Tam 16 kişi bir brandanın üstünde yatıyorduk. Laciverdi siyaha dönmemiş bir gecenin altında denizden bilmem kaç yüz metre yükseklikteydik. Henüz birkaç saat önce geldiğimiz bu meyve bahçesinin tam ortasına yayılmış branda, kirli ve sertti ama buna da şükürdü. Şu 24 saat içinde her şeye şükretmek gibi ortak bir alışkanlığımız olmuştu zaten.Kıçımıza batan çürük elmalar, bacaklarımızda gezen koca karıncalar, çıtırtısı kendinden daha dikenli kirpiler ve uluyan köpekler eşliğinde uyumaya çalışıyorduk. Karnımız nispeten toktu. Evin birkaç kadın, daha az erkek ve pek çok çocuktan oluşan sahipleri, ömürlük bir minneti hak ediyordu. Çoğu pijamalı, terlikli, elleri yüzleri gözleri dehşetten büzüşmüş bir kamyonet insana kapılarını açmak bir yana onları doyurmak bile meseleydi.
Bahçedeki ocakta sırayla pişen gözlemeleri ağzında yuvarlayıp zorla yutanlar, hava kararıp bahçede nerede oturacaklarını ne yapacaklarını bilemez halde dolanmaya başlayınca, ev sahipleri uzun bir brandayı yere sermiş, yatacak yer olarak burayı göstermişlerdi. Onca insana döşek bulacak değillerdi ya. Allah’tan ağustosun ortasıydı. Zaten kimsenin ne üşüyecek, ne uyuyacak hali vardı. Bahçedeki ocak sönmeden birkaç demlik de çay hazırlandı. Bardaklar yettiğince, önce büyükler olmak üzere birer bardak da çay içildi.
Ne tuhaf geceydi. Ev sahipleri ne derse hiç düşünmeden yapıyorduk. Onların söylediği her şey doğru, mantıklı hatta dâhiyane bir fikir gibiydi. Çünkü aşağıda yaşananları görmeyen bu insanlar dışındaki herkes sarsıntılı bir akıl tutulması yaşıyordu. Bir şey düşünecek hatta karar verecek durumda değildik.
Henüz gece bile çökmeden brandanın üstüne tesbih boncukları gibi dizilmiş, ne yapmasını bilmez halde öylece yatıyorduk. Ev sahipleri ise insaniyet vazifelerini yapmış olmanın verdiği gönül rahatlığıyla çoktan evlerine girmişti. Birkaç gün önce birbirlerine kuru bir selamdan fazlasını vermeyen, kapıları çaldığında kanepedeki battaniyeyi çabucak toplayıp üstünü başını düzelten Deniz Apartmanı sakinleri ise şimdi insanın en mahrem, en kuytu sokağı olan uykuya birlikte geçmek üzereydi. Ne de olsa komşuluktan can yoldaşlığına terfi etmiştik. Ağustos böceklerinin canhıraş ötüşü ilerideki dereden gelen kurbağa vıraklamalarına karışıyor, arada başımıza ağaçlardan düşen yaprak, meyve ya da çalı çırpı ile sıçrayan biri olduğunda herkes telaşlı bir teyakkuza geçiyordu.Bu halimizle henüz çekilmemiş bir korku filmi setine yalan yanlış yerleştirilmiş oyuncular gibiydik. Ya da başka bir gezegene zorla fırlatılmış bir roket dolusu insan, ne bileyim. Tuhaf görünüyorduk sanırım çünkü evin köpekleri hatta ağıldaki koyunlar bile bir değişik bakmıştı bize.
“Uyuyanın üstüne karlar yağar” derdi babaannem. İlk kez üstüme yorgan diye gökyüzünü çekiyordum. Başka bir zaman olsa insanın başının üstünde bir dam olmadan yatmasını yadırgar hatta bundan ürkerdim. Oysa şu an için hepimizin nefes alması,sağımızın solumuzun ve başımızın üstünde bir şey olmamasına bağlıydı. Aramızda bu geçici rahatlıkla iğreti uykulara dalan bile vardı. Annem mesela. Kolunu kardeşimin benden 5-6 yaş küçük başına yastık yapmış, onun çelimsiz bedenini hırkası ile örtmüş,sonra onlara sarılmıştı. Babam yanımızda değildi. Bizi buraya bırakan kamyonetle,her şeyin başladığı deniz seviyesine dönmüştü.
Neden annemle kardeşimin yanında olmak yerine bu iki kadının arasında yattığımı bilmiyordum.Sol yanımda,iyice sokulduğu kocası ile fısır fısır konuşan Gülendam Hanım vardı. Zemin kattaki dairelerinin balkonundan atlarken başlayan hıçkırığı hala geçmemişti. Kesintiyle zıplayan kelimeleri yanı başımdaydı.
“Allah’ım nedir bu başımıza gelen. Çok ölü var diyorlar Selami. Siteler falan hep yıkılmış.”
Diğer yanımda ise 5 numaradaki Jale Hanım, daha geçen hafta bahçeye izmarit attığını iddia ettiği için yüzünü gözünü çizik içinde bıraktığı 7 numara Nevin Hanım’la eleleydi. Hangisinin olduğunu bilmediğim allı pullu bir şalın altında olduklarından daha minyon görünüyorlardı. İkisinin de kocalarının helvaları döküleli çok olmuştu, çocukları desen yurt dışında. Bir gecede yan yoldaşı oluvermişlerdi işte.
“Ah kaldık buralarda Nevinciğim, telefonlar hala çalışmıyor, çocuklar deliye dönmüştür.” “Aman ne yapalım hemşirem, canımız sağ hiç olmazsa, öyle böyle buluşuruz. Baksana Gölcük haritadan silinmiş diyorlar. Bu nasıl felaket ya rabbim, ömrümde görmediğim şey.”
Benim ömrüm henüz 16 senelikti ama ben de böyle bir şey görmemiştim daha önce. Çocukken yatağı biri dürtmüşçesine sallandığımızda, “Ay aman, zelzele oldu” denilen, birkaç Bismillah’ tan sonra çabucak unutulan o şey gibi değildi dün gece yaşadığımız. Denizin altında yaşayan huzursuz dev uyanmış, önce hafifçe silkinmiş, sonra kuyruğunu vura vura, böğüre böğüre toprağın altında sürünmüştü. Kendi çıkamadığı mezarı yarıp herkesi içine almak istercesine şiddetliydi öfkesi. Geçmek bilmiyordu.
Yaşanılanların üstünden 24 saat bile geçmediğine inanmak zor. Kafamda öyle bulanık, öyle hayal meyal her şey… Nefes aldırmayacak kadar sıcak bir gece olduğunu hatırlıyorum. Evdekilerin uyumasını fırsat bilmiş, babamın sigaralarından birkaç tane aşırıp odamın balkonuna çıkmıştım. Meteor yağmuru olacak diyorlardı. Yastıkları battaniyeleri yere dizip, hevesle sırt üstü uzandığımda keyfim yerindeydi. Önümde uzanan o upuzun hayatı düşlüyordum. Gökyüzü aydınlık, yüksek ve görkemliydi. Sağdan sola, yukarıdan aşağıya bazen çapraz, bazen kısacık, bazen de gökyüzünü baştan sona işaretleyen ışık oyunları insanı büyülüyordu. Onların yıldız olmadığını, yanmadığını, sönmediğini ve şimdi de kaymadığını biliyordum ama gene de olabildiğince dilek tutmuştum. Sonra yerin altından yükselen, başka hiçbir şeye benzemeyen boğuk bir ses, ardından başlayan şiddeti gittikçe artan bir sarsıntı!
Tam 45 saniye sürdü diyorlar. Zaman ne tuhaf bir kavram. Sabaha karşı 3’ü 2 geçe başlayan o şey bana sonsuza kadar sürecek gibi gelmişti. O andan itibaren böyle duvarlara çarpa çarpa, nefesimizi tutarak ve kalbimiz ağzımızda yaşayacağız sanmıştım. Kimileri için ise kısacıktı. Daha birkaç saat önce içtikleri demli çay bardaklarını çalkalayıp ters çevirdikleri mutfak tezgâhlarının, televizyonda izleyecek bir şey bulamayıp kumandayı attıkları kanepelerinin, sıcaktan bunalıp bir sigara daha içtikleri balkonlarının, sonunda her zamanki bir ertesi güne uyanacakları umuduyla yattıkları nemli yataklarının olduğu evlerinin tepelerine çökmesiyle biten kısacık bir son süre. Ne olduğunu anlayamadan biten bir masal kadar kısa. Zaman gibi ölüm de tuhaftı işte. Ensemizde soluğunu hissetmeden önce gitmesek de gelmesek de orada olduğunu bildiğimiz uzaktaki masal köyüydü. Oysa şimdi çatırdayan kirişler, ezen betonlar ve yükselen enkaz dumanları kadar yaklaşmıştı yanımıza. Ve alabildiğine gerçekti.
Annem, babam, kardeşim, apartmandakiler, sokaktakiler yani sağ kalan herkes esrik bir telaşla kendini dışarı atmıştı. Bir sağa bir sola koşuyor, sonra geri dönüyor sonra tekrar bir yerlere koşuyorduk. Korkunun tanıdık olanı ile baş etmek daha kolay olmalı. Bunun bir deprem olduğunu bile anlamamız zaman almıştı. Ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Dışarı çıktığımızda başımı kaldırıp gökyüzüne bakmıştım. Başka yerde görsem hayran kalacağım bir uzay fotoğrafı gibiydi. Bulut bulut öbekleşmiş yıldızlar, millerce aşağı inmiş lacivertli, mavili, siyahlı ve pembeli bir gökyüzüne harika desenler gibi yerleşmişti. Ortalık gece saat 3 olmasına rağmen neredeyse aydınlıktı.
Deniz Apartmanı sakinleri, az önce aynı çatının altında yaşadıkları şeyden sonra sessiz bir anlaşmaya imza atmışçasına birlikte hareket ediyordu. Binada kimse kalmadığına emin olduktan sonra aceleyle apartmanın bahçesinden çıkıp, sahile indik. Bizim gibi pek çok kişi farkında olmadan ve hiç düşünmeden en çok güvendiği, en iyi bildiği yere koşmuştu. Yan yana, kol kola ve el ele ıslak kumlara oturduk. Yüzümüz denize dönüktü. Düşünmeye başlayıp, ne yapacağımıza karar vermeye kalktığımızda yerin altından tekrar bir böğürtü geliyor, süt liman uyuyan deniz dalgalanmaya başlıyor altımızdaki toprak yarılıp bizi içine çekecekmiş gibi bir iştahla sarsılıyordu. En iyisi düşünmemek, konuşmamak, ne olacaksa öylece beklemekti. Zaten başka çaremiz yoktu. Böylece anneler çocuklarını daha sıkı kucaklıyor, el ele olanlar birbirininkini daha çok kavrıyor, tek başınalar ise dudaklarını daha çok ısırıyordu. Günün ağarmasını “sabah ola hayrola” umuduyla sarsıla sarsıla ve sessizce bekledik. Oysa ortalık aydınlanınca biteceğini sandığımız kâbus, yerini gerçeğin değişmez dehşetine bırakmıştı. Gördüklerimiz ve sonrasında göreceklerimiz, herkesi o günden sonra eskisi gibi olamayacak kadar hasta etmişti.Yazın coşkusuyla gülümseyen bir sahil kasabası, şimdi toz, duman ve acı içinde kıvranıyordu. Üstelik şimdi de kaçmamız gerekiyordu. Jandarma gezici araçlarıyla anons üstüne anons yapıyor, yakınlardaki bir fabrikadan sızan zehirli gazın hızla yayıldığını bu yüzden olabildiğince yükseklere kaçmamız gerektiğini salık veriyordu. Her gelişme yeni bir panik haline gebeydi. Tam kurtulduk derken yeni bir tehditten canımızı kurtarmaya çalışıyorduk.
Belleğimde anı olamayacak kadar tazeydi her şey. Düşünmek istemiyor ama buna engel olamıyordum. Biraz uyumak iyi gelebilirdi. Hafiften bir rüzgâr çıkmıştı. Aşağıda olsak nemli sıcağın pelteye döndürdüğü bedenlerimizi tatlı tatlı okşayacak rüzgâr, burada enikonu üşütüyordu. Saat, sanırım dün gece kıyametin koptuğu o zamanlara denkti.
Yattığım yerin sertliğinden de, üstümde gezen böceklerden de, yanımda yatan insanlar da rahatsız değildim. Başımın altına koyacak bir şey bulabilsem gerçeği bir süreliğine bile olsa uykuda eritebilirdim. Ama yoktu. Zaten hala atan kalbimiz ve aldığımız soluğun tesellisi dışında ne doğru düzgün giysimiz, ne saatimiz, ne cüzdanımız vardı. Kollarımı kıvırıp ellerimi başımın arkasında kavuşturdum. Gözlerimi kısıp artık onunla hayal kuramayacağım kadar yabancı görünen gökyüzünü izlemeye koyuldum.
Kulağıma 6 numarada birlikte yaşayan abi kardeşin sesleri geliyordu. En ucunda yattıkları yatağımızdan sessizce kalkmış olmalılardı. İlerideki ağacın altında parlayıp sönen sigaralarının arasından konuşmalarını seçebiliyordum. Bundan iki ay önce annelerini kaybetmiş olmanın verdiği taze acı yüzünden sanırım, yaşanılanlardan fazla etkilenmemiş gibilerdi.
“Bu doğal bir olay değil söylüyorum sana. Gökyüzü, deniz, hayvanlar hiçbir şey normal değil. Doğal afet dediğine doğa şaşırmamalı değil mi ama?”
“Ne saçmalıyorsun abi Allah aşkına, deprem işte!”
“Aman sanki daha önce deprem gördün. Kızım bak, gelmeden önce birkaç kişiyle konuştum. Gökyüzünde kıpırtısız duran uçan daire görenler var. Ya denizin ortasından yükselen o ışığa ne demeli?Bu kesin uzaylıların işi.”
Henüz ilkokulda öğrendiğimiz bu doğa olayı, kimilerine göre uzaylıların işi,kimilerine göre Allah’ın sopası, kimilerine göre de dış mihrakların saldırısıydı. Ölüm korkusunu henüz tatmış, saatler içinde sayısı belirsiz trajediye şahit olmuştuk. Sesler, görüntüler, kokular hepsi ama hepsi öyle korkunçtu ki buna sebep olan her neyse nefret etmeye hazırdık. Ya da ondan daha çok korkmaya. İnsanoğlu, kabullenmek istemediği ya da tanımlayamadığı her şeyi bilmediği bir diğer şeye bağlamaya meyilliydi.
İğreti temelli, deniz kumu harçlı, incecik kolonlu binaların kâğıttan kuleler gibi yıkılması elbette üstün güçlerin işiydi. Dere yataklarına, balçıklara inşaat yapan, altındaki dükkânı genişletmek için binanın taşıyıcı kolonlarını kesen, deprem bölgesi olduğu apaçık ortadayken beşer hatta onar katlı binalar için imar izni veren zihniyetlere kızacak değildik ya! Yanar dönerli uçan dairelerin gökyüzünü istila ettiğini, içindeki düşman uzaylıların canımıza kastettiğini düşünmek daha kolaydı. Ya da sahillerde kıçını başını açan kızlara, fani bedenlerine alkole verip nefsine zulmeden zındıklara kızıp kullarını kendi yaptıkları mezara tıkmaya hevesli bir Allah’a inanmak.
Belki de onlar haklıydı. Kim bilir dün gece gizlice içtiğim sigaraların izmaritlerini saklamaya çalışırken, ait olmadığımız bu gezegeni ziyaret eden uçan daireleri kaçırmıştım. Ya da onları kayan yıldızlar sanmıştım ne bileyim. Dünya dışı varlıklar, doğayla olan kibirli savaşımızda haddimizi hatırlatmak için gelmiş olabilirdi. Deniz, toprak, rüzgâr, kayalar, bulutlar, yıldızlar hepsi onlarla bir olmuş öfkeyle sarsılmıştı ne de olsa. Belki onları da buraya kızgın Allah göndermişti. Gerçi onun tam olarak ne istediğini bilmiyordum. Dış mihraklar konusu ise babamın izlediği açık oturumlar kadar sıkıcıydı. Emin olduğum tek şey vardı. 17 Ağustos 1999 tarihinden itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hayatları molozların altında ezilmiş yirmi bine yakın insan artık yoktu. O geceden sağ çıkma şansına sahip uzuvlarını ve akıllarını yitirmiş daha fazlasının varlığı da yoktan beterdi. Ben ve benim gibi bir şey kaybetmemiş gibi görünenler ise bundan sonraki hayatını eksik, yarım, titrek, hastalıklı, ürkek, öfkeli, hırçın ve neye inanacağını bilmez halde geçirecekti.
Merhaba
Bu ayın seçkisinde okuduğum ilk öykü sizinki oldu, elinize sağlık öncelikle. Çok etkileyici buldum ben öykünüzü. İnsanların hayatında derin izler bırakan bir olayı yalın bir dille ama bir o kadar da çarpıcı anlatmışsınız.
Yazım dilinizi çok sevdim, insanların gündelik hayatlarına dair aralara serpiştirdiğiniz detaylar, yaptığınız benzetmeler çok güzel ve yerindeydi.
Bir tek eleştirim, öykünün temayla pek bağlantılı olmaması yönünde olabilir. Aslında en sonda uzaylılara bağlama şekliniz güzeldi ama bu düşünce, başka komşularca biraz daha dile getirilse belki daha iyi olabilirdi.
Elinize, emeğinize sağlık tekrar. Esen kalın.
Hepimizde derin izler bırakan gerçek bir olayı ustaca ele almışsınız. Keyifle okudum. Kaleminize sağlık!
Teşekkür ederim. Tekrarı olmasın dilerim…
Teşekkür ederim okuyup yorumladığınız için. Tema konusunda ben de çok zorlandım açıkçası. Aslına bakarsanız seçki yazarıyım ama diğer öykülerime de bakarsanız gerçeküstü ve fantastik kurgular yazamıyorum. Benim temaları öykülere enjekte etmem biraz dolaylı yoldan oluyor. Bunu da tarz olarak kabul edip yayınlayan ve okuyan herkese selam ederim…
Yabancı olana duyulan korkuyu ve bunu bir mantığa oturtma çabasını çok iyi vermişsiniz. Uçan daire teması tam oturmuş bence. Elinize sağlık.