Öykü

Yedi Anahtar

“Hiçbir varlık avlanana kadar av olduğunun farkında değildir.”

Bu çağın gerçeklik ve akıl çağı olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Dünyanın nice çözülmeyen gizlere ev sahipliği yaptığı hâlâ ortadaydı. Eski insanların, heykellerini ve totemlerini yaptıkları varlıkların artık görülmemesi ve bu heykellerin tarihi sanat eseri muamelesi görmesi, O’nların yok oldukları anlamına gelmiyordu. Kurban edilecek veya güç verilecek insan ve insan olmayan varlıkları her zaman bulurlardı. Bu istekleri yıllar içinde büyük bir açlığa dönüşmekteydi. Midesi boş canavarlar her yerdeydi.

Dünyanın herhangi bir yerinde olduğu gibi Anadolu da binlerce hikâyeye ev sahipliği yapmaktaydı. Çocukken dinlenen hikâyeler zihinlerde yer kaplar, önüne çıkan ilk güç parıltısına balıklama atlayacak insanlar bulunurdu. Bu yüzyılda çocukluk travması denilen olaylar geçmişte neydi? Yaşadıkları küçük şehirlerden ayrılıp, büyük şehirlerce yutulan binlerce insan. Evet bu insanlar fırından yeni çıkmış lezzetli yemekler gibi mideye indirilmek için bekleniyordu.

Ankara’nın en işlek caddelerinden birinde boş bir bank bulup oturdu. Soğuğu umursamadan saatlerdir dışarıdaydı. Şu sıralar zeki ve çalışkan olması para etmiyordu. Son parasıyla aldığı Samsun 216 paketinden bir sigara çıkardı. O an geçmişe döndü, annesi yaşıyor olsa her şey daha farklı olabilirdi ama çok uzun zaman önce göçüp gitmişti. Babası başlarda anlayışlı olmaya çalışsa da bir süre sonra tam tersine dönmüş ve kendisi hayatını tek başına yaşamaya alışmıştı. Üniversiteyi kazandığında destek olan tek akrabası büyük dayısıydı. Ama artık o da desteğini azaltmak hatta kesmek zorunda kalmıştı. Böylece tekrar bir başın kalacaktı. Bu bir ay sonra evsiz kalacağı anlamına geliyordu. Sigarayı yakmak için doğruldu cebinden çakmağı çıkardı, hâlâ arabaların geçip gittiği caddeden karşıya geçti.

Parkın bir köşesindeki bankta 40’lı yaşlarda bir kadın oturuyordu. Elindeki paketten bir şeyler çıkarıp olmayan güvercinleri besliyordu. Kadını izlerken birden kadının da ona baktığını fark etti. Kadın gülümsedi ve yanına gelmesini işaret etti. Kadın, sarı saçlara ve delici siyah gözlere sahipti. Gözlerine bakınca daha yaşlı görünse de bunu bedeninden anlamak neredeyse imkansızdı. Yanına oturmasını işaret etti. Sonra “herhangi bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu. Bu soru karşısında bayağı şaşırmıştı içinden “Evet var. Kalacak eve ve paraya ihtiyacım var. Hemen hemen her şeye ihtiyacım var” dedi. Fakat kadının yüzüne sadece gülümsemişti. Soruyu “şimdilik herhangi bir şeye ihtiyacım yok” diyerek geçiştirdi. Kadın, “eğer bir şeye ihtiyacın olursa her gece saat 12 de buradayım, kuşları besliyorum. Gelip benden isteyebilirsin.” Dedi.

Kadına ismini sorunca “Sora” dedi. “Sadece Sora’mı anlamı ne” diye sordu. Kadın, “herhangi bir anlamı yok, bu çağın en büyük sorunu bu, her şeyde bir anlam arama telaşı. Oysa isimlerimizin anlamının ne önemi var bunlar ne işimize yarabilir ki? Senin adından yola çıkarsan Zafer, sen şimdiye kadar herhangi bir zafer kazanabildin mi?”

Zafer şok olmuştu herhangi bir cevap veremedi. Adını söylediğini hatırlamıyordu. Belki ilk tanışma da adını söylemiş olabilirdi. Ayağa kalkıp “benim gitme vaktim geldi” dedi ve metroya yürümeye başladı. Yürürken arkasına baktığında kadın gülmeye devam ederek olmayan kuşları besliyordu. Yurttaki odasına varınca yatağa attı kendini ve anında uyudu. Gece boyunca rüyasında Sora’yı farklı şekillerde gördü. Uyandığında ne gördüğünü hatırlamıyordu, sadece kadını gördüğünü biliyordu.

O gün kütüphaneye gidip verilen araştırma ödevi ile ilgili kitap alması gerekiyordu. Kütüphaneye gidince alması gereken üç kitabı söyledi. Kitapları alıp masaya oturunca kendisine dört kitap verildiğini gördü. Verilen kitabın üzerinde herhangi bir şey yazmıyordu. Siyah deri kaplıydı sayfaları açınca tuhaf yapraklarını gördü. Çürümüş deri gibi kokuyordu. Daha önce hiç rastlamadığı bir alfabe ile yazılmıştı. Fakat kitabı anlayabiliyordu. Tarih kitabıydı ama bilinen tarihten farklıydı. Homo sapiens’ler daha dünyaya ayak basmadığı zamanlarda yaşayan varlıklardan bahsediyordu. Ritüeller, tuhaf semboller ve büyü. Evet çocukken anlatılan hikâyelerden duyduğu şeylerden oluşuyordu bu kitap. Hemen ayağa kalktı gidip görevliye kitabı vermeyi düşündü ama kendisi zaten üç kitap istemişti. Siyah deri kaplı kitabı çantasına attı ve aldığı kitapları iade etmeye gitti. Kitabı isterlerse her şeyi inkâr etmeyi düşünüyordu. Görevlinin sorduğu tek soru “bu kadar çabuk mu bitti işin” oldu. Zafer, “aradığım konu yokmuş, doğru kitapları öğrenmeye gidiyorum” diye kibarca cevap verdi. Çıkıp kaldığı yurda geri döndü yol boyunca düşündüğü tek şey çantasındaki kitaptı. Kitabı açtığında hâlâ aynı alfabeler, semboller ve aynı resimler durmasına rağmen artık yazılanları okuyamıyordu.

O gece uyuduğunda kitap masanın üstündeydi. Yine tuhaf bir rüya görüyordu. Dışarıdan basit denilebilecek bir apartmana doğru yürüyordu, apartmanın yanında bir höyük duruyordu. İçeriye girince parmaklıklı eski asansörlerden biriyle karşılaştı. Asansöre binip en üst kata çıktı. Elindeki tuhaf anahtarla eski bir kapıyı açıp içeriye girdi. 2 odası bulunan ev gotik eşyalara sahipti. Hatta bir şöminesi bile vardı. Duvarlarında bulunan üç resmin ne olduğu belli değildi. Tam o sırada evin binlerce kapısının bulunduğunu fark etti. Şöminenin üzerinde ise resimleri farklı yedi tane matruşka duruyordu. Üzerindeki resimler seçilmiyordu ve iç içe değil de ayrı ayrı duruyorlardı.

Uyandığında gece tekrar o parka gidip Sora’yı bulacak ve ne istediğini söyleyecekti. Akşamüzeri tekrar o parka gidip beklemeye koyuldu. Tam saat 12 olunca Sora önceki akşam da oturduğu banka geçti. Çantasından bir paket çıkarıp olmayan güvercinlere yem atmaya başladı. Zafer, kadının yanına oturarak, “yaşayacak bir ev istiyorum” dedi.

Kadın yüzüne bakıp gülümsedi ve cep telefonundan birilerini aradı. 5 dakika sonra bir araba geldi. Kısa sayılacak bir sürede Yenimahalle’de bir cadde de durdu ve Zafer arabadan çıkınca dün gece rüyasında gördüğü apartmanın aynısı karşısındaydı. Yanındaki höyük’ü görünce “burası sit alanı değil mi nasıl kurulmuş bu apartman?” diye sordu. Kadın herhangi bir soruya cevap vermeden apartmanın girişine yürüdü. Zafer de ardından giderek apartmana girdi. Asansör rüyasında gördüğü gibiydi. “Daha ne şaşırtabilir ki” dedi. Bir rüyanın içindeydi. Kapıyı açıp içeri girdi ev de aynıydı. Merak ettiği tek şey olan resimleri bulmak için duvarlara baktı. Rüyasında seçemediği tek şey onlardı. Şöminenin üstünde sadece tek bir matruşka duruyordu. İçinden “Büyük ihtimalle iç içeler. Zaten esprisi bu değil miydi?” dedi.

Hemen üzerindeki resimde ise sanki kendisi resmedilmişti. Resimdeki adam kendisin 10 yıl sonraki hali gibi duruyordu. Diğer duvarda ise karmakarışık renklerden yapılmış bir tabloydu. Hiçbir anlamı yoktu. “Epilepsi hastası olsam ve bu tablo ışık saçsa büyük ihtimalle kriz geçiririm” diye düşündü. Yatak odasına yöneldi yatağın karşısındaki resimde ise dalgalı ve karanlık bir okyanus resmedilmişti. Kadın, “resimleri çok beğendin herhalde burada istediğin her şeyi bulabilirsin. Benim gitme vaktim geldi bu ev artık senin ve para ödemene gerek yok” dedi. Zafer teşekkür etti ve arkalarından kapıyı kapattı.

Acedia

Evde tek kalınca yaptığı ilk iş matruşkaya yönelmek oldu. Eline alınca odanın içinde buz gibi bir hava esti. Üzerinde normal bir insanın resmi vardı önce kendisine benzettiğini sandı daha sonra herhalde uykusuz kaldım dedi. Alt kısmında “Acedia” yazıyordu. Gülerek “Antikadır herhalde harika bir servete konmuş olabilirim” dedi. Ne kadar zorlasa da yapıştırılmış gibi açılmıyordu. Kendi kendine “tamam, artık uyumalıyım. bir oyuncağı bile açamıyorum” dedi. Yatak odasına yönelince odanın daha genişlediğini fark etti. Hayır belki de ilk girişte sadece resme bakmıştı ama resim bile daha büyük duruyordu. Yatak kocaman ve çok rahat görünüyordu ve hemen yanında mükemmel bir koltuk ve kocaman bir televizyon duruyordu. Televizyona play station ve bilgisayar bağlıydı. “Peki bunları nasıl atladım”dedi. Hemen açıp oynamaya başladı. Uzun süre başından kalkmadı daha sonra yatağa geçip uyudu. Uyandığında tekrar bilgisayarın veya play stationun başına geçiyordu. Nedense ne kadar zaman geçtiğini fark etmiyordu. Artık zamanın farkına varınca bir haftadan fazla zaman geçtiğini fark etti. Şok oldu, bu kadar süre bir insanın aç kalması kesinlikle imkansızdı, hiçbir şey yemediğinin farkındaydı. O an ne kadar aç olduğunu fark etti ve sadece 1 gün geçmişti. Salona döndüğünde daha önce açmaya çalıştığı matruşkanın açık olduğunu gördü.

Gula

İkinci matruşkada yine kendisine benzettiği adam duruyordu üzerinde “Gula” yazıyordu ve daha şişman resmedilmişti. Evin içerisindeki soğukluğu tekrar hissetti. Bu evin mutfağı nerede diyerek sağa sola bakındı. Nedense mutfağı gezmemişti bile. Yatak odasının yanındaki kapıyı fark etti açınca içerde muazzam bir masa gördü. Üzerinde envaiçeşit yemek bulunmaktaydı. Dolabın hemen yanında bir kapı daha vardı, yürüyüp kapıyı açmaya çalışınca kapı kendiliğinden açıldı içeriden dört tane hizmetçi elbiseleri giymiş kadınlar çıktı. Baş hizmetçi olduğunu düşündüğü kadın “Zafer bey, istediğiniz herhangi bir yemek olursa bir kağıda yazarak lütfen kapının altından atın” dedi. Hiç şaşırmamıştı hatta duruma alışmış gibiydi. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Yemek masasına oturup yemeye başladı gözleri sadece yemeği görüyordu. Bir ara tavandaki aynayı fark etti kafasını kaldırıp baktığında sanki 10 kilo birden almış gibi duruyordu. Bu da normal gelmişti zaten sıska sayılırdı. Tekrar hole döndüğünde ikinci matruşkanın da açık olduğunu ve kenarda durduğunu fark etti. “Bu evde neler oluyor?” dedi. Sonra hizmetçilerin açtığını düşünerek umursamaktan vazgeçti.

Avaritia

Üçüncü matruşkanın üzerinde “Avaritia” yazıyordu. Eline alınca gelen duyguya alıştığı söylenebilirdi. Üzerindeki resimde ise kilolu, gözleri kocaman ve gayet pahalı bir palto taşıyan biri resmedilmişti. Kendisiyle olan benzerliği hala görülüyordu. Tam o sıra okula uzun zamandır gitmediğini fark etti. Dışarı çıkmak içinse para gerekliydi. Mutfağa dönüp ortalığı temizleyen baş hizmetçiye para gerektiğini söyledi. Hizmetçi hiçbir şey demeden dolabın öteki tarafında ve duran diğerlerine göre daha küçük olan kapıyı gösterdi. Kapıyı açınca içerisinin kasa dizaynına sahip olduğunu gördü. Kasa ağzına kadar altın doluydu. Sevinçten çığlık atacak gibi oldu, hemen ardına var olan bütün sevinç duygusu yok oldu, cebini altınlarla doldurup evden çıktı. İlk defa bu kadar parası oluyordu. Taksi çağırdı. Taksiye bile gerek yoktu cebindekilerle bir araba alabilirdi. Alışveriş yapma fikri aklına yatınca, taksiciye en yakın alışveriş merkezine gitmesini söyledi. Okul için çıktığı evden, gece geldiğinde kendisiyle birlikte aldığı eşyaları taşıyan işçiler tutmuştu. Asansöre binerken bütün eşyaları merdivenden taşımalarını emretti. Yukarı çıktığında dördüncü matruşka da açık bir şekilde şöminenin üzerindeki yerini almıştı.

Superbia

Geri döndükten hemen sonra işçilere anlaştığı fiyatın altında ücret ödemişti ve o an Zafer’e göre hepsi zaten iğrenç varlıklardı. Girişte masanın üzerinde duran siyah deri kaplı kitabı gördü. Masanın başına geçip kitabı açtı. Harfler artık yabancı gelmiyordu. Hangi dil olursa olsun her şeyi anlayabiliyordu. Baştan sonu okuyarak bunu defalarca tekrarladı. Artık her şeyi bildiğini fark etti. Dünyanın bütün ilimlerine sahipti. Kitabın bölümlerinden birinde 7 anahtardan söz ediliyordu. Kitaba göre, farklı şekillerde insanların önüne çıkar ve evrenin en önemli kozmik varlıklarından biriyle görüşüp, daha engin bilgileri öğrenmeyi vaat ederdi. Bulduğu matruşkalar da bu anahtarları simgeliyor olabilirdi.

Evin balkonuna doğru yürüdü. Apartman çok katlı olmamasına rağmen bütün şehir ayaklarının altındaydı. 100 katlı bir gökdelenin tepesinde gibiydi. Hemen yanındaki höyük öylece duruyordu. Yukarıdan bakınca mermerden yapılma bir tapınak vardı sanki. Tam ortasında ne olduğunu anlayamadığı bir varlığın heykelini gördü. Geri döndü, dışarı çıkıp Sora ile konuşması gerekiyordu.

Yeni arabasına atlayıp parka gitti. Sora her zamanki yerinde oturmuş yine olmayan güvercinleri besliyordu. Daha dikkatli bakınca Sora’nın aslında gerçekten güvercinleri beslediğini ve attığı yemi yiyen her güvercinin öldüğünü gördü. Önceleri bir şok dalgası vücudunu sarsa da daha sonra umursamadı. “Ne de olsa kuş. Kuşların ne önemi olabilir ki” diye düşündü. Sora’nın yanına gidip kitaptan ve matruşkalardan söz etti. Sora’da kendisine “Her şey doğru Zafer Kara, zaten sana çözülmesi ve anlamlandırılması gereken birçok şey var demiştim. Şimdi eğer o oyuncakların hepsini açarsan… Evet, benim de emrinde çalıştığım varlığı görebilirsin” dedi.

Eve geri dönerken en samimi arkadaşlarından birini gördü. Yol kenarında öylece oturuyordu defalarca yemeklerini ve sigaralarını paylaşmışlardı. Oysa şimdi kendisinin her şeyi vardı. Durdu, önce “onu da yanımda götürmeliyim” dedi. Sonra ise “bunun gibi bir sefil ile ne işim olabilir ki” deyip gaza bastı.

Eve vardığında beşinci Matruşka açık bir şekilde şöminenin üzerinde duruyordu.

invidia

 Beşinci matruşkanın üzerinde “invidia” yazıyordu. Resim ise kendisinin Sora ile tanışmadan önceki hali gibiydi. “Anahtar ne olabilir ki? Bu da açılırsa geriye 2 anahtar kalıyor. Şimdiye kadar zaten hepsi kendiliğinden açıldı” dedi.

Tam o sırada aklına geldi “Defne”. Binlerce şeye ihtiyacı varken bile sürekli özlemini çektiği hatta delirdiği platonik aşkı. Ne kadar çok özlemişti onu, uzun zamandır da görmüyordu. Belki şimdi edindiği bunca güçten dolayı açılıp konuşması daha daha kolay olabilir miydi? Ertesi gün okula gidince Defne’yi uzaktan gördü fakat yanında uzun süredir birlikte olduğu sevgilisi duruyordu. Evet bunu çözebilirim dedi kendi kendine. Çözülmedi. Haftalarca yaptığı hiçbir şey işe yaramadı ve artık geriye tek bir şey kalmıştı elindeki gücü kullanmak.

Eve döndüğünde altıncı matruşka da artık meydanda idi.

Lussuria

İğrenç gülümseme, sivri dişler ve gözlerinin akına tamamen kırmızı karışmış bir resim işlenmişti matruşkaya. Hemen altında “Lussuria” yazıyordu.

Herhangi bir şeyin önemi yoktu. “Bu da kendiliğinden açılacak” dedi eve. Matruşkaya bakıp kahkaha atmaya başladı. Girişte ayrı bir kapıyı fark edince kapıya doğru yöneldi. Açtığında ise Defne’nin yatak odasındaydı. Defne sessizce bir melek gibi uyuyordu yatakta. Önce şok oldu. “Nasıl olabilir ki?” kelimesi geçti aklından fakat fark eder miydi? Zaten kaçırmayı düşünüyordu. İçeriye girdi, sessizce kapıyı kapattı ve yatağa yanına uzandı.

Yedinci matruşka kendiliğinden gösterdi lanetli yüzünü.

İra

Günler sonra odadan çıktı Defne’nin dünyaya olan tek bağı kendisiydi. İstediği her yemeği ve her şeyi götürüyordu. Defne’nin kendisini sevmeye başladığını gözleriyle görmüştü. İlk tanıştıklarında Sora’nın dediğini düşündü Zafer, “Evet ismimin artık anlamını yerine getirebiliyorum. Sonunda kendi haneme bir zafer daha yazabiliyorum” dedi. O sıra gözleri şömineye ilişti. Son matruşka da meydandaydı artık. Fakat üzerindeki resmin kendisine olan benzerliğiyle hiçbir alakası yoktu. Kutsal metinlerde veya kitaplarda geçen şeytan tasvirlerine birebir uyuyordu. Simsiyah gözler, kahkaha atarken ağzının cehennem kızıllığı meydandaydı. Eksik olan tek şey ise boynuzlarıydı…

Odaya geri döndüğünde Defne uykusunda eski sevgilisinin adını sayıklıyordu. Önce inanamadı. Sonra öfkeden gözü dönmüş bir şekilde üzerine saldırdı. Defne uyanınca artık rol yapmasının bir anlamı kalmadığını anladı. Zafer’in yüzüne gülerek “Hep O’nu seveceğim” dedi.

Zafer doğruldu kızı öfkeyle kaldırıp kucağına aldı ve balkona çıkarak aşağıya bıraktı.

Mortem

O an müthiş bir uğuldama oldu. Yer ve mekânın değiştiğini hissetti. Keskin bir ışık gözlerini kör edercesine parıldayıp duruyordu. Hemen yanında Sora’nın sesini duydu. Sora, “öfkenden dolayı insan öldürmen normal. Ancak öldüreceğin insan Defne olmamalı” dedi. Kolundan tutarak kendisiyle birlikte sürüklemeye başladı. Başka bir kapının önünde durdular. İçeriye girdiklerinde odada siyah mermerden bir masa göze çarpıyordu. Üzerinde parmaklarıyla çeliğini kavramış ve sapı ise radius kemiği olan bir bıçak duruyordu. Sora, “yapman gereken köşedeki insan evladını öldürmektir, bu dakikadan sonra efendim ile aranda sadece o çocuk durmaktadır. Bütün görevleri geçtin” dedi.

Zafer bıçağa uzandı eline aldığında sanki kendi uzvuymuş gibi hissetti. Odanın köşesinde duran çocuğa doğru yürüdü. İçinde tanımadığı bir keder oluşmaya başladı. Çocuğa bakınca kendisini gördü. Daha annesi ölmeden birlikte çekildikleri son resimden çıkmış gibiydi. Sora “Hadi” deyince elindeki bıçağı kaldırdı, indirdiğinde çocuğun avuçlarının kanadığını gördü. Avuç içlerini kesmişti. O an eline bakma ihtiyacı hissetti. Sol avucunu çevirdiği anda iyileşmiş yara izini gördü. Bıçağı tuttuğu eli ise hâlâ havada ve başka birine saplanmış gibi duruyordu. Kime saplandığını görmek için baktı. Annesiyle çektirdiği resmin tam karşısındaydı. Yüzünü çeviremedi ve boğazını parçalarcasına haykırdı.

… Bir yıldır kendisinden haber alınamayan öğrenci Zafer Kara’nın cesedi Yumurtatepe Höyüğünün üzerinde bulundu. Yetkililer herhangi bir açıklama yapmadı fakat uzun süredir ölü olduğu düşünülüyor. Yerleşim yerine yakın olmasına rağmen bu kadar süredir orada olması imkânsız gibi görülse de yapılan ilk incelemeler sonucu bir yıldır orada olduğu ortaya çıkmış durumda…”