“Taziyeleri Kavaklıdere’deki evlerinde değil de, Hergele Pazarı’ndaki dükkânlarında kabul ediyorlarmış, sana zahmet oraya git,” dedi babam. Evet, baba dün konuşmuştuk ama sen İtfaiye Meydanı’na git demiştin diye hatırlıyorum; Hergele Pazarı nerede ki, diye sordum. “Ah Selime abla, on parmağında on marifet bir kadındı. Ömrü hayatımda duymadığım hikâyeler anlatırdı bana, sonra çok güzel fal bakardı, gerçi beni sigaraya o sırada alıştırdı ama olsun, ayrıca doktor gibi kadındı da,” dedi. Nasıl yani doktor gibi, dedim. Anafartalar dolmuşundan inmiş, İtfaiye Meydanı’na doğru yürüyordum. “Ha, sen Hergele Pazarı’nı diyorsun, sanırım şimdi İtfaiye Meydanı diyorlar, evet, evet, İtfaiye Meydanı’na gideceksin, Hatırla Antika’ya,” dedi. Babam kendisine sorulara asla eş zamanlı cevaplar vermez. Tamam, sora sora bulurum, sen merak etme, dedim. Akabinde Derman Sokağa doğru yöneldim. “Zamanında giren çıkan belli olmuyordu o pazara, it kopuğun bini bir paraydı, o yüzden Hergele Pazarı diyorlardı sanırım,” dedi babam. O yüzden mi Hergele Pazarı demişler, amma yaratıcıymış, diye kahkaha attım. Belki de Hergele Pazarı değil de Her Gelen Pazarı’ydı, dedim, Her kelimesinin üzerine basarak. Her gelen de it kopuk değildir herhalde, dedim. Cevap vermedi. Tam o sırada, üzerinde Büyükşehir Belediyesi yazan alacalı taziye çadırının yolun tam karşısında durduğunu fark ettim. Neyse, baba ben geldim sanırım, bir taziye çadırı gördüm şimdi, kapatıyorum, dedim. Bu arada Selime Hanım için doktor mu dedin sen, diye sorumu yineledim. “Ha, yok dil öğretmeniydi,” dedi. Hangi dil, diye sordum. Çadırın fermuarlı kapısını araladım. “Sırpça ve Arnavutça,” dedi. Başımla taziye çadırındaki tanımadığım insanları selamladım. Anladım, baba ben geldim, var mı taziye dışında iletmek istediğin bir şey, dedim. “Yok, İlirjana’ya çok selamlar, sen de var ol, büyük sevaba gireceksin,” dedi.
Plastik sandalyelerin birine oturdum. Kim bilir bu sandalyeler şimdiye kadar ne çok ağıt işitmişlerdir diye düşünürken orta yaşlı iki örgülü bir kadın yanıma geldi. “Hoş geldiniz,” dedi. Sesi duyulur duyulmazdı. “Annemin ahbabıydınız sanırım,” Baygın gözleri yüzüne monte edilmiş gibiydi. Şey, aslında doğrudan tanımıyorum kendisini, başınız sağ olsun öncelikle, ben babamın adına gelmiştim, babamın adı Aslan, Selime Hanım ile kuzenlermiş, dedim. Gözleri mor halkalar arasından çıkmış, ışıl ışıl parlıyordu. “Ben İlirjana,” dedi. “Yeniden hoş geldiniz.” Öyle mi, memnun oldum, babamın size çok selamı var, tesadüf bu ya biraz önce telefonda sizden bahsediyorduk, dedim. Başıyla onaylayarak kabul etti babamın selamını. “Geldiğinize memnun oldum, çok teşekkürler,” dedi. Rica ederim, dedim. “Çay içer misin genç,” dedi çadırdaki yaşlı amcalardan biri. Yok, teşekkür ederim, dedim. “Daha yeni demledik ama,” dedi semaveri göstererek. Ben almayayım, çok sağ olun, dedim. İlirjana boğazını temizledi. “Aslında yeri mi bilmiyorum ama sizden bir ricam var,” dedi. Ne alaka, ne rica edecek acaba, diye içimden geçirdim. Buyurun, dedim. “Annemin Aslan ağabeye bir emaneti var, gelmişken size vermek isterim,” dedi. Elbette, ama babam böyle bir şeyden bahsetmedi, dedim. Herhangi bir yorum yapmadı İlirjana. Onun yerine, “lütfen beni dükkâna kadar takip eder misiniz?” diye sordu. Sanırım, babamın haberi yok bu emanetten, diye yineledim. Fişek gibi kalktı plastik sandalyeden İlirjana, kapalı çarşıya doğru koşar adımlarla yürümeye başladı. Ben de adımlarımı onunkilere uydurmaya çalıştım. İlirjana’yı takip ederken zaman makinesinde yolculuk ediyor gibiydim. Etrafımda kasetçiler, merdiven altı gözlük imalatçıları, Yeşilçam afişleri satan dükkânlar ve ikinci el kıyafet satan butikler vardı. Hatırla Antika’ya vardığımızda, İliryana “lütfen iki dakika burada bekler misiniz?” dedi. En başta antika dükkânına girme fikri aklımın ucundan geçmese de anlamsız bir şekilde dükkâna buyur edilmeyi bekledim. Hatırla Antika boydan boya siyah opak bir perdeyle karartılmıştı, dolayısıyla içeriyi dışardan da göremiyordum. Dükkânın tabelasının hemen altında “Balık hafızalıya bir zil, Fil hafızalıya bir taş” yazıyordu. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, İlirjana elinde eski püskü güderiden kahverengi bir defterle geri geldi. “Annem, Aslan ağabeye vermemi tembihlemişti vefatından önce,” dedi defteri uzatarak. “Değerini ondan başkası anlamazmış; ben baktım sanırım Arnavutça bir şeyler yazıyor, ben Arnavutça konuşabiliyorum ama okuyamıyorum ki zaten Kaliforniya’da pek bir işe yaramıyor,” dedi. Türkiye’de de işe yaramıyor dedim, gülerek. (Bir dil öğretmeni ve dillere tutkun biri olarak dilin faydacı varlığı üzerinden konu açmaya çalışmam midemi bulandırmıştı.) Demek Kaliforniya’dan geldiniz, dedim. Konuşmanın gidişatı açısından, ne sebeple Kaliforniya’da kalıyorsunuz diye sormak üzerime vazifeymiş gibi, orada mı çalışıyorsunuz, dedim. “Evet, NASA’da çalışıyorum, annemin vefatı için geldim Ankara’ya, haftaya Kaliforniya’ya dönüyorum,” dedi. Sorulacak tüm soruları baştan yanıtlamıştı. Dolayısıyla ayaküstü bir sessizlik oldu. Peki, madem ben emaneti de aldığıma göre artık gideyim, dedim şaşkınlığımı belli ederek. Yeniden başınız sağ olsun, diye devam ettim. “Dostlar sağ olsun,” dedi tüm içtenliğiyle. “Lütfen emaneti ulaştırmayı unutmayın olur mu?”
İlirjana haklıydı, Selime Hanım’ın not defterine yazdıkları Arnavutçaydı. Defterin içinde ardışık olmayan zamanlarda yazılmış notlar vardı -ki bu sebeple bu deftere günlük diyemiyorum. İşin ilginci, defterin içinde Nuh Nebi’den kalma bir sikke vardı. Sikkenin üzerinde Jül Sezar diye tahmin ettiğim bir adamın defneyapraklarıyla bezeli kafası vardı. Selime Hanım belki de bu sikkeyi kitap ayracı olarak kullanıyordu diye düşündüm başta. İnsanın antika dükkânı varsa kitabının arasına istediği şeyi koyabilir, değil mi? Her neyse, Selime Hanım’ın yazdıklarını bir solukta, daha Kızılay dolmuşundan inmeden okudum. Bahsettiği şeylerin düpedüz kurgu olduğu hatta içerisinde kurgusal bazı aksaklıklar taşıdığı ayrıca tüm bunları anlatırken de estetik kaygılar güttüğü apaçık ortadaydı. Kısacası Selime Hanım yazdığı şeyleri bir gün birileri okur/okusun diye yazmıştı. Yani, bence. Madem öyle, ben de Selime Hanım’ın yazdıklarının bir bölümünü yukarıda bahsettiğim gerekçelerden dolayı, etik herhangi bir kaygı duymaksızın, Arnavutça’dan çevirip sizlerle paylaşmakta bir sakınca görmüyorum.
* * *
1. CEMRE
Kosova’dan sınır dışı edildik, bu Ankara’daki ilk günümüz. Kayınvalidem, ben ve çocuklar küf kokulu tek göz köhne bir evde kalıyoruz. “Kalmak” doğru bir ifade olmayabilir, tutunuyoruz mu desem yoksa asılı mı kalıyoruz? Of, düşündükçe hafakanlar basıyor. Bir de bu korkunç sefaleti çocuklara belli etmemeye çalışıyorum. Aklımca. Çocuklar yutar mı hiç? Neyse işte yine de çabalıyorum. Mesela bugün çocuklar canımın sıkıntısını anlamasınlar diye onlara sürpriz bir yemek yaptım: Şans böreği. Her bayram yaptığımdan biraz farklı, bu sefer çürük pırasalarla ve bol sikkeli. Normal şartlarda şans böreğinin her dilimine bir sikke düşmez, adı üstünde şans böreği, o gün şanslı olanlar sikkeli dilimi seçer; fakat bugün ne hikmetse her dilimden en az bir tane sikke çıktı. Çocuklar hep bir ağızdan, “anne, anne, en şanslı benim,” dediler. Çünkü biliyorlar ki böreğinden sikke çıkan kişi gelecek yılları şanslı geçirir. Çocuklar olayın tadını çıkarırken, kayınvalidem gözlerini belertti. “Nereden buldun bu sikkeleri,” dedi. Gözleri gözlerimi delip geçmişti. “Nasıl yakalanmadın bunlarla?” Omuzlarımı kuvvetle sarsıyordu. “Bu yüzden atmadılar mı bizi kendi vatanımızdan yavrum,” dedi. Bu sefer şefkatliydi. “Bizi öldürebilirlerdi.” Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ata tohumlarının içine saklamıştım, dedim. “Ata tohumlarımızı aldılar ya sınır kapısında,” dedi. Katıla katıla ağlıyordu. “Yalan söyleme, nasıl getirdin bu sikkeleri buraya,” diye yalvarır gibi sordu. Gözyaşları salyalarına karıştı.
2. CEMRE
Çocuklar pırasalı böreği yedikten yaklaşık bir saat sonra kusmaya başladı. Bu beklediğim bir şeydi. Bir kısım ateşleri de çıkmıştı ki bunu da bekliyordum. Çok geçmeden anlamadığım bir şekilde derileri göğüs hizasından aşağıya pul pul dökülmeye başladı. İşte o zaman korkmaya başladım çünkü açıkçası böyle bir yan etki beklemiyordum. Çocukların ikisini kucağıma, birini de sırtıma aldığım gibi kayınvalidem önde ben arkada fellik fellik hastane aramaya koyulduk. Kayınvalidem İstanbul doğumlu olduğu için akıcı bir şekilde Türkçe konuşabiliyordu, bu yüzden rica minnet birilerinden bizi hastaneye götürmelerini istedi. Sonra kapıları paslı, turuncu bir arabaya bindik. Arabadaki adam ağzından tükürükler saçarak konuşuyor, bize ara sıra dikiz aynasından tiksinerek bakıyordu. Kayınvalidem ise adamın dediklerini süzerek çeviriyordu: “Nereden geliyorsunuz?”/“Sizin başınızda bir erkek yok mu?”/“Dua edin, karşınıza ben çıktım.”/“Şimdi sizin okuma yazmanız da yoktur.”/“İki koca kadın bu çocuklara bakamadınız mı?” vs. vs. Kayınvalidem adamın dediklerini çevirdikçe tepem atıyordu. Arnavutça, Sırpça, Fransızca ve Lehçe biliyordum ama adama cevap verecek dili henüz öğrenememiştim, yoksa ona: “Bana baksana sen, senin karşında bir öğretmen var, merak etme, kendi ülkemde işime gidiyor, paramı kazanıyor, kimseye ihtiyacım olmadan çocuklarıma bakabiliyordum; ayrıca ben bir şifacıyım, yaraları iyileştirebilir, sivilceleri yok edebilir, gebeleri doğurtabilirim,” demeyi çok isterdim. İnsan kendi vatanında olmayınca daha savunmacı mı oluyor ne? Gerçi tüm bunları kendi dilimde, hafif de sesimi yükselterek söyledim diye hayal meyal hatırlıyorum. Kayınvalidem de bu uzun cümleyi hatırladığım kadarıyla şöyle çevirdi: “Lytfien in yeakyn asthaniye ghdielym.”
Doktor şahane bir insandı. Çocuklarımla tek tek ilgilendi. “Bunlar ne yediler bugün?” diye sordu kayınvalideme. Söyledi. “Siz de aynısından mı yediniz?” diye sordu. “Evet,” dedi kayınvalidem. Bir süre düşündü doktor. “Kan almamız lazım,” dedi. Kayınvalidem doktorun söylediklerini Arnavutçaya çevirince, çocuklar ağlamaya başladı. Sancısız doğum olmaz yavrularım, diye kulaklarına fısıldadım. Anlamadılar. Bir süre sonra doktor geldi. “Evet, anlıyorum,” dedi. Sesinde soru işaretleri var gibiydi. “Bu çocuklar sanırım zehirlenmiş,” dedi. Kayınvalidem korkulu gözlerle bana baktı ve doktorun söylediklerini tane tane çevirdi. Öyle mi, nasıl olur ki dedim. Şaşırma numarası yapıyordum. “Gerçi böyle viral bir şey de olabilir,” dedi doktor. “Viral,” diye tekrarladı kayınvalidem, sonra bana dönüp doktorun ne demek istediğini anlamadığını söyledi. Ben anlamıştım ama “viral da ne ki” demeyi tercih ettim. Kuşkucu bir ifade takınmayı da unutmamıştım. Doktor anlamadığımızı anlayıp, “yani, pis bir şeye dokunmuş da olabilirler diyorum, illa yemekten olmayabilir,” dedi. Bizden ses çıkmadı. “Yani mikrop almışlar!” Zavallı kayınvalidem her şeyi net anlayayım diye çeviri yapmaktan bitap düşmüştü. “Dokundular mı yani bir yerlere?” diye ısrar etti doktor. Ne kadar hoşgörülü de olsa sabrı taşıyor gibiydi… Sadece dokunmadılar ki aynı zamanda o mikrobu ayıla bayıla yediler, diyemedim. Sahi, tek tek anlatsam inanır mıydı bu anlattıklarıma? Hak verir miydi bana? “Çocuktur bunlar doktor, her yere dokunuyorlar engel olamıyoruz ki” diye çevirdi kayınvalidem ağzımdan zorla ittiğim kelimeleri.
Cani gibi göründüğümün farkındayım ama her şeyi çocuklarımın iyiliği için yaptım. Söyleyeyim de rahatlayayım. Börekten çıkan sikkelerin alametifarikası, bulaştırdıklarında… Allah’ım, Âdemoğulları ve Havvakızları için bir sırrı saklamak ne zormuş, insanın günbegün içini çürüten amansız bir hastalıkmış resmen. O madeni paralar, dokunana iyilik bulaştırıyor aynı zamanda letafet, şifa, metanet, şans, zihin açıklığı… Hiç gülmeyin, “para maraz dışında ne bulaştırır,” diye düşünmeyin. Alay etmeyin ve dediklerime paye verin, lütfen. Annem verdi bana onları, ona da kendi annesi vermiş Ata tohumlarıyla beraber. Annesine de anneannesi… Binlerce insanın kaderini belirlemiş bu sikkeler. Size İpek doğumlu bu sikkelerle şifa’lanmış yüzlerce tanınmış insan sayabilirim. Gökbilimcilerden tutun, telkâri ustalara, hat sanatçılarından, hekimlere, hâkimlere… Başta bir oyun gibi gelmiş insanlara bu durum, sonra sonra riayet etmeye başlamışlar sikkelerin şifasına. Kulaktan kulağa yayılmış sikkelerin ünü. Sonrasında öyle inanmışlar ki sikkelerin gücüne, çil çil sikkeleri ellerine yüzlerine sürmedikleri gün geçmemiş ömrü hayatlarında.
Gel zaman git zaman müjdeci görevi yapan, insanlara şifa veren sikkeler artık husumet, haset ve kibirle anılmaya başlamış. Nedense bunları yazarken aklıma birden Kral Midas geldi. Hani şu Dionysos’tan dokunduğu her şeyin altına dönüşmesini isteyen Midas. Sonunda dokunduğu her şeyi altına çeviren, yapayalnız naçar kalan açgözlü Midas. Gerçi bizim hikâyemiz biraz tersten işliyor… Sikkelere dokunan ve sikkelerin efsununu anlayan herkes büyük bir hızla makamına çekilmiş. Evliler boşanmış, sevgililer ayrılmış, en iyi dostlar birbirine darılmış… Hâlbuki bir hapşırık beti bereketi arttırabilir, bir tıksırık yaşam sevinci verebilir, içten bir kucaklaşma umut ışığı olabilirmiş. İnsanlar kimseyle bir şey paylaşmamayı haddizatında yalnız kalmayı tercih etmiş. Artık en güçlü, en sağlıklı, en bilgili, en erdemli ve en şanslı kişi kendileri olmuş, tek başlarına oturdukları saraylarda. Daha sonra bu durumdan epey rahatsız olan şehrin kralı bu sikkeleri barındıran herkesi sürgüne göndermiş, bittabi ellerindeki tüm sikkeleri alarak…
3. CEMRE
“Üzerinde ne var ne yoksa soyun,” dedi sınır polisi. Slavca konuşması beni şaşırtmıştı ama bir o kadar da kendimi güvende hissettirdi. Beni istasyonda havasız bir kabinin içine kilitlemişti. “Haydi, daha fazla zorluk çıkarma, devletin polisini meşgul etme; duyuyor musun, köpek boşa havlamıyor, herhalde,” dedi. Bağırmaktan sesi kısılmıştı. “Ne getirdiysen çıkar ortaya artık!” Köpek ön ayaklarıyla kabinin kapısına vuruyordu. Çocuklarımın üzerine yemin ederim, bende bir şey yok, diye bağırdım içeriden. Cevap vermedi. Söylediklerime itimat etmesini bekleyemezdim çünkü daha birkaç dakika önce Ata tohumlarını topuzuma gömdüğüm bir kese içinde bulmuştu… Kabinin kapısını sertçe açtı. Burnundan soluyordu. Karşısında iki büklüm duruyordum. Utanmıştım. “Dön, dön, dön!” diye bağırdı. Etrafımda dönüyordum. “Kollarını ve bacaklarını aç,” dedi. Açtım. Sınır polisi kadın da olsa gözlerinin üzerimde gezmesi beni üşütmüştü. Köpek –köpek değil de daha çok kurda benziyordu- deli gibi havlıyordu. “Ee, bir şey yok ki sende,” dedi sınır polisi sinirle, köpeği zar zor zapt ediyordu. “Mümkün değil ama bu,” dedi. Alnı kırış kırıştı. “Bu köpekler boşa eğitilmiyor.” Ben size söylemiştim, ben de bir şey yok, dedim. Köpekle göz göze geldik. Köpeklere perdesiz hayvan derdi, annem. “Hissetme duyuları çok gelişmiştir.” “Tamam, neyse işte, bir kere işkillendi demek hayvancağız,” dedi sınır polisi. Kalbim güm güm atıyordu. “Geç, tamam, geç,” dedi eliyle kovarak. Köpeği iki ayağının arasına almış sımsıkı tutuyordu.
Aslında bu hayatta her şey mümkündü. Başıma gelecekleri bildiğim için -evet her zaman olmasa da sikkeler sayesinde geleceği görebiliyorum, gerçi kayınvalidem bunun hoş olmayan bir yan tesir olduğunu söylüyor- sikkeleri daha Türkiye’ye varmadan Sofya istasyonunda saklamıştım. Vajinamın içine. Altı tane sikke vardı, her birine gliserin sürmek suretiyle tek tek içeriye doğru ittim. Her birinin önce çocuklarıma sonra tüm insanlığa şifa getireceği umuduyla… Sikkelerin üzerindeki defne yaprağından kabartmaları içimde hissettiğimi anımsıyorum. Hiç pişman değilim, hem çocuklarımın hem de sikkelerin akıbeti için yapmalıydım bunu. Kara bahtım kör talihim diye dövünüp, yazgımı sineye çekemezdim…
NEVROZ
Şu yazdıklarıma bakıyorum da, tek umudumun sen olduğunu düşünüyorum Aslan’cığım… Bu satırları elbet bir gün okuyacaksın, biliyorum. Bu işlerden uzak kalmak istiyorsun onu da biliyorum ama artık birinin elini taşın altına koyması lazım. Senden başka güvenecek kimsem yok. Şifalı sikkelere dokunan, onların kudretinin farkında olan ve zamanında bu kudreti çekinmeden büyük bir alçak gönüllükle yayan biri olduğuna defalarca kez şahit oldum. Yine yapabilirsin! Bak, bende kalan son sikkeyi de sana gönderiyorum. Sendekilere ekle bu sikkeyi de, tamam mı ablacığım?
Paylaşmak yeniden bulaşıcı bir hastalık olabilir. Bahar yeniden gelebilir. Güneş her gün doğmaya devam ediyorsa hâlâ umut var demektir. Yeni günler bizi bekliyor. Bunu aklından çıkarma, olur mu?
Nazik yorumunuz için çok teşekkür ederim. Artık defter öyküdeki Aslan Bey’in elinde, umarım bizimle zaman zaman bir şeyler paylaşır. Son olarak, ne mutlu bana, eğer böyle umut verebilecek bir öykü yazabildiysem.
Muhabbetle,
e.
@Enver_Yunusoglu merhaba,
Virüs teması için anlattığınız hikayeyi beğendim. Balkanlar’da geçmesi de ayrıca bende olumlu bir etki yarattı. Bu arada pırasa böreğini hiç sevmem. Sayenizde hatırlamış oldum.
Aslan Bey’deki defterden bence de farklı malzemeler çıkabilir. Çıkarsa, okuruz.
Emeğinize sağlık,
Sena
Çok teşekkür ederim değerli geri bildiriminiz için. Kendi adıma bir dahaki sefere pırasalı böreği kaçırmamanızı tavsiye ederim zira içinde büyülü paralar olabilir.
Teşekkürlerimi yineleyerek,
e.
Merhabalar.
Diliniz anlatımınız çok sade ve akıcı. Hiç kopmadım okurken. Keşke biraz daha uzun olsaydı dedim ama. İleride okuruz umarım.
Elinize sağlık.
Kıymetli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Ne mutlu bana. Belki bu hikaye bitti ama @OykuSeckisi’nde bu öyküm dışında yayımlanmış üç öyküm daha var, dilerseniz onları okuyabilirsiniz.
Muhabbetle,
e.