Öykü

Katiska

I. BÖLÜM: MERAK

Hava soğuk ve kapalıydı bulutlar iki günü aşkın bir süredir güneşi göstermemekte inat ediyordu hoş gösterse ne olacaktı insanlar bu vahim salgının yayılmaması için dışarı çıkamıyordu. Okullar kapatılmış, çoğu iş yeri ücretsiz izin vererek çalışanlarını evlerine yollamıştı. Kendi evlerimizde hapsolmuştuk. Bu durum benim gibi zaten evden çıkmaktan hoşlanmayan biri için bile can sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. Ama dışarı çıkmakta başlı başına bir psikolojik savaştı. On beş günde bir alışverişe çıkıp evde biten gerekli erzakları almak zorundaydık lakin dışarı çıktığımızda ya raflar boştu ya da raflar da markette tıka basa doluydu. Bu on beş günde bir gerçekleşen içi insanla dolu markete girip çıkma maceralarımızın sonunda, evimize döndüğümüzde daha erzakları yerleştirirken acaba boğazımız mı ağrıyordu yoksa ateşimiz mi çıkmıştı diye düşünmekten kıvranıyorduk.

İşte bende tam da o günlerde tanıdım onu; küçük, sıska, çelimsiz bir çocuktu. Kafasını vücuduna oranla kocaman gösteren mükemmel buğday sarısı bukleleri, yemyeşil kocaman gözleri vardı. Annesiyle birlikte her gün penceremin önünden geçip giden bu küçük oğlan çocuğu tamda bu salgın günlerinde acaba nereden gelip, nereye gidiyordu? Bu merak bana her gün tam saatinde onların penceremin önünden geçişini izlemeye teşvik etmişti beni. Bir yandan da heves ediyordum belki de o küçücük çocuk benim oğlum olsa ne yapardım bu salgın günlerinde diye düşünmeden edemiyordum ve bu durum içime büyük bir ürperti veriyordu, acıyordum kadıncağıza ve oğluna. Böylece günler geçiyordu ben onları izliyordum, onlarda yağmur, çamur, salgın hastalık demeden haftanın altı günü penceremin önünden hep aynı saatte geçip duruyordu.

Yirmi yedinci günün sabahında değişik bir şey oldu bu ufak, çelimsiz, tatlı çocuk bir başkasının elini tutuyordu. Orta boylu sayılabilecek, siyah saçlı, beyaz tenli bir adam çocuğun elini tutmuş hızlı hızlı yürüyerek penceremin önünden geçti. İlk kez penceremi açıp onlara yakından bakma isteği duydum acaba çocuğun başı dertte miydi? Hızlı hızlı yürüyerek geçtikleri için bu seferlik buğulu penceremin arkasından yüzlerini görecek fırsatım olmamıştı. Yine de pencereyi açtım soğuk, nemli sabah ayazı yüzüme vurdu içimin titrediğini hissettim ve gözlerimi dikip ardından baktım. Bu sevimli ufaklık her zamanki gibi koyu yeşil montunu giymiş mavi çantasını takmıştı ama bu sefer elinden tutan adama yetişmek için ufak adımları hızlanmıştı ona bakarken bile kalbinin korku ve endişe ile hızlı hızlı attığını hissedebilirdiniz. Yüreğimin sıkıştığını hissettim hemen öfkeli bakışlarımı adamın üstüne diktim açık bej trençkotu ve bond çantasıyla sıradan bir beyaz yakalı çalışana benziyordu ve en önemlisi de bu acele, huzursuz yürüyüşünün içinde tuhaf bir rahatlık vardı. En azından suç işliyor gibi değildi daha çok işe yetişmeye çalışıyor gibiydi. Evet, evet… bu ufaklığın babası olmalıydı işe yetişmeye çalışıyor gibiydi üstelik çocukta bağırmıyor, yardım istemiyordu. Tüm bu düşünceler dakikalar içerisinde beynimden akıp geçerken onlar çoktan sokağın bitimindeki köşeye varmışlardı birazdan köşeyi dönecek ve gözden kaybolacaklardı, iyimserliği sıfırın altında, paranoyak bir insandım lakin şu an sessizlikle ve sabah ayazı ile örtülü bu sokakta çocuğun arkasından “iyi misin, annen nerede, kim bu adam?” diye bağıramamıştım. Eski, beyaz bir tişört ile penceren yarı beline kadar sarkmış yolun sonuna doğru bakan ama neyi görmeye çalıştığı belli olmayan tuhaf bir deli gibi görünüyor olmalıydım. Sanırım onlar köşeyi dönünceye kadar bir işaret bekledim kurtar beni diyecekti ufaklık ya da öle bir şey… demedi. Köşeyi döndüler ve öylece yürüyüp gittiler sanki hiçbir şey olmamış gibi bende pencereyi kapattım.

Ertesi gün yine aynı saatte penceremin önünden geçmelerini beklemek için erkenden uyandım. Sanki bu huzursuz tecrit günlerinde bu çocuğun güvende olduğundan emin olmaya çalışmak benim bir amacım haline gelmişti. İçimde hem bir huzursuzluk hem de bir merak vardı. Bir tarafım çocuğun güvende olduğunu, benim aptallık ettiğimi, yatağın boşu boşuna soğuduğunu söyleyerek adeta alaycılığı ile beni yıpratıyordu, bir diğer tarafımsa bu gizemli duruma sımsıkı sarılmıştı bu çocuğun güvende olduğunu öğrenmek asil bir insanlık göreviydi artık. Yalnız bu görev için biraz fazla erken kalkmıştım sabah sabah aç karnına kahve içmekte bana göre bir şey değildi ama yine de uyanık kalmalıydım ve en önemlisi de yatağa geri dönememeliydim. Böylece kendime bir kahve yapmaya karar verdim ve pencerenin önündeki yerimi aldım. Bekledim, bekledim, bekledim… Ben bekledikçe zaman yavaşladı adeta penceremin önünden geçmeleri gereken o gizemli dakikalar bir türlü gelmiyordu. Acaba bu sefer ufaklığın yanında annesi olacak mıydı, yoksa annesi de mi hasta olmuştu, dün bu çocuğun elini tutan babası mıydı ve en önemli soru çocuk güvende miydi? Ben kendimi bu sorulara kaptırmış düşünüp duruyorken, işte köşede belirdi küçük spor ayakkabıları neşeyle sokağımıza giriyordu. Gözlerimin dolduğunu nefesimin heyecanla ciğerimde sıkıştığını hissettim ve bir anda atılıp pencereyi açtım. Yeşil montuyla, mavi çantasıyla ve güzelim kıvırcık saçları, kocaman yemyeşil gözleri ile bu tatlı ufaklık her sabah yaptığı gibi bir kez daha köşeyi dönüp sokağımızdan geçmek üzereydi. Belirgin bir şekilde neşeliydi, hayattaydı en önemlisi vicdan azabı çekmeme gerek yoktu mutluydum eminim birazdan ufaklığın elinin öbür ucunda annesi yer alacaktı ki… öle olmadı.

Bu kez dedesi olduğunu tahmin ettiğim yaşlıca bir adam çocuğun elinden tutmuş biraz görev aşkı biraz da endişe ile yürüyordu. Farkında olmadan derin bir “of” çektim tüm dünya rutin hayatını terk etmek zorunda kalmışken, her sabah uyanmak için, hayatta kalmak için umutla dolu bir rutine ihtiyacım vardı o halde bu çocuk neden her gün başka bir aile ferdi ile nereye gittiği belli olmaksızın yürüyordu. Benim lanet olası bir rutine ihtiyacım vardı. Her sabah tv de ya da sosyal medya da takip edilecek saçma fikirlerini ve hayatını ortalığa saçan plastik bir insana değil, içinde gerçek insanların olduğu gerçek bir rutine ihtiyacım vardı. Bu çocuk ve annesi bir kuyruklu yıldız gibiydi benim için her sabah aynı saatte penceremin önünden geçerken hayata yeniden tutunabilmem için mükemmel bir umut ışığıydı adeta. Ama bitti! Annesi yanında olmadığında bu çocuk bir umut ışığı olmanın ötesinde beynime tüm gün kuruntu dolmasına sebep olan bir baş belası idi. Onun için daha dün endişelenmiştim yanındaki adam kimdi acaba diye bugün dedesi ile çıktı ortaya acaba nereye gidiyorlardı her sabah. Küçücük çocuk hepimiz evimizde otururken sabahın bu en kör karanlığında nereye gidiyordu merak etmekten kendimi alamıyordum bir yandan da acıyordum ufaklığa, empati kurmuştum galiba bende her sabah bu saatlerde okula gidiyordum onun yaşlarındayken. Hayat acımasız diye düşünmeden edemedim. Salgının her yerde can aldığı bu günlerde her sabah bir yerlere gidip gelen küçücük bir çocuktu o. Bu umutsuzluk dolu anı çabucak unutmak istercesine günlük rutinimi değiştirmeye karar verdim. Bir daha bu kadar erken uyanmayacaktım, popüler ve çok çok çok uzun bir dizi bulacak ve onun her bir bölümü her gün tek tek izlemeye çalışarak günlerimi geçirecek eğer o dizi de biterse bir başka çok çok çok uzun popüler dizi bulacaktım. Dediğimi yaptım ve böylece bana sonsuzluk gibi gelen iki kocaman hafta geçti. Neredeyse bu yavan rutinime bağlanmaya başlamıştım ki bir gece biraz bozulmuş bir parça tavuk yedim. Mecburen sabaha kadar tuvaletteydim. Bir yatağıma gidiyordum, bir tuvalete bu saçma koşuşturmam esnasında koridor halısının eskidiğini düşünmeye başladığım ve bağırsaklarımın, bacaklarımın ve beynimin uykudan vazgeçtiği bir an pencerenin önünde buldum kendimi.

Ve yine o çocuk ama bu defa tek başına kararlı adımlarla ilerliyordu. Yeşil montunu kapatamamış, mavi çantasının bir koluna takmış neredeyse düşürecekmişçesine bir halde kararlı adımlarla ilerliyordu. Sabah onun geçiş saati için bile çok erkendi henüz hava ışımamıştı. Bir an panik yaptım ve pencereyi açmaya çalıştım, sonra duraksadım sonuçta ben çocuğu tanımıyordum çocukta beni. Yani ne desem durmayacaktı. Hemen pencereyi kapadım koltuğun üstündeki pantolonumu pijamamın üstüne geçirdim, montumu giydim cüzdanımı, ev anahtarımı, telefonumu çabucak cebime attım ve kapıyı çekip çıktım. Artık tam da ne yaptığımı bilmeden bu sarı kıvırcık saçlı ufaklığın peşindeydim. Acaba başı dertte miydi? Neden bu saatte sokaktaydı? Ve en önemli soru bu çocuğun ailesi neredeydi, onlara ne olmuştu bu çocuk nereye gidiyordu? Tüm düşüncelerle adımlarımı hızlandırıp çocuğu tutmaya çalışacaktım ki bir an yine onun yerine koydum kendimi kim bilir ne kadar korkacaktı benden, belki de bu soğukta çişini kaçıracaktı altına travma yaşayacaktı bu alaca karanlıkta. Peki ya komşular şu an beni bu saatte, bu çocuğun peşinde gören kim olursa olsun sapık zannederdi. Acaba kolundan tutup karakola mı götürsem ya da polisi mi arasam diye düşündüğüm bir anda elimi telefonuma atmış cebimden çıkarmaya çalışırken bizim ufaklık otobüse bindi bende acele ile otobüse attım kendimi. Otobüs şehir merkezine gidiyordu ve sabahın daha ilk ışıkları görünmüş olmasına rağmen içerisi hınca hınç doluydu. Bu kalabalıkta polisi aramaya çalışmayı bırakıp bu ufaklığı gözden kaçırmamaya odaklanmalıydım ne de olsa otobüs bir sürü yabancı ile doluydu yalnız olduğunu anlayan bir sapık ona zarar verebilirdi. Bir gözümü üstüne diktim ve o otobüsten ininceye kadar bende inmedim. Yolculuk sırasında otobüs kapısının yanına gitti bir an inecek sandım ve bende hareketlendim ama öyle olmadı inmedi. Durakta inecek olan insanlara yol verdikten sonra otobüs kapıları kapandığında başını cama dayadı ama buğulanmış camı silmedi, camdan dışarıyı izlemiyordu yüzünü göremediğim halde kederini bedeninin, başının, boynun bükülüşünden hissedebildiğimi fark ettim. Sorun neydi ufaklık?

İçimi giderek kaplayan anlamlandıramadığım bir kederle ona bakarken dalmışım. Otobüs son durak olan şehir merkezinde durduğunda uyandım ve onu gördüm otobüsün son basamağından yola ilk adımını çelimsizce atmak üzereydi. Peşine takılmıştım yine, biraz dün gece ki rahatsızlığımın etkisiyle biraz da uykusuzluk ve açlıkla ne yaptığımı bilmeden peşine takılmıştım bu çocuk aylardır her sabah nereye gidiyordu illa ki öğrenecektim ve ben neler olduğunu öğrenene kadar kimseye haber vermeye de niyetim yoktu.

Ufaklık vapur iskelesine doğru yürüyordu bende yarım metre gerisinden onu takip ediyordum derken vapurun düdüğü çaldı çocuğun adımları hızlandı aceleyle sanırım o vapura binmeye niyetliydi. Bende adımlarımı hızlandırdım bir yandan da şaşkınlık içindeydim bu kadar küçük bir çocuğun vapurla gidilecek kadar uzun bir mesafeye nasıl olurdu da tek başına gitmesine ailesi tarafından izin verilmiş olabilirdi. Acaba evden mi kaçmıştı? İyi ki burada onun peşindeyim yoksa annesi, babası kim bilir ne kadar üzülecekti diye düşündüm birazda kendimle gurur duydum ve adımlarımı daha da hızlandırdım. Tam da beklediğim gibi iskeleye girdi bende peşinden girdim. Vapur neredeyse kalkmak üzereydi. Vapur ile iskele arasındaki tahta köprü çekilmeden hemen önce ufacık ayakları ile vapura adım adam son yolcu olmayı başardı. Bense onu yarım metre geriden takip ettiğim için koşup vapur iskeleden ayrılmadan içine atlamak zorunda kalacaktım. Normalde bunu yapmaktan nefret ederdim ama onu kaçırma riskini göze alamayacağımı biliyordum.

Vapura binmeyi başarmıştım. Onun beni göremeyeceği ama benim onu görebileceğim arka sıralarda bir köşeye oturdum. Vapur hareket etti. Sonuçta bu bir vapurdu hiçbir yere gidemeyeceğini düşündüm ve sabahtan beri ilk kez mantıklı davranarak vapurun kantin tarafına ilerledim. Salgın hastalık nedeniyle pek bir şey satmadıklarını öğrendim ve o sırada bu vapura binene kadar pekte kendime dikkat etmediğim aklıma geldi. Önce kolonyalı bir mendil aldım ellerimi iyice sildim sonra kekleri gördüm en sevdiğim çikolatalı kekten aldım paketinin dışını silerken, karton bardakta çay söyledim tam o sırada kantincinin arkasındaki aynada onun yüzünü gördüm ve çayımı beklerken ilk kez bu kadar yakından yüzünü inceleme fırsatı yakaladığımı fark ettim. Aslında ne kadar tanıdık bir yüzü vardı sanki yıllar önce tanıdığım birini hatırlatıyordu bana ama kimdi kimdi…. Ben bu düşüncelerle onun aynadaki yansımasını izlerken karton bardakta adeta hâlâ kaynamakta olan çayım gelmişti. Yerime geçmeden hemen önce son bir defa onun yüzüne baktım çok üzgün görünüyordu, bitkindi sonuçta çok erken kalkıp yollara düşmüştük ikimizde, o da aç olmalıydı bir kek ve meyve suyu daha alıp ona doğru yöneldim. Tam o anda büyük bir gümbürtü koptu. Onu korumaya o kadar odaklanmıştım ki havanın bozduğunu ancak düşen yıldırımın sesini duyduğumda fark ettim. Pencereden dışarı baktığımda gökyüzünün kapkara bulutlarla kaplandığını ve güneşin tamamen kaybolduğunu gördüm adeta gece gibiydi penceredeki yansımam giderek daha da belirginleşiyordu. Vapur çoktan yolun yarısına varmak üzereydi dönecek sığınacak ne bir liman ne de bir dalga kıran ufukta görünmüyordu. İçimin ürperdiğini hissettim, çocukta huzursuz olmuştu ağlamaklı gözlerle ilk kez dönüp bana baktı. Kocaman yeşil gözlerinde yansımamı gördüm. Yanına oturdum hiçbir şey söylemeden keklerden birini ve meyve suyunu ona verdim aldı meyve suyuna pipetini takmaya çalışırken elleri titriyordu içimin sızladığını hissettim bir an her yer bembeyaz şimşek ışığıyla aydınlandı.” Birazdan yıldırım düşecek korkma” diyebildim. “Tamam” diyebildi o da. Birkaç saniye içinde yıldırım düştü o kadar yakınımıza düşmüştü ki ikimizde yerimizden zıpladık ve korktuğumuzu birbirimize çaktırmıyormuş gibi yapmaya devam ettik. Küçücük ağzıyla kekinden minicik parçalar koparıyordu ve bir yaprak gibi titriyordu çünkü vapur giderek daha şiddetli sarsılmaya başlamıştı. Bende çok korkuyordum gözümü pencereden ayırmıyordum can yeleklerinin yerini çoktan ezberlemiştim. Denizin ortasındaydık ve vapur şiddetli dalgalarla çarpışmaya başladı. Sonunda kaptan can yeleklerini takmamız konusunda anons yaptı. Uçaklarda yapılan oksijen maskeleri anonsları mı geldi aklıma bilmem belki de can havliyle yapılmış bir bencillikte olabilir önce kendi can yeleğimi taktım bunu görünce çok korktu gözlerinden yaşlar akıyordu ve ne yapacağını, yeleğini nereden bulup çıkarıp üstüne nasıl takacağını bilmediğinden için için ağlamaya başladı. O kadar kısık sesle ağlıyordu ki iç çekişlerinden başka bir ses duyulmuyordu hemen onunda yeleğini bulup giydirdiğimde tanımadığı birinden yardım görmenin verdiği duygu karmaşası ile daha da ağlamaya başladı kollarımı açtım bana sarıldı, “Sakin ol, az kaldı birazdan karşı kıyıya varacağız. Seni ailene teslim edeceğim.” dedim. Sadece tamam diyebildi.

Artık gözlerimi pencereden ayıramıyordum çakan şimşeklerin eski fotoğraf makineleri flaşları gibi gözlerimizi acıtan bembeyaz ışıkları ve vapurun etrafında adeta bir çember çizercesine düşen yıldırımların o ezici patlayan sesleri, vapurun beşik gibi bir o yana bir bu yana delicesine sallanması bizi korkudan öldürüyordu. Bu ölüm korkusu öle büyüktü ki, ağzım kurumuştu, az önce yediğimiz kekler midemizden çıkmanın bir yolunu ararken göğüs kafesim sıkışıyordu, nefes alamıyordum, ikimizin de kalbi deli gibi çarpıyordu.

Dalgalar vapura çarparken her seferinde bizi daha yükseğe kaldırmaya başladığını fark ettiğimiz an da kaptandan bir anons daha geldi. Dümen kilitlenmişti ve artık vapur dalgaları olması gerektiği gibi karşılayamıyordu yani batmamız an meselesi idi. Bir an bu düşüncemden şüpheye düşüp bize en yakın denizcinin yüzüne baktım, o da kaptanın yanından henüz gelmiş olan bir başka denizcinin yüzüne bakıyordu. İkisi de kağıt gibi bembeyaz olmuştu ve hiç konuşmadan panikle üstlerine birer can yeleği giymeye başladılar. Bense durumumuzu iliklerime kadar idrak etmiştim. Batıyorduk…

Birkaç saniye içinde vapurun içi mahşer yerine dönmüştü. Bizse bu ufaklıkla birbirimize sarılmış hareketsiz olarak bu mahşer yerinin ortasında öylece duruyorduk. Denizciler ve birkaç cesur yolcu filikaları indirmeye çalışıyordu. Ağlayan çocuklar, gençler, yaşlılar ölmemek için dua edenler ve yalvaranlar vardı. Biraz sonra çocuklar ve kadınlar bir filikaya yerleştirilmeye çalışıyordu. O filikaya doğru gittiğimizde çoktan dolmuştu yine de çocuğu çevik bir hareketle filikaya bırakmaya çalıştım ama koluma yapıştı ve hiç ağlamadığı kadar ağladı adeta çığlık atıyordu. Durumu gören denizci sert bir emirle benimde filikaya binmem için herkesi uyardı ve sıkışarak benim için yer açtılar. Filikaya binmek için vapurun demirlerinden bacağımın birini attım ve sağ ayağım filikaya değdi, tam o anda çok büyük bir dalga vapuru filikadan ayırdı ama artık benim vapurdan ikinci bacağım çoktan ayrılmıştı fakat diğer bacağımda filikada değildi. Ne yapacağımı bilemeden bir yerlere tutunmak için ellerimi sağa sola salladım ama tutunacak hiçbir yer yoktu suya düştüm.

Bir an büyük bir sessizlik oldu sanki zaman yavaşlamıştı.….

Çok soğuk, çok ıslak diye düşündüm…

Kafamı kaldırdım filika devrilmişti. Ufaklıkta dahil herkes ağır top gülleleri gibi suya düşüyordu. Üzerime doğru hızla gelen bir şey vardı kendimi o şeyle çarpışmamak için yana doğru çekmeye çalışırken fark ettim o şey bizim ufaklıktı, ve hızla bana doğru geliyordu kaçmaya çalışmayı bırakıp onu karşılamaya çalıştım hızla göğsüme çarpmaması için kollarımla yakalamaya çalışırken birlikte daha da dibe sürüklendik. Vapurda batmaya başlamıştı ve kocaman kütlesi suyun içindeki her şeyi ve herkesi kendisiyle birlikte dibe doğru çekiyordu. Akciğerlerim acımaya, oluşan basınç farkı ağzımı, burnumu, kulaklarımı acıtmaya başlamıştı oysa ben suya düşeli belki bir dakika bile olmamıştı. O an beynimde bir şimşek çaktı batmakta olan vapurun yarattığı bu girdaba ben bile dayanamazken bu ufaklık hiç kurtulamazdı tüm gücümü kollarıma verdim ve onu suyun yüzeyine doğru fırlattım. Ufaklık üzerindeki can yeleğinin de yardımıyla hızla su yüzeyine doğru çıktı tam bende tüm gücümü bacaklarıma aktarıp kendimi yüzeye çıkarmaya çalışıyordum ki vapurun daha büyük bir bölümü hızla battı. Suyun içinde yarattığı girdap beni yakaladı ben bacaklarımı, kollarımı çırpıyordum ama asla suyun yüzüne çıkamıyordum sanki ben suyun yüzeyine doğru çıkmaya çalıştıkça su derinleşiyor ve yüzey benden uzaklaşıyordu. Böyle kaç dakika çırpındım bilmiyorum, ama çok yorulmuştum artık nefesimi daha fazla tutacak gücümün kalmadığını hissediyordum. Kalbim göğüs kafesimi delip çıkmaya çalışıyordu. Boğazım büyük bir acıyla düğümleniyor bilincim yavaşça ama karşı konulmaz bir biçimde benden ayrılıyordu. Her şey simsiyah olurken son düşüncem … Acaba ölüm bu muydu?

II. BÖLÜM: VARIŞ

İlk hissettiğim neydi hatırlayamıyorum. Yerini bile bilmediğim kaslarımın ağrısı mı yoksa, yüzüme vuran hoş meltem mi? Ama ilk olarak ayak parmaklarımı oynattığımı hatırlıyorum, belki de ayak parmaklarıma vuran denizin dalgalarındandır. Yüzüme vuran güneş, denizin suyunu alıp bana kupkuru tuzlu bir cilt bırakmış, çatlayan dudağımdan akan sıcak kan ve göğüs kafesimdeki dayanılmaz ağrı ile nefes almak bile acı verici olmuştu, sahiden ne kadar zamandır bu durumda yatıyordum. Gözlerimi açmaya korkuyordum, nerede açacağımı bilmediğimden. Yine de açtım gözerimi güneş ışığı ile kamaştılar, sağ elimi siper etmeye çalıştım yüzüme tanrım böylesine kolay bir hareket ancak bu kadar acı verebilirdi. Sanki o sağ kol taşa dönüşmüştü de ben onu kaldırmaya çalışıyor gibiydim. Başım beton mikserine kafamı sokmuşum gibi ağrıyordu. Dayanılmaz bir mide bulantısı yaşıyordum ve dün geceye dair görüntüler hızla hafızama dolarken dehşete düşmeye başlamıştım sanki dün gece yeniden yaşanacakmış gibi bir korku ile ayaklarımı deniz suyundan hemen çektim ve etrafıma şöyle bir bakındım. Bir sahildeydim uçsuz bucaksız gibi görünen bir sahil. Yavaşça ayağa kalkıp nerede olduğumu görmek isterken aklıma geldi peki herkes neredeydi? Ben neredeydim? Buraya nasıl gelmiştim? Çünkü hafızam beni yanıltmıyorsa ben suyun yüzeyine hiç çıkamamıştım. Boğulmuş olmalıydım. Ama hayattaydım işte ayaklarıma batan kumlar, yüzüme vuran güneş her şey her şey yaşadığımı haykırıyordu adeta. Bir an yüzüme mükemmel bir gülümseme oturmak üzereydi ki o geldi aklıma. Ufaklık neredeydi, o da buralarda bir yerlerde olmalıydı. Deniz beni bu kıyıya nasıl attıysa onu da buralarda bir yere bırakmış olmalıydı. Evet, çok net hatırlıyordum onu suyun yüzeyine itmiştim o da başarmış olmalıydı. Ama şimdi yoktu, onu göremiyordum. Beynim malum soruyu sormak istiyordu da gönlüm razı olmuyordu ya başaramamışsa…

Bu sorunun ağırlığı ile bacaklarımın titrediğini hissettim ve olduğum yere çöktüm. Bir kaç dakika bacaklarımı karnıma çektim başımı dizlerime yasladım ve olanları anlamaya çalıştım. Aynı dehşet verici gece beynimden tekrar tekrar geçip durdu kafam çok karışıktı. Ne yapacağımı bilmiyordum karnımın açlığı ve başımın dayanılmaz ağrısı bir yana şimdi de vicdan azabı beni yiyip bitiriyordu. Ağlamak istiyordum bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Umutsuzluğa kapılmıştım daha önce hiç görmediğim bir sahilde masum bir çocuğu kaybetmiş, yutmaması gereken miktarda deniz suyu yutmuş, muhtemelen birazdan midesi ve böbrekleri iflas edecek işe yaramaz geri zekalının biri olarak tek başıma oturuyordum.

Tam sinir krizimin tepe noktasına çıkmıştım ki bir el omzuma dokundu ve ben dönüp o elin sahibine dahi bakamadan acınası bir nida ile ağzım açık ağlamaya başladım, gözlerimden akan yaşlarla, burnumdan akan sümük bir noktada birleşip gıdıma doğru ilerlerken ellerimle kollarımla yüzümü silip ona baktım. Orta boylu on yedi, on sekiz yaşlarında, çok güzel yüzlü bir kız bana bakıyordu. Uzun kestane rengi saçları beline uzanıyordu, pembe teni güneşle birlikte karamel pembeye dönmüştü. Yay gibi kaşları ve kocaman kahverengi gözleri vardı sahile kabuk toplamaya gelmiş olmalıydı elleri kolları güzel kabuklarla doluydu. Elini yanağıma koydu ve ağlama gel hadi seni kapımıza götüreyim dedi. Sanki ben yıllardır zaten orada yaşıyormuşum gibi davranıyordu. Bana hiç soru sormamıştı. Nereden geldiğimi, nereye gittiğimi, nereli olduğumu hiçbir şey sormuyordu. Yine de bulunmuş olmaktan mutluydum eminim birazdan yetkili birileri bana yardım edecekti ufaklığı da bulup evlerimize dönecektik. Ben bu düşünceler içerisinde mutlulukla kurtarıcımın yanında yürürken uzaktan bir kamp göründü.

Sanırım küçük ada gibi bir yerdeydim çok uzaktan büyük kocaman bir dağ görünüyordu dağın eteklerinden başlayan orman deniz seviyesine yaklaştığında son buluyor ufak çalılar etrafı sarıyor ve en sonunda da sahile gelmeden hemen önce kum ve toprağın birleştiği geniş bir açıklık yer alıyordu. Kampta işte tam bu açıklığa kurulmuştu. Bu kampın enteresan yanı modern hiçbir şey yoktu herkesin kendine ait ormandan geldiği belli olan büyük palmiye yapraklarından yapılma çatısı çöktü çökecek küçücük tek kişilik bir barınağı vardı. Bu haliyle burası uzun süre kalmak isteyeceğim bir yer değildi. Fakat herkes mutluydu belki bu durum şimdiye kadar bu kampta gördüğüm herkesin yaşının on sekizden küçük olmasından kaynaklanıyordu. Kurtarıcımdan beni yetkili birine mümkünse yaşlı birine götürmesini istedim. Bu lafıma biraz bozulmuş olacak ki hafif sinirli bir ifadeyle seni şefimize götürüyorum zaten dedi. Şefin çadırı diğer çadırlardan biraz daha farklıydı. Tek kişilik, çalı çırpı ve bitkilerden oluşan çadırlar yere yakınken bu çadır biraz daha kubbeli ve büyük görünüyordu. İçeri girdiğimizde 15-16 yaşlarında siyah uzun saçlı bir çocuk yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kamptaki diğer çocuklara göre oldukça ciddi görünen bu çocuk beni görünce hiç yüzüme bakmadan kurtarıcıma dönüp beni getirdiği için teşekkür edip onu yolladı. Sonra bana karşısına oturmamı söyledi. Oturdum gözlerimin içine baktı buraya denizden geldiğimi bildiğini söyledi. Pek çok soru sormak için ağzımı açmıştım ki eliyle susmamı işaret etti. Bu konuşma henüz bir diyalog değil dedi. Şaşırdım hatta irkildim ilk kez karşımdaki çocuğun içinde yaşlı bir adam konuşuyor gibi hissettim. Ayağa kalktı bana takip etmemi işaret etti ve çıktı. Bende peşinden gittim. Bu çelimsiz görünen çocuğun arkasından ilerlerken sarışın ufaklık aklıma geldi onu hâlâ bulamamıştım bu düşünce beni üzerken ormana doğru gittiğimizi fark ettim. Belki de bu çocuk oldukça çelimsiz bir ergen olduğundan beni peşinden ormana sürüklüyor olması umurumda değildi. Tropik orman içinde sık bitkiler ve ağaçların arasında küçücük bir patikadan ilerleyerek tapınak benzeri ufak taş bir yapının önüne geldik içeri girdiğimizde küçük bir kuyu gördüm ve şunu fark ettim bu taş yapı bir tapınak değildi bu kuyunun üstünü kapatan bir çatıydı. Şef kuyuya yaklaştı bana da yaklaşmamı işaret etti kuyu ağzına kadar su ile doluydu sanki taşacak gibiydi bu sudan içmemi söyledi. Temiz mi diye şüphe ettiğimi görünce önce biraz kendisi içti ardından bende içtim ve başım dönmeye başladı kuyunun taş duvarlarına sıkıca tutundum yüzümü suya iyice yaklaştırdığımda fark ettim. Aman tanrım suyun içinden bana bakan biri vardı, bir an nefesimi tuttum şaşkınlıkla, kalp atışlarım hızlandı ve istemsizce adımımın birini geriye doğru attım. Fakat o da neydi sudaki yansımam da sanki geri çekilmişti. Aman tanrım! Bu yüz, bu yüzü çoktan unutmuştum. Bu bendim şimdi hatırlamakta zorlandığımı fark ettiğim bu yüz benim on yedi yaşındaki halimdi ama bu nasıl olmuştu.

Ellerimle yüzümü hissetmeye çalıştım ve yansımamı iyice incelemeye başladım. Gözaltı morluklarım ve o uykusuz çalışma hayatından kalan pazar torbasına dönen kocaman gözaltı torbalarım gitmiş yerine hafif pembemsi gergin mükemmel bir cilt gelmişti. Peki ya ağzımın iki yanındaki fay hatları onlarda yok olmuştu. Saçlarım yeniden gürleşmiş, zamanla nizamlı olacak diye kesmekten yok olan buklelerim geri dönmüştü. Hatta sakal tıraşı olmaktan yüzümde oluşturduğum yara kraterleri bile kaybolmuştu. Üzerime binip omuzlarıma çöken yıllar benden çekilip alınmıştı adeta. Şaşkınlıkla şefe bakakaldım. Bana buraya neden ve nasıl geldiğini biliyor musun diye sordu. Başından beri öğrenmek istediğim sorunun cevabını verecekti nefesimin göğsümde sıkıştığını hissettim. Burası dedi burası bir Araf uzayda ve zamanda bir delik ben ne zaman burada durup birini çağırsam biri gelir bu adaya denizden şimdide sen geldin dedi. Bana yeniden gelen bu gençliğin hevesiyle şu an ne dese kabul edecek haldeydim ağzım açık dinliyordum adeta. Şefte bunu fark etmiş olacak ki sözüne devam etti böbürlenerek. Bu gençlik bu sudan geliyor ve sadece bu adada devam ediyor. Ya bizimle kal inancımızı yaşa gençliğinin hayrını gör ya da git buradan sefil hayatına her gün yavaş yavaş öl. Son cümlesinde cüssesine bakmadan parmağıyla beni işaret edip gözlerini açarak bağırmıştı ve bu dramatik an beni biraz gülümsetti. Şef gülümsediğimi fark edince biraz kızıp bozularak hızla taş binayı terk etti ve ormanın içinde kayboldu. Kuyudaki yansımama bir defa daha bakmak için suya döndüm ve kendimi bana gelen bu yeni gençlik halini incelerken kuyunun taş duvarlarında değişik oymalar fark ettim bunlar ahtapota benzeyen değişik yaratık resimleriydi şaşırdım ve bir süre bu şekilleri inceledim. Bir süre sonra bu edindiğim yeni hobi canımı sıktı ve geri dönmeye karar verdim. Şefin çadırının önüne geri döndüğümde bana da dallardan oluşan yere yakın ufacık bir çadır yaptıklarını fark ettim. Çok sevindim bu çadır üzerinde çalışan küçük çocuklar büyük bir gururla onu bana gösterdiler çok teşekkür ederek çadırıma geçtim. Biraz sonra minicik bir çocuk yanıma gelip bana biraz meyve getirdi. Meyvemi yiyip uyumalıydım artık bugünlük bu kadar şok yetmişti gözlerimi açık tutamıyordum.

III. BÖLÜM: TUZAK

Büyük bir gürültüyle yerimden sıçradım üzerimde olduğunu zannettiğim yapraktan yapılma çatı uçup gitmiş durmak bilmeyen bir rüzgâr ve kaldırdığı toz akciğerlerimi doldurmaktaydı. Gecenin karanlığında kaynağını anlayamadığım bembeyaz bir ışık gözlerimi alıyordu. Yavaşça yerimden doğrulup ellerimi gözlerime siper ederek başımı kaldırdım ve onu gördüm, gökyüzünün olması gereken yerde ışıklar saçan demir bir yüzey vardı. Nutkum tutulmuştu nefes alamıyordum kalbim sıkıştı ölüm korkusunu iliklerime kadar hissettim çünkü yüzeyine baktığım bu cisim bir uzay gemisiydi. Işık saçan alt yüzeyi sanki bir kapı varmışçasına açıldı ve içinden tuhaf yaratıklar indi kampın şefi sanki onları bekliyormuşçasına yavaşça eğilerek onları karşıladı. Tam o an diğer çocukların ne yaptığını görmek için etrafıma bakındım ve evet hepsi yavaşça eğilmiş bu yaratıkları bir tanrı selamlar gibi selamlıyordu. Olduğum yerde dona kalmıştım kaçamıyordum, zaten kaçsam dikkat çekeceğini fark ettim. Bende diğerleri gibi hafifçe eğildim ve ortama uyum sağladım. Şefi takip ederek önümden geçen yaratıkların yere sürünen ıslak dokungaçları yavaşça ayaklarımı yalayıp geçerken bayılmamak için kendimi zor tuttum. Önümden geçip gittiklerinden emin olunca hafifçe kafamı kaldırdım ve şefin onları taş binaya kuyuya götürdüğünü fark ettim. Onlara görünmeden yavaşça takip etmeye başladım kuyunun yanına giden 3 uzaylı kuyunun başında durdu ve uzuvlarını kuyuya sokup içinden bir cihaz çıkardılar ve biri aniden şefi boğazından yakalayıp havaya kaldırdı. Dokungaçlarını alnına dayayıp kanını emdi ve cihazın içindeki bir bölüme tükürdü. Asıl tuhaf olan şef asla ses çıkarmamıştı bende çığlık atmamak ve aklımı kaçırmamak için kendimi zor tutuyordum. O sırada bacağıma bir şey dolandığını hissettim ve aniden tepetaklak havadaydım o uzaylılardan biri beni fark etmişti ve bacağından yakalayıp beni kuyuya attı cihazı çok net görebildiğimi fark ettim değişik mavimsi bir metalden yapılmıştı ve dış yüzeyinde yansımamı gördüm. Küçük, sıska, çelimsiz bir çocuktum şimdi. Kafamı vücuduma oranla kocaman gösteren mükemmel buğday sarısı buklelerim ve yemyeşil kocaman gözlerimle. Kendi yansımamı izlerken bir yandan boğuluyor bir yanda da düşünüyordum. Ta ki cihaz hafifçe yana çekilip de kuyunun derinliğindeki çatlağı bana gösterinceye kadar hemen o çatlağa yöneldim artık küçük bir bedenim vardı ve delikten geçtiğimde su beni hızla ormana fırlattı. Şaşkınlık ve kurtulma ile gelen ani rahatlama ile dizlerimin bağı çözüldü. Olduğum yere çöktüm ve ilk kez durumumu anlamak için ortamı dinledim. İçinde bulunduğumuz yer küçük bir ada olduğundan fonda sürekli bir dalga sesi vardı ama sanki bu ses bir anda artmıştı fırtına kopuyor gibi sesler gelmeye başladı ve şimşekler çaktı hemen beni bulan kız aklıma geldi ve onun yanına dönmek istedim. Sessizce koşarak deniz kenarına indiğimde çocukları etrafta telaşla koşarken gördüm ama kızı bulamadım. Uzaylı görüp telaş etmemiş çocukların neden telaş ettiğini anlamaya çalışırken denizin ortasında bir girdap oluştuğunu fark ettim. Bu fırtına beni buraya taşıyan fırtınaya benziyordu bu girdap ve yıldırımlar, şimşekler birbiriyle ilişkiliydi. Dehşete kapılmış halde fırtınanın ortasında durmuş girdabı izlerken taş binadan çıkan kocaman uzuvlar çocukları tek tek yakalamaya başladı. Fırtınanın sesini çocuk çığlıkları bastırıyordu. Ortalık mahşer yerine dönmüştü. Yakaladıkları çocukları tek tek uzay gemisindeki artık kırmızı ışık yayan kapıdan içeri fırlattılar. Geminin içine düşen çocuktan çığlık gelmediğini fark ettiğimde kanım donmuştu. Hızla denize doğru koşmaya başladım. Eğer düşündüğüm doğruysa bu girdap beni eve ya da en azından güvenli bir yere gönderecek bir solucan deliğiydi. Gençlik vadeden bu güzel adaysa sadece avı canlı ve taze tutan bir balık ağıydı. Denize girdim çok soğuktu çok korkuyordum artık çığlıklar giderek azalıyordu girdabın içine doğru çekildikçe boğulma hissiyle yukarı yüzeye doğru yüzmeye çalışıyordum ölümlerden ölüm beğenir gibiydim suyun içinde çırpınıp çırpınmamak konusunda kararsızdım ve sonunda kendimi bıraktım girdap beni üzerime sifon çekilmişçesine alıp uzay ve zamanda başka bir yere götürdü.

Pınar Rede

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for soulmate soulmate says:

    Öykünün anlatımdaki duruluğunu ve kelime seçimini beğendim. Her yazarın kendisine ait bir stili var ama bölümler birbirinden çok bağımsız hissettirdi. İkinci bir husus artık günümüz öyküsünde hedefin biraz da okuyucuyu yazıya odaklamak olduğu düşünülürse ikinci paragraftan başlasa (çocuğun nerden gelip nereye gittiği sorusuyla) bu öykü daha kolay okuyucuyu yakalardı gibime geliyor. Yazmaya devam edin, elinize sağlık.

  2. Avatar for Pinar123 Pinar123 says:

    Merhaba, öncelikle yorumunuz için çok teşekkür ederim. Bahsettiğiniz noktalara sonraki hikâyelerimde mutlaka dikkat edeceğim. Aslında bu benim ilk hikâyem ve zaman makinesi konusunu düşündükçe “söz uçar yazı kalır ve yüz yıllar içinde seyahat eder.” mantığı ile önemli bir toplumsal olayın gündelik hayatta ve insan psikolojisi üstünde nasıl bir etki yarattığını not düşmek istedim sanırım. Ama yorumunuz çok doğru, okuyucuyu hikaye içinde tutmalıyım. Yorumlamaya ve tecrübenizi aktarmaya devam edin lütfen benim gibi yeni başlayanlar için çok önemli bir yol gösterici bu yorumlar. :slightly_smiling_face:

  3. Sonuna kadar merakla okutan bir öyküydü ve neler olacağını asla tahmin edemedim, emeğinize sağlık. :slight_smile:

  4. Avatar for Aremas Aremas says:

    Birkaç yere değinmek istiyorum. Benzer olguları tek örnekle açıklayacağım. Metnin tamamına uyarlamak mümkün.

    Çağlar değişse de bir yazarın uyması gereken temel kurallar hiç değişmez. Bunlar, edebiyatın dayanak noktalarıdır. Doğru temellere dayanmayan metinlerin tadı dağılır.

    Hava soğuk ve kapalıydı bulutlar iki günü aşkın bir süredir güneşi göstermemekte inat ediyordu hoş gösterse ne olacaktı insanlar bu vahim salgının yayılmaması için dışarı çıkamıyordu.

    ‘Hava soğuk ve kapalıydı. Bulutlar, iki günü aşkın bir süredir güneşi göstermemekte inat ediyordu. Hoş, gösterse…’

    Peş peşe -yordu ekini kullanmak okuyucunun zihnini daraltıyor. Metne akıcılık kazandırmak için anlatım dinamiklerinizi canlandırmanız mümkün. Bunun elbette birçok yöntemi var. Ben aklıma gelen basit bir örnek sunayım izninizle.

    ‘Hava yine, soğuk ve kapalıydı.’ Bu ifade bizi bir sonraki cümleye hazırlar. Zihnimiz, bu hadisenin en azından canımızı sıkacak kadar uzun bir süredir var olduğu fikrine kapılır. Belki kahramanımız üst üste iki gün kapalı havaya bile tahammül edemeyen biridir veyahut belki de bu aylardır devam eden bir durumdur ve bunu kanıksamıştır. Birçok ihtimal mümkün. Unutmayın, attığımız her adım bir sonraki adıma hazırlıktır. Okuyucuyu dahil ettiğiniz her olasılıkta, okuyucunun metne daha sıkı sarılır. Ancak, kendimizden bir parça aktardığımız şeyleri severiz. Okuyucunun aktif katılımı çok önemli. O yüzden dizginlerden birini okuyucuya verin.

    Bulutların güneşi göstermemesi, onlara içkin bir özelliktir ve bunu inatla değil, tembellikleriyle niteleyebiliriz. Orada var olmaya devam ettikleri sürece zaten kendiliğinden güneşe engel olacaklardır. Nitelemeleri daha akılcı kullanarak metni kısaltabilir, özümsenmesini kolaylaştırabiliriz. Örneğin, ‘Bulutların tembelliği, güneşi unutturacak cinstendi.’ gibi bir ifade farklı bir tat bırakabilir. Örnekleri siz çeşitlendirebilirsiniz muhakkak. Bunlar şimdilik ilk düşünüşte aklıma gelenler.

    Okullar kapatılmış, çoğu iş yeri ücretsiz izin vererek çalışanlarını evlerine yollamıştı. Kendi evlerimizde hapsolmuştuk. Bu durum benim gibi zaten evden çıkmaktan hoşlanmayan biri için bile can sıkıcı bir hal almaya başlamıştı.

    Genellikle yazarın anlatmasından ziyade ima etmesi veyahut göstermesi istenir. Kahramanın nitelikleri kendiliğinden ortaya çıksa daha iyi olur. Örneğin, ‘Dört duvar arasında vakit geçirmek konusunda yeterince idmanlı olsam da…’ benzeri öncül bir ifade kullanılabilir.

    Bu on beş günde bir gerçekleşen içi insanla dolu markete girip çıkma maceralarımızın sonunda, evimize döndüğümüzde daha erzakları yerleştirirken acaba boğazımız mı ağrıyordu yoksa ateşimiz mi çıkmıştı diye düşünmekten kıvranıyorduk.

    Kullandığımız sözcüklerin temel ve yan anlamlarına hakim olmak önemlidir. Kıvranmak; süreğen, katmerli bir acı çekişi ifade ettiğinden, eylem sonrası gelişen bir obsesyonu açıklamak için uygun bir ifade gibi gelmedi bana.

    içimin titrediğini hissettim…kalbinin korku ve endişe ile…Yüreğimin sıkıştığını hissettim hemen öfkeli bakışlarımı adamın üstüne diktim…

    Bu hataları yeni yazarlarda daha sık görüyorum. Sanki sürekli çarpıcı, göz alıcı, hayret verici bir şeyler olmalıymış gibi eylemler ve tepkiler hep bu vurguyla veriliyor. Bu eylemlerin metinde olgunlaşabilmesi için okurun yeterli nüfuzu ve karakterlerin motivasyonu olmalıdır. Karakter motivasyonlarını anlayamazsak eylemler asılsız ve vasıfsız kalır. İstedikleri kadar uçup kaçsın, hiçbir his uyandırmazlar.

    Bunlar metne daha farklı açılardan bakmanız için sunduğum örneklerden bazıları. Eklerin(özellikle -de eki) ve bazı kelimelerin yazımında hatalar var. Metin okuyucuyu yakalamak konusunda yetersiz bana göre.

    Elinize sağlık.

  5. Avatar for Pinar123 Pinar123 says:

    @Aremas Değerli Onur Şahin bulutlar bana göre inatçıydı o kadar. Ayrıca dilbilgisi hataları eleştirmek kabul edilebilir ama illaki anlatım eleştirilecekse elle tutulur veriler olması gerekir yoksa eleştiriler öneriden öteye gitmez ki sizde eleştirinizi yazarken öneri cümleleri kullanmak zorunda kalmışsınız. Ayrıca burası babanızın çiftliği değil eleştirilerinizi doğrudan metinden alarak örnek vermekte kaba bir davranış olmuş. Burada ileri geri eleştiren çok oldu hiçbirine böle bir cevap vermedim teşekkür ettim, onayladım, dikkat edeceğim dedim ama siz çizginizi aştınız. Ve açıkçası başka işlerimden ötürü yazmayacaktım bir süre ama inat çok pis bir huyumdur artık ölene dek yazacağım istemiyorsanız okumayın gücünüz varsa yayınlatmayın. Son olarak genç yazarlar böle yazmak istiyorlarsa yazarlar burası özgür bir dünya okumazsınız olur biter.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

14 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Aremas Avatar for SJack Avatar for acimatriyarka Avatar for soulmate Avatar for Pinar123 Avatar for Rotiron