Birden gece oldu yine… Sabah, arkasından atlılar koşturuyormuşçasına, ürkek tavırlar teşhir edip, dağların hemen arkasında bir yere gömülüyor, saklanıyor benden. Hiçbir zararım dokunmadı oysaki ona. Ama görüyorum, dağların arkasına eğilen sabahın saçları görünüyor, kafasını elleriyle saklamaya çalışsa da muvaffak olamıyor, ben görüyorum, işte orada şu ağaçlardan nefes alamayacak kadar daralmış dağın arkasında duruyor sabah. Sonra bir ara oradan çıkacakmış gibi bir ifadeyle duruyor, ayağına bassam acıdan fırlayacak ve gösterecek yüzünü sanki. Benden kaçmasa ne kadar güzel olur, tüm ömrümle ona kavuşmayı diliyorum. Bağırıyorum olduğum yerden ona: “Nereye gidiyorsun, ama ne güzel oturduk, anılarımda mı kalacaksın bir ömür boyu?” Duymuyor beni, duymuyor. Şimdi gitti, gelecek er ya da geç, biliyorum, gelecek.
Dışarıdan olgunlaşmamış sesler geliyor, tek katlı şatomda bir huzur vermiyorlar bana, o kadar da istemiştim münzevi yaşayayım diye, baksana bu sesler tırmalıyor altın değerindeki kulaklarımı. Bu kulaklarım ne kadar önemlidir benim için, onlar sayesinde duyuyorum ben sabahımın gelişini, çünkü kuşlar haber veriyor kalk o geldi diye. Ama çocukların da sesi karışıyor, giriyor bu kulaklarıma, istemiyorum sabah seslerime dâhil olmalarını. Sanki biraz soğuk oldu, gidip sobayı yaksam iyi olacak. Bu kocaman şatomu ısıtmanın zamanı şimdi, ama dikkatimi çeken bir şey var: duvarların boyası dökülüyor, Boyaların ardında bir çığlık ve de bir rüzgâr dans ediyor, bana eşlik etmek düşer, değil mi? Şatom da ısındı, sımsıcak artık her taraf, bir de sabahım geri gelse her şey mükemmel boyutta olacak.
35 saattir oturuyorum pencerenin başındaki koltukta, sabahın lütfedişini kaçırdım ki zaten çoktan gitmiş bile yine. Ben bu hasretle gözler çizerim semalara, ormanlara da sesler kondururum: çıkmazdayım. Dışarı çıkmalıyım, biraz gökyüzünün gölgesi altında, gök kubbenin serkeş diyarlarında bir toz olmalıyım ki uçup denizlere döküleyim. Şatomdan çıktım, tam dış kapısını kilitleyecektim ki, baktım kilidi bozulmuş kapının, neyse sonra bir ara hallederim deyip, kapıyı öylece bırakıp çıktım. Ama içimde korku da vardı: ya birileri girip de tüm mal varlığım olan penceremi, penceremden bana cilve yapan sabahımı, üç beş kitabımı çalarsa ne olur benim halim? Aç kalırım onlar olmadan. Kötü düşünmezsem kötü olmaz, evet.
Saat 800’ü çeyrek geçiyordu; amma da vakit olmuş ha, rüzgârların temas etmeye kıyamadığı, karanlıkların, loş diyarların üstüne doğmada tereddüt ettiği sabahım gelmek üzereydi yine, ama az daha durmalıydım dışarıda, şu tek renkli saat dilimlerinde. Bir çocuk geçiyor yanımdan, yemyeşil bir kafası var, kulakları kanat oluyor çocuğun bir anda, uçup yedi kat semaya kaş göz işaretleri yapıp fırlıyor yanımdan; ama benden mi ürktü, bende ne vardı?
Saat 800’e çeyrek kala şatomun yoluna attım kendimi, dizlerimi süre süre, ayak tabanlarımı sızlata sızlata yürüyordum, şatoma giden yolda 8500 basamaklı merdiven varmış, oradan çıkmaya çabalıyorum. Daha önce yoktu bu labirent gibi beton yığınları burada, on binlerce senelik hayatımda ilk defa gördüm bu gereksiz engeli burada. Artık pek nazlı olan sabahım bir kısrak gibi, en mesut haliyle bana gülecekti, ben de ona ne kadar müteşekkir olduğumu güzel sözlerimle bildirecektim. Şatomun kapısını kilitleyemediğimden açması zor olmadı, girdim içeri ve hemen koştum bütün ömrümü geçirdiğim köşeme: pencere kenarına. Baktım orada semadan bir parça gibi, her yeri bembeyaz, etrafındakilere renk saçan azametiyle, eleğimsağma düşlerimi ayyuka çıkaran, beni her daim teyakkuz halimde yakalayan özelliğiyle karanlık diyarlarımda yangınlarımla baş etmeye çalışırken beni ziyarete gelmişti, gelen oydu: sabahım.
Uzun zamandır gelmemişti, sadece penceremin en sığ köşesinden sırıtır da gelmezdi, sadece görkemini bana sunar; ama daha öteye gitmezdi. Şimdi, geldi. Çünkü o da artık kendini bana ait hissediyordu. Benim dışımdakilerin – insanların yani- hayatından çıkmak için, bunu da bana haber vermek için gelmişti. Bir uçtan bir uca savruk rüzgâr gibi bir bedendeydi, okyanusların ortasından getirilmiş bir parıltı vardı hüsn-ü çehresinde. Öyle bir parıltı ki, en dipsiz karanlıklarımı bile bana gölgesiz kılabilirdi. Yağmur yağmur dökülen, saf sicime işlenmiş renk cümbüşü gibiydi o masum bedeni. Bir bedendeydi, heyulalarımdaki gibi manevi bir bedende. Dokunmaya cesaret etsem, elim sanki bedeninin içinden geçip, tüm dünyayı turlayıp gelecekti, bunu hissedebiliyordum. Ne kadar da mesudum şu an, düşlerimin ve ‘eksik’ hayatımın en elzem parçasıydı penceremin kenarında, benim oturduğum koltuğun karşısındaki koltukta oturan.
“Dur!” dedi. “Bu kadar heyecanlanma, bir teskin ol.” Şaka yapıyor olmalıydı. Her zaman o en dipsiz penceremin kenarında oturup sonbaharlar, kışlar, baharlar, yazlar kadar beklediğim; düşlerimde özenle büyüttüğüm, en önemli varlığım bana gelmiş ilk defa, benden kimse sakin olmamı bekleyemezdi, değil mi? “Olamam, sen geldin. Sen ki benim en yağmurlu düşlerime bir aydınlık getirip eleğimsağmalar bahşedensin. Bekleme benden sakin olmamı, bekleme benden ‘akıllıca’ davranmamı; DELİYİM BEN!”
“Otur!” dedi bir an galeyana gelip. Bana sinirlendi sandım; ama sinirini yatıştırmak için dedim ki: “Ben bir rom kapıp geleyim, otur sen.” En çok istediğim şeydi onunla sokak manzaralı penceremin önünde rom içebilmek. Olacak gibiydi tüm isteklerim, hevesimden içim içime sığmıyordu: kelebekler sanki hanedanlık kurmuştu karnımda, uçuşup duruyorlardı. Çok sıkılıyor gibi bir hali vardı biricik sabahımın. Meramı var da anlatıp gitmek istiyormuş gibi bir hâli vardı, bir hevesle gelip bu halet-i ruhiyesini görünce, duraksadım. Tüm güzelliğini yitirmişti bir an bende, yüzü mahkeme duvarı gibi soğuk ve bir o kadar ciddiydi, hevesim kursağımda kaldı: “Git, hemen şimdi.” dedim, bu tavrını kaldıramadım, çekti gitti sabahım, yine geceyle baş başa kaldım. Elimdeki romdan ikram ettim, saf saf konuşmaya başladı gece, bir şeyler anlatıyordu, ben sadece ağzının kımıldadığını görebiliyor, hiç oralı bile olmuyordum. Ben sabahı düşünüyorum, neden bana soğuk davrandığını.
Saat bilmem kaç bini kaç geçiyordu, ya da kaç bine kaç vardı, ilgilenmiyordum. Zaman benim için değerini yitirmişti, penceremin en puslu yerindeydim, ellerimle kapattım gözlerimi, ağlıyordum. Ağlayınca gözlerimden sular geliyordu, iyi de bu nasıl oluyordu, gözden su nasıl gelebilirdi yahu? Bir ara gözümü açacak oldum, baktım sabah karşımda bıyık altından gülümseyerek oturuyor, çok heyecanlandım, ödüm kopuyordu (nasıl olur bu bilmiyorum, insanlar konuşurlarken duymuştum). Geldiğine sevindiğimi, hatta mutluluktan ölmek üzere olduğumu çaktırmadım, gayet resmi bir havayla: “Hoş geldin.” dedim. “Senle konuşabilir miyiz biraz?” dedi, “sana anlatacaklarım var.” Olur gibilerinden başımı salladım. Sustum, anlatmaya başladı: “Bak, beni ne kadar çok sevdiğimi biliyorum, ben gidince ne kadar üzüldüğünü, ben geldiğimde dünyanın en mutlu varlığı olduğunun da farkındayım. Ama bazı şeyler var ki şu dünyada senin dışında gelişir, senden güçlüler sana hükmeder ve sen de çaresiz onların sana dayattıklarına eyvallah demek durumunda kalırsın.” Ne anlatmaya çalışıyorsun dercesine bir baktım. Devam etti: “Yani, sen artık, sana en görkemli edalarımla geldiğim, beni heyecanla beklediğin ve kendi hükümdarlığını kurduğun şatonda (sen öyle diyorsun, aslında burası dışarıdaki normal insanlara göre kuytuda kalmış bir baraka) değil, mahallendeki insanların seni layık gördüğü yere yani akıl hastanesinde yaşama devam edeceksin. Dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım, baraka dediği şeyi, insanların beni layık gördüğü yeri anlamlandıramamıştım şu keskin mantığımda.
“Bak,” dedi “insanlara rahatsızlık veriyormuşsun, onlar seni görmekten rahatsız oluyormuş, düzenlerini bozuyormuşsun. Mahallede herkes zeki, herkes akıllı; bir tek sen düzensiz ve delisin. O yüzden benle bir anlaşma yaptılar, sana en yakın olanın ben olduğumu düşünmüşler ve eğer seni ikna edebilirsem bana gecenin üzerinde bir hâkimiyet teklif ettiler, kırma beni de kabul et akıl hastanesinde kalmayı.” Gözlerimden sular gelmeye başladı, insanlardaki gurur bende de mi vardı, hani ben insan değildim? Deli miyim ben?
Madem istenmiyorum, şatom ve düzenli yaşamım onlara batıyor, çekip gitmem gerekirdi. Gideceğim yere hiçbir eşya götüremezmişim; ben de haliyle şatomu satmalıydım. Çok talibi oldu şatomun, bir sürü insan almak istedi; ama ben aralarından bir tanesi var ki, ona satmakta kendimle mutabık kaldım. Kral Mighty… Tanışırken kendisinin toplum tarafından deli olarak lanse edildiğini, ama benim bunlara hiç kulak asmamam gerektiğini söyledi. “İnsanlar beni, onlar gibi olmadığımdan dışlıyor, ama onlar gibi olmak ne demek? Ben deli miyim?” diyerek kendisiyle ne kadar ortak yanımız olduğunu gösterdi, bu adam benim gibiydi, ne diye başkasına satacaktım ki güzelim şatomu? Yardıma ihtiyaç duyduğum zaman bana yardım edeceğini, her şeyi değiştirebilecek, dünyayı alt üst edebilecek bir erki haiz olduğunu da söyledi, benim aklım bu kralda kalsa da insanların beni layık gördüğü yere doğru yola koyuldum. Gideceğim yerin yolu o kadar ağaçlık ki, sanki beni ormanın bir köşesine yerleştireceklermiş gibi hissediyorum, sağdaki ağaç soldaki ağaca ters ters bakıyor, bir tanesi de yanındakinin yapraklarını dökmeye çalışıyor, bir tanesi beni görünce selam verip eğiliyor. İyi de ben kimim ki, hani deliydim?
İnsanların beni görmek istediği yer, daha doğrusu beni bir daha görmek istemedikleri için yolladığı yer ne kadar da soğuk ve sade… Daracık bir odada, bembeyaz dört duvar arasında tek başınayım, ama burada pencere de yok. Hani sabah benim ziyaretime gelecekti sık sık, nasıl gelecek ki? Bu beyaz duvarlar benim üstüme üstüme geliyor, ağızlarını açmış her biri, salyaları üstüme akıyor, tavan da sıkıştırıyor beni, küfürler savuruyor; iyi de ben ne yaptım ki? Uyumaya çalıştım, ilk defa korkudan uyumaya çalıştım. Gözlerimi kapattığım an duvarlar beni tutuyor, göğüs kafesimi sökecekmişçesine sıkıyor beni burası, sabahım nerede, hadi geceye de razıyım, o bile yok. Burada mefhumları bile anlayamıyorum, ne nedir bilmiyorum. Duvarların üzerinde cinayet görüntüleri peyda oluyor, azap görüntüleri, işkence aletleri gibi duruyor bu beyazlıktan çıkıp közlenmiş duvarlar: ben çok korkuyorum. Duvarlar birbirlerine bıçaklar fırlatıyor, ben aralarında kalıyorum, bana gelecek elbet bir tanesi, sabahı bir kez olsun görmeden ölecek miyim?
Bu küçük kıyamette aklıma şatomu sattığım kral geliyor, her türlü sıkıntımda yanımda olacağını söylemişti, ben aldırış etmemiştim fazla, ben nasıl ulaşacağım şimdi ona, keşke o zaman can kulağıyla dinleseydim de aklımda kalsaydı söyledikleri. Çok zor durumdayım, kapının karşısındaki duvarla çaprazındaki duvarın birleştiği yerde büzülmüş, ellerimi kafama koymuş, kafamı dizlerimin arasına yerleştirmiş bir şekilde amaçsızca bekliyordum ki kapı açıldı, gelen Kraldı.
Ne kadar sevinmiştim, hayatım boyunca hiçbir zaman bu kadar mutlu olmamıştım. Kral beni görünce ellerini açarak bana doğru hızlı adımlarla geldi. Sarıldık, biraz neler yaşadığımızı anlattık, ben anlatırken dehşete kapıldım. Aksi mümkün mü? Kaç bin yıldır sabahı görmemişim, bu özlemle yaşamak reva mı hiç? Meramımı anlatınca üzüldü çok. Benim için neler yapabileceğini düşündü. Bana bahsini ettiği gücüyle yardım edip edemeyeceğini öğrenmek için dolaylı olarak laflar ediyordum. Bir müddet durduktan sonra çığlık atarcasına: “Bana sabahı ver, benden onu alanları karanlığa boğ, karalar içinde aydınlığa hasret kalsınlar, beni sabahımdan ayırmanın ne demek olduğunu görsünler!” dedim.
Kral bir an durdu, başını öne eğdi, kafasını sağa çevirip: “Tamam, sana yardım edeceğim, insanlığı karanlığa hapsedip seni sabahına kavuşturacağım.” dedi ve gitti. Ben yine bu beyaz renkli ama bir o kadar da loş odada korkularımla baş başa kaldım. Saatime baktım: bine beş vardı. Duvarlardaki mezarlardan gecelerin esiri ruhlar çıkıp beni sıkıştırmaya başladı, sabaha kavuşamayacağımı o biçimsiz ağızlarıyla ve anlaşılmaz dilleriyle söylediler. Artık telaştan ve umutsuzluktan –sabaha kavuşamayacağımdan- kafayı yemek üzereydim, ya da zaten yemiş miydim?
Ben kendi içimdeki fırtınalarda orada burada savrulmakla meşgulken kapı açıldı ve gelen kraldı. Yüzünde büyük bir gülümsemeyle gelmişti, göbeğini kaşıya kaşıya gülecekti utanmasa ve bana şunları söyledi ve arkasını döndü gitti: “Sabahı getirdim sana, seni bekliyor. Buralardan uzakta, çok uzakta bir yerde çok mutlu olacağınız bir yere gideceksiniz. Senin de hayatın boyunca düşlediğin şey gerçek olacak, benden bu kadar, kendine iyi bak; ha, o insanlar şu an karanlığın önünde boyun eğmiş, çaresizlikler denizine yelken açmış durumdalar, halleri berbat olacak; ama sen her daim mutlu olacaksın, kendine iyi bak.”
“Buralardan çok uzaklarda bir yerde mutluluğu yakalamıştık ve o insanlar da, nefret ettiğim o insanlar da sonsuza dek karanlığın içindeki tek bir mavi pırıltıyı bulabilmek için boşa kürek çekecekler…” diye sayıklarken kendime geldim, iki beyaz gömlekli kişi geldi ve ilaç saatim olduğunu söylediler
Selamlar,
Anlatımı farklı tarzda bir öykü olmuş. Delinin gözünden seslenmişsin bize, cümleler net ve akıcı. Ama bir anlam karmaşası var sanki… Deliden mi kaynaklanıyor bu yoksa farklı bir şey mi hayal ediliyor? Yoksa deli hep hastanede miydi, bunları tamamen kurguluyor muydu?
Bir delinin aklından geçenler, dört duvar odada yaşadıkları gerçekler, duvarların birbirlerine bıçak attığı ve delinin arada kaldığı sahneler… Farklı bir tarz, farklı bir yorum. Ellerine sağlık 🙂