Öykü

Yaşam Hurdacısı

Kırmızı uyarı ışığı yanıp sönüyordu. Hurdacının ışığı fark etmemesi sebebiyle uyarı ışığı üçüncü defa yanıp söndükten sonra hurdacının bölgesinde alarm çalmaya başladı. Çalmaya başlayan alarm ile birlikte hurdacının kapalı gözleri ardına kadar açıldı. Uzandığı yerden doğrulup dışarı baktı. Neredeyse akşam olmuştu. Gökyüzü işten eve dönen insanların araçlarının karmaşası ardında basit bir fon gibi kalmıştı. Araçların farlarından yayılan ışık hurdacının önündeki pencerenin içinde kırılıyor, hurdacının bölgesi saniye aralıklarla aydınlanıyordu. 258. Bölgeydi hurdacının bölgesi. Babası, yeni dünyanın 258. hurdacısıydı. O da babasının görevini devam ettiriyordu. Babadan oğla hurdacılık…

Alarm hâlâ bölgenin içinde yankılanıyor, kırmızı uyarı ışığı ısrarla yanıp sönüyordu. Bu uyarılara bir de mekanik bir ses eklenmişti:

“Patron! Temizliğe gitmen gerekiyor. Patron! Temizliğe gitmen gerekiyor. Patron! Temizliğe…”

“Tamam. Anladım” diye bağırdı hurdacı. Önce mekanik ses, sonra alarm susmuştu, en sonda da bir iki kez daha yanıp sönen kırmızı uyarı ışığı sönmüştü. Doğrulduğu yerden kalkıp yeni görevi için hazırlanmaya başladı. Az önce yanıp sönen kırmızı uyarı ışığının da bulunduğu konsola doğru yürüdü ve bastığı birkaç farklı düğme ile odanın içindeki karanlığı yanan ışıklarla yok etti. Işıkların yanmasıyla bölgenin canlı cansız varlıkları netlik kazanmıştı. Çok bir şey yoktu aslında hurdacının bölgesinde: Bir duvarı kaplayacak genişlikteki konsol, karşı duvarı tek başına süsleyen televizyon, yer yer kumaşı yırtılmış koltuk, koltuğun karşısında kapısı kapalı bir dolap, dolabın dibinde duran bond çanta, ortada tahtadan kesilmiş bir masa, üzerinde birkaç spor dergisi ile hiç okunmamış kitaplar, yeşil kapaklı bir defter, boş bir pizza kutusu ile boşalmış içecek şişeleri ve bir de uzaktan kumanda. Televizyonda kanal değiştiremeye yarayan bu uzaktan kumanda iki milenyum öncesine ait olsa da yine de hâlâ iş görüyordu. Televizyonla konuşarak da kanalları değiştirebileceğini biliyordu fakat televizyonun da kendisine cevap vermesinden korkuyor, bu yüzden hiç bu işe bulaşmıyordu. Hâlâ işlevini yitirmemişti uzaktan kumanda. Yaşasın uzaktan kumanda! Hem bir bölgede fazla gelişmiş tek bir zihin yetiyor da artıyordu bile. Bu sırada yeniden konuşmaya başladı, bedeni olmasa da bölgenin içinde yaşayan ve bölge içerisinde her türlü erişime sahip mekanik ses.

“Affedersin patron! Uyanınca ne kadar sinirli olduğunu unutmuşum.”

“Sahiden bir şeyleri unutabiliyor musun? Yoksa depolama alanın uzayın derinlikleri kadar sonsuz mu? Hiçbir şeyi unutmamanı aklım almıyor çünkü.

“Lafın gelişiydi patron! Siz insanlardan öğrendiğim şeyler bunlar. Asıl siz sahiden unutuyor musunuz bazı şeyleri? Benim de bunu aklım almıyor işte. Madem bir gün unutacaksınız, o halde neden unutacağınız şeylere zihninizde bir süreliğine yer veriyorsunuz? Yapım aşamasında bir sorun mu oluşmuş acaba?”

“Unutmak hamurumuzda var bizim. Hatırlıyoruz elbette ama bazı şeyleri unutmasak ölürüz.”

“Hamur derken? Çamurdan yaratıldığınızı söylemiştin. Başka biri de maymundan değişe değişe insan olduğunuzu söylüyordu. Tekrar kontrol ediyorum. Hamurdan yapıldığınızı söyleyen kimse yok.”

“Boş ver şimdi hamuru çamuru. Lafa tutma beni. Adresi söyle. Bu sefer nereye gidiyorum.”

“Derhal Patron! Kozmos sokak, Samanyolu apartmanı, Numara 42.”

Hurdacı takım elbisesini giymiş, ayaklarına da spor, beyaz bir ayakkabı çekmişti. Masada duran yeşil kapaklı defteri ceketinin cebine yerleştirdi. Dolabın dibinde duran bond çantayı aldı. Bölgeden çıkmadan tekrar mekanik sese seslendi:

“Fırının içinde tavuk var. Ben gelene kadar pişmiş olsun. Çıkarmak için acele etme, iyice pişsin. Yanına bolca mayonez hazırla. Birkaç parça ekmek kızart. Bir de kola… Fazla soğuk olmasın. Döndüğümde hepsi hazır olsun.”

“Emredersin patron! Ha bu arada silahını unutmadın değil mi?”

“Robot… Bana işimi öğretme”

Bölgeden ayrılmadan gözlüklerini gözüne geçirdi ve oradan ayrıldı. Yürümeye başladıktan birkaç saniye sonra da ayaklarından kafasına doğru bir simülasyonmuşçasına ışınlandı. Bir saniye sonra Kozmos sokak, Samanyolu apartmanı, 42 numaranın önünde belirdi.

Evin içine giren hurdacının yüzüne, uzun zamandır evin duvarlarında dolaşan sessizlik vurmuştu. Evdeki toz seviyesi parmak ölçü birimini çoktan aşmıştı. Havasız, rutubetli bir evdi burası. Geçmişte her ne kadar içinde bir aile yaşamış olsa da şimdi yaşamdan pek de eser yoktu. Burası artık yeni bir aileyle yeniden hayat bulmalıydı. Yeni dünyanın kuralları böyleydi. Bir ev bir aileye en fazla bin yıl hizmet edebilirdi. Bu süre dolduktan sonra o ev, tüm varlıklarıyla birlikte yok edilmek zorundaydı. Dünya artık akıl almayacak kadar kalabalık bir yerdi ve herkese yetecek kadar ev yoktu. Bu yok etme işlemi ise hurdacıların göreviydi. Dünyanın hurdacıları artık eski eşyaları değil eski yaşamları topluyorlardı.

Hurdacı evin içinde ilerliyor. Karşılaştığı her eşyayı küçültme işlevi gören cihazının yardımıyla bond çantaya sığacak boyutlara getiriyordu. Koltuk takımı, televizyon, perdeler, beyaz eşyalar, masalar, sandalyeler, uzun zamandır üzerinde kimsenin yatmadığı yataklar, pantolonlar, tişörtler, ayakkabılar, bir zamanlar bütün aile fertlerinin sığdığı fakat şimdi içinde sadece bir kişinin göründüğü çerçeveler… Hepsi bir bir küçülüyor ve bond çantadaki yerlerini alıyorlardı.

Evin içinde küçültecek bir şey kalmayınca sıra evdeki son yaşam belirtisine gelmişti. Evde yaşayan ailenin hayattaki son üyesi. Yüz yaşını geçtikten sonra dünyada kaldığı süreyi hesaplamayı bırakan yaşlı adam, hurdacının geldiğini duymuş, odasında onu bekliyordu. Hurdacı, yaşlı adamın odasına geldiğinde yaşlı adam yüzünü pencereye dönmüş gökyüzünü seyrediyordu. Bir süre öyle durduktan sonra hurdacıya döndü.

“Sana bir sorum var hurdacı. Her gece gördüğümüz yıldızların aslında çok önceden gördüğümüz yerde olduklarını ve biz onları görene kadar onların oldukları bölgeyi terk ettiklerini ya da öldüklerini biliyor muydun?Hani dünyadaki zamanla uzaydaki zaman farklı işliyor ya. Yıldızlarla aramızda olan mesafe çok büyük. Bu yüzden biz bir yıldızı görene kadar aslında belki de o yıldız ölmüş oluyor ve biz geçmişten bir varlığa bakmış oluyoruz.”

Hurdacı yaşlı adamın yanına kadar gelip durdu. Yaşlı adam gibi bir süre yıldızları seyretti. Ardından bakışlarını yaşlı adam çevirdi.

“Geçmiş diye bir şey yok artık. Varlıklar sadece yaşadıkları süre içerisinde var olabiliyorlar. Yok olduktan sonra ise dünyada onlardan herhangi bir iz kalmıyor. Geçmişte gelecek yok deniyordu. Şimdi sürekli gelecek denen gelecekteyiz ve geçmiş yok ediliyor. Yok edilmesi gerekiyor. Bu dünyada artık geçmişe yer yok.”

Yaşlı adam, hurdacının ne demek istediğini anlamış gibi yavaş yavaş yatağına geçip uzandı. Hurdacı da ceketinin cebine koyduğu yeşil kapaklı defteri çıkarmış, bir şeyler yazmaya hazırlanıyordu. Yaşlı adamın yerine iyice yerleştiğini görünce prosedür sorularını sormaya başladı.

“Adınız, soyadınız ve doğum tarihiniz?”

“Muhammed Atakur. 1 Ocak 3998.”

“Sahiden 1 Ocak’ta mı doğdunuz?”

“Ne yazık ki sahiden 1 Ocak’ta doğdum.”

Hurdacı omuz silkti ve not almaya devam etti. Yaşlı adam ise konuşmaya devam etti. Henüz dünyaya ya da konuşmaya doymamıştı.

“Sana zor olmuyor mu böyle?”

“İlk başlarda zor geliyordu tabii ama sonra alışıyor insan. Herkesin yaptığı işi layığıyla yapması gerekiyor. Birinin de dünyayı eskimiş şeylerden temizlemesi gerekiyor.”

“Hayır, temizlik işinden bahsetmiyorum. Dördüncü milenyumda hâlâ kâğıt, kalem kullanmandan bahsediyorum. Söylediklerini anında kaydedebilecek tonla cihaz varken… Ne bileyim biraz garip geldi.”

“Ha o mu? Bu bilgileri dijital ortama asla aktarmam. Teknoloji istediği kadar gelişsin, dünya istediği kadar değişsin. Bir gün, bütün bu dünyayı ayakta tutan teknolojik ağ çökebilir ve eğer öyle bir gün gelirse bu kayıtları kaybetmek istemem. Milyonlarca yıl geçse de kâğıt ile kalem hâlâ insanlığın en iyi icadı.”

“Yeni dünya eski kafa…”

“Biraz öyle.”

Defterini tekrar ceketinin iç cebine koyan hurdacı, bond çantasından silahını çıkardı ve artık temizliği bitirmesi gerektiğini hareketleriyle belli etti. Yaşlı adam gözlerini kapattı. Hurdacı silahını yaşlı adam doğrulttu ve ateş etmeden adama iyi uykular diledi.

Silahtan çıkan duman henüz tütüyorken, hurdacı, bölgesindeki mekanik sesin kendine seslendiğini işitti.

“Patron! Tavuk pişti. Yemeğin hazır, seni bekliyor.”

“Bence biraz daha pişmesi gerekiyor. Tavuk dediğin iyice kızarmalı, pişmemiş yeri kalmamalı.Anladın mı robot?”

“Tabii patron, nasıl istersen.”

“Beş dakikaya oradayım.”

Hurdacı, evin geri kalan son odasının eşyalarını da küçültüp çantasının içine attı. Artık yaşam belirtisi göstermeyen bedeni ise bir saniye içerisinde küle çevirdi ve küller içinde elindeki çantanın içinden uygun bir kutu buldu. Ardından büyük beyaz bir butonu yere bıraktı. Yerdeki butona basar basmaz etrafa yayılan beyaz ışık evi tüm kirlerinden ve havasızlığından kurtardı. Ev ilk gün gibi temiz, ilk gün gibi kullanılmamıştı. Yaşam kalıntıları tamamen temizlenmiş, evin eski sahiplerinden geriye bir şey kalmamıştı. Hurdacı evi terk edip yeniden hologrammışçasına ışınlanırken az önce temizlenen evin yeni sahipleri gelmek üzereydi.