Bir ressam varmış, anne ile birlikte yaşarmış. Bu ressam küçük bir çocukken resim çizmeye aşırı meraklıydı. Büyüdü bu merakını asla terk etmedi, resim yapmak aşkını sona erdirmedi. Artık bu onun sanatıydı. Ancak ressam yeni bir şeyler aramaktaydı. Diğer çizimlerine benzemeyen, gösterişli başka bir resim yapmalıydı. Günlerce, haftalarca, aylarca odasına kapanıp, yeni resmi üzerinde çalışıyordu. Ancak nafile hiç bir şey aklına gelmiyordu.
29 yaşındaki bu genç ressam kendini hayattan, aşktan, tüm insani işlerden uzakta tutmuştu. Kendince garip bir dünyada yaşıyordu, kendisine kurduğu küçücük resim dünyasına kapanmıştı. Yaşlı annesi ve abisi onun için endişe duyuyordu. Bir gün annesi ressamın bu durumuna üzülerek diğer oğluna söyler:
– Oğlum, bu çocuğun hali ne olacak böyle? Tüm gün odasına kapanıyor, günü-günden bizden uzaklaşıyor.
– Bilmiyorum, anne. Ben de çok merak ediyorum. Diyorum ki, kardeşim, hadi gel, dükkanda bana yardım et, yardımına ihtiyacım var. Ama yok. Kime diyorsun?! Hiç dinlemiyor ki beni. Tek dediği o yeni resmi bulmam gerek. Bu nasıl bir şey anlamıyorum!
– Yavrum, ben artık yaşlanıyorum. Senin mürüvvetini gördüm, ama onunkini? Onun için çok üzülüyorum.
– Biliyorum, anne, biliyorum. Ancak ne yapacağımı hiç bilmiyorum.
Ressamın büyükbabası da ressamdı, ancak onun gibi değildi. Ressam biraz takıntılı adamdı. Aklına bir şey düştü mü onu bulmadan başka bir iş yapmazdı. Tabii bu çoğu zaman onun dış ilişkiler kurmasını kötü etkiliyordu. Hatta bu yüzden kızlar ondan kaçıyordu, arkadaş ortamından uzak kalıyordu. Hiç arkadaşı yoktu. İnsanlar onun tuhaf biri olduğunu düşünüyordu.
Ressam odasına kapanıp bir taraftan yeni bir fikir arıyor, diğer taraftan annesinin getirdiği çayı yudumluyordu. Aniden daraldı, havasız kalmış odasının duvarları üstüne üstüne gelmeye başladı, dayanamayıp kalktı ve odanın camını açtı. Derinden nefes alıp bir az kendine geldi
– Ne yapacağım ben? Ne? Ne?
Aniden büyükbabasının çatıda emanet bıraktığı çizimleri aklına geldi. Hemen odadan fırladı. Merdivenle çatıya çıkıp kapıyı açtı. İçerisi o kadar karanlıktı ki, göz gözü görmüyordu. Odanın her yeri çok kötü kokuyordu, ancak ressam buna aldırış vermeden hemen kutuları aramaya başladı. Ne aradığını kendisi bile bilmiyordu. Ve eline bir defter geçti. Defteri açtı. İçinde “Albrecht Dürer’in Mahşer’in Dört Atlısı” yazısını okudu. Bu defter büyükbabasınındı.
– Bu da ne demek oluyor? Büyükbabam, bu eseri merak etmiş galiba. Galiba buldum.
Hemen oradan uzaklaşıp odasına gitti ve kapıyı arkadan kilitledi. İnternette oturup Mahşerin Dört Atlısı isimli tabloyu daha da geniş bir şekilde araştırmaya başladı, ancak istediğini bulamadı.
– Hayır, hayır! diye odada bağırmaya başladı. Sonra rahatlayıp boşluğa bakarmış gibi duvara baktı.
– Ben bu eserin nasıl işlendiğini, hangi duygularla yapıldığını nasıl öğrenebilirim ki?! Keşke
Dürerle konuşa bilsem! Keşke geçmişe gidebilsem!
Arkadan bir ses geldi:
– Hayırdır, kimi arıyorsun?
Ressam arkaya baktı ve uzun sakallı, tuhaf giyimli bir adamın yatağının üzerinde oturduğunu gördü. Ressam gözlerini kapatıp tekrar kocaman açarak bir daha adama baktı.
– Hayır, bu ne şimdi, rüya mı görüyorum?! Galiba annem haklı, ben çok düşünüyorum bu mevzuları, rahatlamam gerek, deyip odadan çıktı.
Adam arkasından bağırdı:
– Nereye gittin ya? Hey, seninleyim!
Ressam su içip yeniden odasına geldi. Ve yine adam buradaydı.
– Nasıl yani? Sen neden hâlâ buradasın?
– Sen beni çağırdın da ondan.
– Kimsin ya sen?
– Sence?
– Bana bak sakallı, sinirlerimi bozma benim, çek git!
– Hadi seni bir yere götüreyim.
– Nereye?
– Sorularının cevap bulacağı bir yere.
– Benim sorum falan yok, git başımdan!
– Hadi ama. Yapma böyle! Gidelim işte. Hem sen Dürer’in çalışmasını merak etmiyor muydun?
Ressam bir az düşünüp bir adama, bir de önündeki boş tuvale baktı, sonra dedi:
– Hayır istemiyorum, git başımdan!
– Emin misin? Bak bir daha gelmem.
– Git dedim sana!
– Son şansın. Yoksa ömrünün sonuna kadar “Mahşerin Dört Atlısı” isimli esere hasretle bakarsın, yeni resmini çizemezsin.
– Ben bulurum bir şeyler sen hiç merak buyurma.
– Özgüvene de bak hele!
– Ne var?! Ben bir ressamım.
– Ancak “Mahşerin Dört Atlısı” da Albrecht Dürer’in. Tamam kendin bilirsin ben gittim o zaman, bir daha beni rahatsız etme! diyerek adam yatağın üzerinden kalktı.
Ressam adamın ciddi tavrını görüp birden onun kolundan tuttu:
– Dur, dur! Tamam, gitme!
– Ne oldu?
– Hadi gidelim.
– Şimdi de ben gitmiyorum.
– Nasıl yani?
– Kalbimi kırdın, istemiyorum artık.
– Dalga mı geçiyorsun benle?
– Hayır! Hadi özür dile benden.
– Dilemem.
– Kendin bilirsin, ben gittim o zaman.
– Dur! Dur! Tamam özür dilerim! diye ressam asabi tavırla dedi.
– Hayır olmadı, daha yumuşak…
– Nasıl ya?!
– Hadi bekliyorum.
– Tamam, canım arkadaşım özür dilerim, diye ressam daha yumuşak tarzda söyledi.
– Tamam şimdi oldu, hadi takip et beni!
Birlikte odanın kapısından çıktılar. Ressam adamın dalga geçtiğini sandı:
– Bu ne şimdi odamdan çıkıp…
– Bana değil, etrafına baksana!
– Ne?! deyip ressam şaşkın şaşkın etrafına baktı.
– Burası da neresi böyle?! diyerek şaşkınlığı hâlâ davam eden ressam bir iki adım öne gitmeye başladı.
Yerde tablolar, fırçalar, boya kutuları, tuvaller vardı. Karanlıktı içerisi ancak ressam için burası tam da hayalindeki atölyeydi.
– Burası kimin?
– Şuraya bak! diye adam daha yeni bir iki çizik atılmış bir tuvali gösterdi.
– Bu ne ki?!
– Dikkatlice bak, ressam olan sensin ben mi bileceğim ne olduğunu?!
– Ama sen beni buraya getirdin?
-Ama ressam sensin.
– Tamam, tamam. Bu daha çizilmemiş ki?! Ben nereden bileceğim ne olduğunu?
– Sen “Mahşerin Dört Atlısı”nı istemiyor muydun?
– Evet?!
– Ne evet? İşte al sana “Mahşerin Dört Atlısı”.
– Dürer’in tablosu “Mahşerin Dört Atlısı” mı?
– Evet…
– Ancak bu ona benzemiyor ki?!
– Aynen öyle, çünkü daha çizilmesi gerek.
– Peki burası neresi?!
– Ne çok soru soruyorsun? Tamam, dinle. İşte bu eser bitmemiş ve senin önünde. Şimdi
Dürer gelecek bu tabloyu bitirecek, sen de onun tekniklerine bakmak fırsatı bulacaksın.
– Anladım da, bu benim ne işime yarayacak ki?!
– Soru sormayı bırak da gel otur ve izle sadece.
– Nerede oturacağım, burada sandalye yok ki?!
– İstediğin sandalye olsun, diye adam ressam için güzel bir koltuk ve önüne padişahlara layık bir sofra getirdi.
– Aaaa! Senin gibi birine çok ihtiyacım var aslında.
– Tamam abartma, zaten bunu bir daha göremeyeceksin, aklın varsa tatını çıkart.
– Nedenmiş o?!
Bu sırada Dürer içeri girer. Ressam panikleyip ayağa kalktı, adam gülerek söyledi:
– Ne yapıyorsun sen? Bizi göremez, otur aşağı da, film gibi izle hadi.
– Öyle mi?! diye ressam şaşkınlığını içinde boğup yerine geçti.
Ressam önünde duran meyvelerden yeyip, içecekleri içerek Dürer’i bir film gibi izlemeye başladı. Dürer “Mahşerin Dört Atlısı”nı çizerken ressam onun fırçayı kullanma tekniğini birer birer hafızasına kaydediyordu. Birkaç saat geçti. Dürer halen eseri üzerinde çalışıyordu. Adam ressama bakıp:
– Tamam, bu kadar yeter!
– Nasıl yani?! Daha bitmedi ki?!
– Hadi kalk gidiyoruz!
– Şimdi nereye?! Daha bitmedi. Ben gitmiyorum!
– Burada kuralları ben koyarım, ressam bey. Kalk şimdi! diye adam sert bir tavırla söyledi.
– Tamam, tamam sakin ol! diye ressam korkarak söyledi.
Adam bu sefer de ressamı yemyeşil bir alana getirdi. Ressam gözlerine inanmadı:
– Bu nasıl bir yer böyle?! Çok güzel, cennet gibi. Neresi burası?
– Burası senin gibi resim aşkıyla yanıp tutuşanları getirdiğim Resim Ülkesi.
– Resim Ülkesi mi?
– Evet.
Aniden Ressamın dikkatini bir tuval çekti:
– Ama bu Dürer’in az önce gördüğümüz çizilmemiş eseri?!
– Aynen öyle, hadi şimdi onu sen bitir
– Nasıl yani?
– Hadi bakalım, çalış sen. Ben gidiyorum artık.
– Nereye?
– Mesaim bitti, yorgunum ben de.
– Dalga mı geçiyorsun?
– Sayılır… diye adam güldü ve yok oldu.
– Cidden gitti! diye ressam şaşkınlıkla söyledi. Sonra tuvalin yanına gidip, daha iki-üç çizgi çizilmiş tuvale baktı, eline yanındaki fırçalardan birini aldı. Tam 3 saat sonra kendi bile bilmeden yeni bir tablo yaptı.
– Sonunda bitti! İşte bu, işte bu, işte istediğim bu! Yaşasın… diye ressam sevinçle bağırdı.
Sonra aniden kendi kendine söylenmeye başladı:
– Tamam da, ben şimdi nasıl geri döneceğim? der demez ressam kendisini odasında buldu.
– Ben buraya nasıl geldim? Rüya mı görüyordum?! Olamaz… Gitti güzelim tablo! Ne
yapacağım şimdi ben? diye ressam üzülerek yatağına uzandı.
– Yeniden yapmam gerek, evet, evet… diye yeniden çatıya çıktı. Çatıda büyükbabasının Albrecht Dürer hakkında yazdığı yazıyı aramaya başladı, buldu da, ancak bu sefer defterin olduğu kutuda bir tablo gördü. Bu onun çizdiği tabloya benziyordu:
– Ama, bu nasıl olur?! Nasıl olur bu böyle?! Bu benim resmime çok benziyor, tıpkısının aynısı gibi.
Tabloyu aldı ve evde annesini aramaya başladı:
– Anne! Anne!
Annesi mutfaktan heyecanlı bir şekilde çıkıp:
– Ne?! Ne oldu, yavrum?
– Anne, bu tablo kimin? diye tabloyu annesine uzattı.
– Bu mu?! Bunu mu sordun? Ben de korktum, bir şey oldu sandım. Bu büyükbabanın.
– Büyükbabam mı çizmiş?
– Evet. Ancak sergiye çıkaramadan öldü. Biliyor musun, ölünce bize dedi ki, eğer torunlarımdan biri ressam olursa bu eseri yeniden çalışıp sergiye çıkartsın.
– Ciddi misin?!
– Evet, ne oldu ki?!
Ressam kaçarak odasına çıktı.
– Oğlum, oğlum ne oldu? diye annesi arkasınca bağırdı. Ressam ise odasına kapanıp tabloyu yeniden başka bir tuvale çizdi.
Bir hafta sonra Dürer ve büyükbabasının anısına açık sergi düzenledi ve diğer tablolarıyla birlikte bu iki eseri de sergiye koydu. Artık genç ressam istediğini almıştı. “Mahşerin Dört Atlısı”nı ve büyükbabasının yardımıyla kendi hayali tablosunu yaptı. İsmini de “Mahşer Yolu” koydu. Sergide tablonun önünde durarak kendi kendine konuşuyordu:
– Kimsin, nereden geldin, nereye gittin, rüya mıydın gerçek miydin bilmiyorum ama, teşekkür ederim, beni rüyalar ülkesine götüren adam! Teşekkürler!
Bu sırada annesi ressamın yanına geldi:
– Oğlum, artık istediğin oldu mu?
– Evet, anne, sonunda istediğim resmi yaptım, çok güzel bir duygu bu.
– Güzel… Tamam, o zaman hadi şimdi seni evlendirelim.
– Anne…
– Ne anne? Ne anne? Bak yavrum etrafına ne güzel kızlar da gelmiş.
– Anne… Yeter artık!
– Bak, böyle yapma… diyerek annesi oğluyla konuşurken ressam ise tablosuna gururla bakıyordu.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.