rahat rahat özleyebileyim. Özlerdim ama o özlemedim sansındı işte.”
Bu cümleler Ahmet’in rüyasındaki son cümlelerdi. Ahmet, son kez rüya gördüğünden bihaber uyandı. Kalktı, etrafına baktı. Yanında 56 gün önce yanına gelen ilk kuştan başka bir kuş dahi kalmamıştı. Son rüyadan önceki 18 kuşun 17’si de bırakıp gitmişti Ahmet’i. Biri hariç.
“Sen neden gitmedin?” dedi kuşların konuşmadığını bile bile. Sonra sağına döndü. Omuzlarında bir sürü tüyden yapılmış koca kanatlar vardı. Soluna döndü. Kalan son kuş geldi omzuna kondu. Şaşkınlıktan konuşamadı Ahmet.
Hayatında hiç deniz görmeyen Ahmet, denize âşık olan Ahmet…
Ahmet’in kafasını karıştıran bir sürü soru vardı şu hayatta. Yani etrafındaki kuşları işte. Her insanın kuşları vardı. Aslında kendi ile çözümleyemediği ve her gün yanına gelip kurulan bir sürü kuş…
Kendini tanıdığı her gün kuşları eksildi Ahmet’in. Kuşları kendine itiraf edemediği her yeni seste uçup gitti. Sonunda ona kanat verdiler çünkü kendini tanıyabilen insan artık özgür olurdu. Yükselmek için alçalmayı göze alan herkes hafifler sonunda ve kendi kanatları olurdu o sorular yani kuşlar…
Ahmet kendisini nehrin kenarında bekleyen son kuş ile Galata’ya geldi. Durdu. Denizi görmek istiyordu. Sonunda onun yanında kalan son kuş da Ahmet’i Galata’ya getirdikten sonra uçup gitti. Gitmeden ağzından şu kelimeler döküldü:
“Ahmet biz hep konuşuyorduk seninle ne yazık ki sen kendi sesinden bizi duyamıyordun ama artık kulakların beni duyuyor. Şimdi Hezarfen oldun Ahmet. Kendini tanımak asıl ilimdir.”
Ahmet, en sonunda kendini boşluğa bıraktı boğazı geçti nihayet görüverdi âşık olduğu denizi. Uçtu, uçtu Ahmet. İndi yeryüzüne. O günden sonra ya Ahmet olarak öldü ya da Ahmet’in biricik gölgesine dönüştü Hezarfen Ahmet…
Sevgili @165
Güneş 3.kişi olarak onun yerine onu anlattığından edilgen yapılar hikayeni hareketlendirebilir. Örneğin; “zarafetini fark etmeyecek sanırlardı” yerine " “bembeyaz tüylerin zerafetinin, ışıktan vücut bulmuş varlık tarafından, fark edilmeyeceğini sanırlardı (yerine düşünürlerdi)”.
Bu belki hikayende gözüme çarpan tek konu. Onun dışında, tevazu konusunda bir paragraf içinde anlattıkların derin bir düşünme yeteneği ve bunu yazabilme becerisini gösteriyor. Ahmet’in varoluş düşünseli içinde kendi yerine karar vermesi için sana bir nehir bir gökyüzü yettiğini görüyorum. Hazerfen olana kadar geçirdiği düşünsel hazırlık, ilimin her zaman bilmekten öte aynı zamanda ruhsal bir olgunlukla taçlandığında ilim olduğunu anlattın bize.
Açıkçası ayakta alkışladım.
Bu öykün edilgen ve komplikeydi. Karakterini daha aktif kullandığın bir öyküyü -sahneler arasındaki akıcılık konusundaki yeteneğini- görme şansını umarım yakında bulurum.
Eline ve düş gücüne sağlık
Sevgiler
Dipsiz.
Simurg efsanesinden esen rüzgârların, hezarfen yani bin fenli olma halinin içsel bir tanımıyla birleşiminden doğan bu öyküye kalbimi bıraktım. Kaleminize sağlık.
Bunlar da beni etkileyen alıntılar:
“Kendini izlediğin gölgeye soracaksın kim olduğunu.”
“İçini saran binlerce gram ağırlık varken nasıl yükseleceksin ki Ahmet?”
“Şimdi Hezarfen oldun Ahmet. Kendini tanımak asıl ilimdir.”