Öykü

Arabalara Neler Oluyor?

Güneş batarken kızıl ışıklarının içinden ağır adımlarla ilerlemekte olduğum hurdalıktaki arabalara değişik tonlarda yansıdığına dikkat ettim. Paslanmış demirler koyu kiremit rengine bürünmüş, dökülmüş boyaların üstüne bir kat kırmızı ton sürülerek yeni bir karışım elde edilmişti sanki. Bir an bir ressamın bu manzarayı çizerken tablosuna bu renkleri layıkıyla verip veremeyeceğini ya da sanatçıya has nesnelliğiyle bu manzaraya nasıl bir yorum getireceğini, daha doğrusu renklerin bu anlık oluşmuş özel tonuna saygı duyan ve bunları olduğu gibi yansıtma kaygısı güden bir yorum getirmesinin mümkün olup olamayacağını düşündüm. Fotoğraf sanatında işler, renkleri yansıtmak açısından biraz daha kolay olabilirdi yeter ki birçok fotoğrafçının içine düştüğü anlamsı rötuş hevesi, paylaşım siteleri için bu renkleri doğal görünümlerinden çıkaracak kadar canlılaştırma ve tutkusu olmasaydı.

Ama şu anda ilgilenmem gereken konu bunlar değildi. Tam 15000 bin lira kredi borcumu nasıl ödeyeceğimi saatlerdir düşünüyordum ve kafamı dağıtmak için çıktığım ama düşüncelerimi dağıtmak şöyle dursun daha da ağırlaştıran bu yürüyüş beni şehir dışına, bu ıssız ve kasvetli hurdalığa sürüklemişti. Arabalara bir kez daha dikkatle baktım. Ne kadar eskimiş, tanınmaz hale gelmişlerdi. Halbuki tahmin ediyorum, hepsi ne umutlarla alınmış, aylarca yıllarca bunlar için ne paralar biriktirilmiş, taksitleri ödemek için gece gündüz ne emek sarf edilmişti. Koltuğa ilk oturuş anı, direksiyona ilk dokunuş, ilk gezinti. Ne büyük mutluluk. Çocuklar ellerinde oyuncaklarıyla camlardan manzaralar seyretmiş, sevgililer radyoda romantik şarkılar çalarken birbirine sarılıp dolunayı seyretmişti. Bir zamanlar hayatın her yönüyle yaşandığı bu arabalar şimdi üst üste, kırık dökük, sağa sola yatık dönük halleriyle grotesk, korkunç, batan güneşin kızıl ışıklarının kattığı canlı renkler olmasa bakılamaz haldeydi. Güneş batıyordu. Borç kaygısı bunaltıyordu. Arabalar çoğalıyor yükseliyor, adeta göğe ulaşıyordu. “Burada bu kadar araba olduğunu bilmezdim, şehirdeki bütün hurdalıkları tek bir merkezde mi toplamaya karar verdiler yoksa?” diye bir düşünce aklımda hızla geçip gitti. Yeniden borçlarım beni esir aldı. Bütün eşe dosta akrabalara sormuş, yardım istemiştim. Vallahi iki ay içinde ödeyeceğim söz demiştim. Dinlememişlerdi. Etrafta arabadan başka bir şey kalmadığını hissettim. Benim de arabam olsaydı, satardım diye düşündüm. 15 bin lira edecek bir eşyam yoktu ki. Arabaların apartman gibi yükseldiği bir yere gelmiştim sanki. Bu hurdalıktan gerisin geri çıkmaya ve eve dönmeye karar verdim.

Bir an etrafımda cereyan eden manzaranın farkına varmamla yoğun bir dehşet duygusuyla boğazım tutuldu. Sağımda solumda arabalar havada asılı duruyordu. Oldukları yerde sanki hafif dalgalı bir denizdeki kayıklar gibi sağa sola sallanıyordu. Çığlıklar atarak geldiğim yöne doğru kaçmaya başladım. Havada asılı duran arabaların arasından geçerken bir tanesi kafama düşecek diye korku içinde koşturuyordum. Bu arada gök mavisi tonlarında uzun cübbe gibi bir şey giymiş bir adamı gördüğümü hatırlıyorum. Zavallı, o da mı benim gibi mahsur kalmıştı? Ama yanına gidip yardım teklif etmek o telaşta aklıma bile gelmedi.

Hurdalıktan çıkıp geriye dönüp baktığımda arabaların eskisi gibi yerde, üst üste yığılı olduğunu, mavi cübbeli adamın da görünürde olmadığını fark ettim. “Herhalde borç kaygısıyla psikolojim bozuldu, hayal gördüm,” diye düşünerek eve döndüm.

Bu hurdalıkla ilgili duyduğum ama pek umursamadığım bazı hikâyeler gece yatarken aklıma geldi. Bundan bir hafta önce bir adam hurdalıktan bağıra bağıra koşarak çıkarken görülmüş, sonra ayağı takılıp düşünce onu görenler bunu fırsat bilip başına üşüşmüşler. Adam ağlıyor, bağırıyor, üstünü başını çekiştiriyormuş. Neyin var diye soranlara, “Gitmeyin, orada korkunç şeyler oluyor,” diyerek kaçıp gitmiş. Birkaç gün önce de üç çocuk hurdalıkta oynamaya gitmiş, sonra çığlıkları kulağa gelmiş. Yardıma koşanlar, çocuklarla hurdalığın girişinde karşılaşmışlar, üçü de koşarak geliyormuş. Ağlayarak “Ötede arabalar kendi kendine gitmeye başladı,” demişler. Çocukları “Sıcaktan hayal görmüş olmalısınız,” diye teselli etmişler ama üç çocuğun da aynı hayali görmesine elbette anlam verememişler. Merak edip hurdalığı araştıranlar ise anormal hiçbir şey görememiş, her şey eskisi gibiymiş.

Ertesi gün gene aynı gün batımı saatlerinde beni hurdalığa getiren, gördüklerim ve duyduklarımın birleşerek bende uyandırdığı merak duygusuydu. Bu işi çözmek istiyordum. Belki doğaüstü bir tecrübeyi, beni 15 bin liralık borçtan kurtaracak kadar etkili bir mucize başıma gelir diye istiyordum. Birçok insan en umutsuz anlarında doğaüstüne sarılıyor ya da kurtarıcı beklentisine giriyor. Ne olacaktı? Araba girdabına kapılıp sürüklenirken borçlarım tek kalemde silinecek miydi? Bekledim. Bir süre hiçbir şey olmadı. Sonra yaklaşık 10 metre ötede havalanan bir araba görünce hemen oraya gittim. Sonra bir araba daha havalandı. Sonra bir üçüncüsü. Kalbimin atışlarını bastırmaya ve paniğe kapılmamaya çalışarak etrafa baktım. Mavi bir siluetin arka tarafımda geçip gittiğini fark edince derhal o tarafa döndüm. Evet, bütün bunların dün gördüğüm o mavi cüppeli adamla bir alakası olmalıydı. Adamı aramaya başladım. Göründüğü gibi kaybolmuştu. İlerledim, döndüm, bakındım, bir daha döndüm. Sonunda arkamda “Beni mi arıyorsun?” diyen bir ses duydum.

Havalanan arabalar inmiş, etraf normale dönmüştü. Adam karşımda yerlere kadar mavi cübbesiyle duruyordu. Açık kumral saçları, soluk beyaz bir teni vardı, sorar gibi bana dikilen gözleri gri tonlarındaydı, yüzü incecikti, cübbesinin altından da ne kadar zayıf olduğu seçilebiliyordu. Yaşı belirsiz gibiydi, otuzlarında gösteriyordu ama yüzündeki bir iki kırışık ellisini geçmiş olabileceğini düşündürüyordu. Genç gösteren bir yaşlı mı yoksa yaşlı gösteren bir genç mi olduğu belli değildi.

“Burada neler oluyor?” Ağzımdan çıkan sözler ancak bunlardı.

“Tekrar geleceğini tahmin etmiştim. Kaçtıktan sonra dönüp buraya baktığında anlamıştım.”

“Bu arabalarla neler oluyor burada?”

Adam cevap vermedi. Sanki bir şeyler söylemek ister gibi bir süre durdu. Sonra etrafında göz gezdirerek, “Zamanın akışı senin için ne ifade ediyor?” diye sordu.

“Nasıl yani? Ne alâka?”

“Zamanın bütün dünyada aynı şekilde aktığını düşünenlerdensin değil mi? Çünkü başka türlüsünü görmedin.”

“Başka nasıl olacak ki?”

“Diyelim dünyada zaman bildiğin gibi akıyor, ama belli bölgelerde, daha doğrusu belirli bir alanın bir kısmında zaman farklı akıyor. Mesela daha ileriye ya da geriye akıyor. Bu durumun kontrol edilmediği takdirde insanlık tarihini ne derece değiştireceğini ön görebilirsin? Dünyanın geri kalanında zamanın düzgün aktığını unutmayalım.”

Soru bana karmaşık gelmişti. Ama adamın nereye varacağını merak ettiğim için aklıma gelen cevabı sıraladım.

“Bilemiyorum. Zamanın farklı aktığı yerlerde ne olduğuna bağlı. Bir de etraftaki insanların tepkisine.”

“Diyelim deden karşında birden elli yaş gençleşti. Yaşı senden daha genç olursa artık ona dede diyebilir misin?”

“Eğer elli yıl öncesine, ben doğmadan önceki haline dönüşürse, benim doğup da bu yaşıma gelmem 50 yıl gecikmiş olmaz. Çünkü zaman, benim durduğum yerde gene normal akar. Dedemle yaş farkı kapanır. Ama bu resmi işlemlerde sorun çıkarabilir sanki. Tabii anneannemle evliliği de çok farklı bir boyut kazanır. Çok karışık bir konu bu. Hem niye soruyorsun? Arabalarla ne ilgisi var? Burada neler oluyor?”

Adam düşünceli gibiydi. Sorun duymamış gibi devam etti. “Canlılarla hep sorun çıkacak bunu biliyorum. En iyisi hep cansız nesnelerle devam etmek.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Bak şu kelebeğe.”

İki metre ötemizde sarı bir kelebek uçuyordu. Adam elli adım kadar ötesinde garip bir nesnenin başına kadar ilerledi. Ahşaptan yapılma, su ısıtıcı, pompalı krem sabun şişesi ve havan karışımı çok acayip bir şeydi.

Nesnenin yanındaki sürahide uçuk pembe, saydam bir sıvı vardı. Bu sıvıdan alete döktü. Sonra kelebeğe nişan aldı, aletin üstündeki pompaya bastırdı, sıvı kelebeğin üstüne püskürdü. Sonra adam pompanın arkasındaki havana benzeyen kısımdaki kolla sıvıyı saat yönünün tersine çevirdi. Kelebek bir süre havada asılı kaldı, dalgalı bir denizin üstündeki kayıklar gibi sağa sola sallandı, etrafını beyaz bir örtü sardı ve kelebek ortadan kayboldu.

“Ne yaptın sen?” diye sordum heyecanla.

“Haydi, kelebeği en son gördüğün yere git ve bak.”

Önce hiçbir şey göremedim, kelebekten eser yoktu. Adam “Yere bak,” deyince dediğini yaptım ve yerde bir tırtılın gezindiğini hayretle gördüm.

“Kelebek gibi canlılarda hayatın doğal akışı için fazla büyük bir risk görmedim ama gene de insanlar üzerinde denemeyi düşünmüyorum,” dedi adam.

“Sen… Zaman makinesi mi çalıştırıyorsun orada?” diye sordum allak bullak bir yüzle.

“Zamanda geriye gidiş bununla mümkün, ileriye gidiş kısmını da geleceği öngörmek adına çok kullandık. Ama bu makinenin yapabilecekleri sınırlı. Sadece belli nesneleri geçmiş veya gelecek hallerine döndürebiliyor. Bunu yaparken nesnelerin zaman içine gelip geçtiği yerleri hesaba katmıyor yani nesneler burada bulunmaya devam ediyor. Yani zaman akışını hayat çizelgesi bağlamında değiştirmiyor, sadece eşya olarak durumunu değiştiriyor.”

“Yani bir tür yaşlanma karşıtı formül. Kozmetik bir etkisi de var diyebiliriz. Entropiye direniş. Çok enteresan.”

“Nasıl istersen öyle görebilirsin.”

“Peki, bu alet nasıl keşfedildi. Bu sıvı da neyin nesi? Parfüm mü bu?”

Adam bir süre sıkıntıyla durdu, düşündü. Sonra ağır bir tavırla, sesini alçaltarak devam etti,

“Bunu sana bütünüyle açıklamak doğru mu bilmiyorum. Ama elimden geldiğince özetleyeceğim. Biz çok eskiyiz. Geçmişimiz yüzyıllara dayanıyor. Sülalemiz nesilden nesle bilgilerimizi el verme yöntemiyle aktarıyor. Gizli ilimlerde birçok şeyi başardık ama takdir edersin ki herkese neler yaptığımızı anlatamayız. Yüzyıllarca çok gizli hareket etmek mecburiyetinde kaldık. Zamanda yolculuk deneyimi geçmişimizde pek olmadı. Beş kuşak önceki dedem, bu çok özel formülü buldu, birkaç kez uygulamış, sonra ahlaki açıdan doğru bulmayıp vazgeçmiş. Ama formülün yazılı olduğu notları atmamış.”

“Bir dakika, siz kimsiniz? Sülaleniz ne sülalesi?”

“Sana fazla bile anlattım. Adımızı sorma istersen.”

“Ön adını söyleyemez misin peki?”

“Nuri.”

“Memnun oldum. Ben de Hasan. Siz büyücülük mü yapıyorsunuz?”

“Gizli ilimlerle uğraşıyoruz.”

“Peki, arabalardan istediğin nedir?”

“Dedemin aksine bu zaman deneyi meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dikkat çekmeyen, ıssız bir yerde, gözden çıkarılmış eşyalar üzerinde bunu denemek istedim. Ama günler oldu başaramıyorum. Küçük eşyalarda ve kelebek gibi hayvanlarda etkili olan bu deney, araba gibi büyük eşyalarda etkili olamıyor. Nedense yarım kalıyor, deney iptal oluyor, arabalar yeniden aşağı düşüyor. Üstelik bir arabayı hedef aldığım halde bazen birkaçı birden havalanıyor. Nerede yanlış yapıyorum bilmem ki.”

“Notlar yanında mı? Bakabilir miyim?”

Cebinden eskimiş bir defter çıkardı. Onlarca yıl öncesinden kaldığı için yaprakları sararmaya yüz tutmuştu. “Bunu dedem Osmanlıcadan tercüme etti. Ölçü birimlerini de başarıyla uyarladı. Asıl notları getirmedim, artık çok eskidiler, iyi korunmaları gerekiyor.”

“Formülü öğrenmemden çekinmiyorsun demek.”

“Burada dedem malzeme adlarını şifreli yazmış. Olur da birinin eline geçerse diye. Rahmetli ne akıllı adamdı.”

Anlamını bilmediğim garip isimler taşıyan malzemelerin yanında bu malzemelerin hazırlanacak sıvıya ne kadar konacağı yazıyordu. Afoçfgjm diye hilkat garibesi bir isme sahip malzemeden 20 mililitre konacağı okumuştum ki 20’nin önünde bir adet 1 rakamının silinmiş olduğunu fark ettim. Bunu Nuri’ye bildirdim. Nuri dikkatle baktı baktı.

“Evet silinmiş… Doğru ya, zencefil suyu 20 mililitre değil, 120 mililitre olacaktı. Hay yaşa sen!” diyerek iki elini omuzlarıma koydu. Hemen çantasını açtı. İçinden küçük bir mililitre ölçer tüp çıkardı. Sonra çantada yan yana dizili sıvı dolu şişelerden bir tanesini aldı ki herhalde zencefil suyu olacaktı. Dikkatle suyu ölçeğe doldurdu. “Yirmi koymuştum, yüz daha koyayım.”

Zaman makinesi görevi gören alete sıvıyı boşalttı. Sıvı açık pembeyken daha koyu bir pembe halini aldı. Aleti dikkatle arabalardan birine nişanlandı. Sonra havan gibi olan bölümde kolu tutup aletin içindeki sıvıyı saat yönünün tersine çevirmeye başladı. Araba havalandı, kayık gibi sağa sola sallandı. Sonra yavaş yavaş o eski harap hali kaybolmaya, dökülen boyaları sanki onarılmış gibi yenilenmeye ve parlaklaşmaya, çökük yerleri düzelmeye, kırılan camları da birleşmeye başladı. Çok geçmeden araba sanki yeni imal edilmiş ve hiç kullanılmamış gibi pırıl pırıl bir halde yerdeydi. Gözlerime inanamıyordum.

Nuri bana sarılarak “Başardım, sonunda başardım, senin sayende,” diye bağırıyordu.

“Bu bitki suları, bunları karıştırıp parfüm gibi sıkmak… Ben anlamıyorum.”

“Aslında ilk öğrendiğimde ben de anlamamıştım. Ama nasıl oluyorsa oluyor, belirli birkaç bitkinin sularını belli bir miktarda karıştırınca zamanın akışını döküldüğü yerde değiştiriyor. Bu alette kalan karışımla her nasılsa ortak hareket ediyor. Buradaki karışıma ne oluyorsa oraya püskürtülen karışımda da aynı etki oluyor. Püskürtülen sıvının kolun döndüğü yönde etki etmesine niyet ediyorsun. Saat yönünün tersinde kolu çevirirsen zamanda geriye gidiş etkisi oluyor, saat yönünde çevirirsen zamanda ilerliyor. Ne kadar hızlı çevirirsen zamanda o kadar ilerleme oluyor.”

“Ya… Çok ilginç. Aynı zamanda çok saçma. Bilimsel açıdan olağan gelmiyor, büyü konusunda bildiklerimle de uyuşmuyor. Olağan dışı, ama bana bir yandan tam bir saçmalık olarak geliyor. Şu bitki bu bitki karışacak, zamanda yolculuk etkisi yapacak hem de kol çevirince. Ne kadar saçma değil mi? Bunu söylemiştim zaten pardon.”

“İşe yarıyor ya ona bak.”

“Deden nasıl buldu peki?”

“Bilemem. Bilsem de söyleyemem.”

“Haydi diğer arabalara da yapalım!”

“Ben zaten bunun için gelmiştim.”

Hurdalıkta onlarca, belki de yüzlerce araba vardı. Saatlerce, üşenmeden hepsine tek tek uyguladık. Arabalar tek tek ilk imal edildikleri haline dönüyordu. İçimi garip bir sevinç dalgası sarıyordu, oradan hiç ayrılmak istemiyordum. Mucize yanı başımdaydı, sanki tarih yazılıyordu. Keşke bütün insanlar bu manzarayı görebilseydi. Basına günlerce, aylarca manşet olurdu. Firmalar patent için bizimle yarışırdı. Bu aletle kim bilir neler yapılırdı.

Çalışmamızı sabaha karşı bitirdik. Çok geçmeden güneş doğacaktı. Hurdalık artık bir hurdalık değil, yepyeni gıcır gıcır arabalarla dolu bir galeri görünümündeydi.

“Bir sürü yeni araba. Üstelik satışta değiller, sahipleri çoktan bırakıp gitmiş, hepsi bizim oldu. Kim bilir toplam kaç para eder bunlar?”

“Satmayı mı düşünüyorsun?”

“Neden olmasın?”

“Gizli ilimleri maddi çıkarlar için kullanmanın insanı manevi yönden mahvedeceğine dair dedelerimiz bizi daima uyarmıştır.”

“Peki, ne olacak bunca araba?”

“Sahiplerine iade edeceğiz.”

“Nasıl yani?! Onlar çöpe attı bu arabaları anlamıyor musun? Çoktan yenisini, daha iyisini almışlardır.”

“Ya alamadılarsa? Ya arabasız kaldıkları için içleri yanıyorsa?”

“Nereden bulacağız sahiplerini. Arabalar sağdan soldan toplanıyor, rastgele atılıyor buraya.” İçimden isyan etmek geliyordu.

“Her şeyi önceden düşündüm. Buraya kimin arabası nasıl geldi, nereye atıldı hepsini araştırdım buldum. Çalışma uzun sürdü, beni çok uğraştırdı ama bütün arabaların sahiplerini biliyorum.”

On beş bin liralık kredi borcumun olduğunu, bu arabaların hiç olmazsa bir iki tanesinin satılmasına çok ihtiyacımın olduğunu, yoksa başımın büyük dertte olduğunu defalarca yalvarır tonda söylesem de ikna edemedim. Güneş yükselince arabaların tek tek fotoğrafını çekip, telefonuna not ettiği numaralara mesaj atmaya başladı. “Sayın … (araba sahibi) Arabanız fotoğrafta görüldüğü üzere çok özel bir işlemden geçirilerek, tekrar ilk günkü haline kavuşturulmuştur. Birazdan size atacağımız konumda bulunan hurdalıktan gelip teslim alabilirsiniz.”

Pazar günüydü, işe okula gitme zorunluluğu yoktu. Sabahın erken saatlerinde yüzlerce insan hurdalığa toplanmıştı bile. Sağdan soldan sevinç çığlıkları yükseliyor, arabalarına ağlayarak sarılanlar, hatta öpenler oluyordu. Bu manzarayı görünce arabaları zimmetime geçirmeyi düşünmüş olduğum için utanmaya başlamıştım. Arabalarına kavuşanların sevinçleri bana bir anlığına da olsa kredi borcumun üzüntüsünü unutturmuştu. Nuri gelen herkese yol gösterip arabalarını bulmaya yardım etmeye uğraşıyordu. Nuri’nin araba sahiplerini görür görmez tanımada ve arabalarıyla doğru bir şekilde eşleştirmede, telefon numaralarına kadar her şeylerini öğrenmede “gizli ilimlerinin” bir payı bulunmuş olabileceğini sezmiyor değildim.

Bütün sahipler arabalarına kavuştuktan sonra Nuri yanıma geldi. “Artık gitmem gerek,” dedi.

“Peki, şimdi ne olacak? Bu aletle ne yapacaksın?” diye sordum.

“Henüz düşünmedim. Ama rahmetli büyük dedem gibi çalışmaları yarıda bırakmayacağım orası kesin.”

Sevinç içinde zıplayan, el ele fır dönen, arabaların üstüne çıkıp çığlıklar atan kalabalığa bir süre daha baktım. “Keşke bende de bu aletten olsaydı,” diyerek döndüğümde Nuri’nin çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Her yere baktıysam da onu bulamadım.

Sonraki günleri, ayları, Nuri’yi yeniden görmenin ve formüle ulaşmanın hayalini kurarak geçirdim. Afoçfgjm’nin Nuri’nin ağzından kaçırmasıyla “zencefil” olduğunu öğrenmemle, formüldeki bütün malzemelerin, isimlerindeki her harften bir sonraki harfin yazılmasıyla şifrelendiğini anlamıştım, formülü bir kez görüp fotoğrafını çekmem bu mucizeyi yaşamam için yeterli olacaktı. Ama Nuri bir daha karşıma hiç çıkmadı. Ben de o olaydan bir hafta sonraki, daha hafif dereceden bir mucizeyle yetindim. Babamın eski bir iş ortağından aldığı parayla kredi borcumu ödemek.