Öykü

Ahir

Ahir zaman: (Far. آخر زمان) Kıyamet öncesinde alametlerle kendisini belli edeceği belirtilen zaman dilimi, dünyanın son günleri.

 

1

“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak câhillikleri sebebiyle günah işleyip de, o günahtan çarçabuk vazgeçenlerin tevbesidir. İşte Allah, böylelerinin tevbesini kabul buyurur. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.”

Nisâ suresi : 17

Mestan dirseğini hapishane müdürünün masasına koymuş, kafasını eliyle destekliyordu. Karşısında oturan Başkomiser Fethi’ye yorgun gözlerle baktı. “Geceleri uyuyamıyorum da…”

“Ranzan mı rahat değil?” diye sordu müdür.

“Yok müdürüm, çok şükür bütün imkanlarımız çok iyi. Benim problemim psikolojik.”

“Bak işte, terzi kendi söküğünü dikemezmiş. Psikolojisi bozuk psikolog…”

Mestan gülümsedi ama mutlu görünmüyordu. “Kapatabilirsiniz başkomiserim,” dedi aralarındaki sehpada duran tableti kastederek. “Anladım anlayacağımı…”

Fethi, tablete dokunup haber bülteninden alınmış videoyu durdurdu. “On dokuz gün oldu Mestan. On dokuz gündür köy kuşatma altında. Bütün Türkiye işi gücü bıraktı bu saçma sapan olayı takip ediyor.”

Mestan oflayıp puflayarak sandalyeden kalktı, müdürün odasında yürümeye başladı. “Böyle saçma sapan bir olay da sadece bizim ülkede yaşanır zaten. Ben içeri gireli yirmi sene oluyor, Süleyman Ahir milletvekiliydi. Televizyonda falan görürdük radikal çıkışlarını. Bilmem ne yapanı asalım, şeriat gelsin falan filan…”

“Doksanların ortasına kadar vekildi,” diye onayladı müdür. “Mafya bağlantısı ortaya çıkınca epey ortada gözükmedi…”

“Hiç tanışmadın mı?” diye sordu başkomiser.

Mestan düşündü. “Birkaç defa aynı ortamda bulunmuş olabiliriz ama dediğim gibi genellikle televizyondan görürdük.”

“Yanındakileri tanıyorsun ama…”

“Maalesef.”

“Müzakereci olarak bizimle gelmeni istiyoruz.”

Mestan pencereden hapishanenin avlusuna baktı. “Bana sorarsanız topunuzla tüfeğinizle dalın içeri. Karşılık verenleri vurun, tutuklayabildiklerinizi tutuklayın.”

“Benim gönlümden geçen de o ama köyde çocuklar var. Yüzden fazla çocuk… Biliyorsun bu sapıklar çocuklara pis şeyler yapmaktan çekinmiyor. Hem oğlanlara hem kızlara… Anlattırma işte bana, midem bulanıyor. Çocukları çatışmada kalkan olarak kullanmaktan da çekinmeyeceklerdir. Müzakereyle çözmek zorundayız.”

“Kimin çocukları bunlar? Köylülerin mi?”

“Ahir, oraya yerleştiğinde nüfus zaten çok azmış. Şu anda köyün neredeyse tamamını onun müritleri oluşturuyor. Gerçi köylüler de onun mehdi olduğuna ikna olmuş durumdalar.”

“Yani kendi çocukları mı?” diye sordu hapishane müdürü.

“Evet müdürüm.”

“Pislikler…”

“Anladığım kadarıyla Ahir kurduğu tarikatı hiçbir zaman gizlemeye çalışmamış,” dedi Mestan. “Niye bu kadar güçlenmesine izin verildi?”

Polis bakışlarını kaçırdı ondan. “Biliyorsun, bürokrasi… Din ve inanç özgürlüğü var.”

“Polisin köye girmesi için genç bir kadının ölmesi gerekti. On sekizinde var mıydı bari kız? Ahir’in havarileriyle birlikte olmayı reddettiği için katledildi. Cesedini parçalayıp dereye attılar, ancak öyle fark ettiniz. Bu köyden defalarca ihbar geldiği söyleniyor, tüm o tecavüzlerin üstü kapatılmış. Allah bilir silah imalatı ortaya çıkmasa o cinayet de unutulup giderdi. Adamlar sizi uyutup fabrika kurmuş köyde. Kim bilir kime satıyorlar? Belki PKK’ya, belki IŞİD’e…”

“Artık yapamayacaklar. Paçalarını kurtaramayacaklarını kendileri de farkındalar ama çocukları ve kadınları oradan güven içinde çıkarmamız gerekiyor.”

Mestan yeniden Fethi’nin karşısına oturdu. “Beni ortak etme komiser. Koskoca emniyet teşkilatında psikolog kalmadı mı da bana geldiniz?”

“Tarikatın belki yarısını tövbe ettiğini söyleyen mafya üyeleri ve kabadayılar oluşturuyor. Bu insanları senin kadar iyi bilen kimse yok. Müdürüm senin ne kadar yardımsever olduğunu, buradaki mahkumlara psikolojik destek vermek için elinden geleni yaptığını anlattı. Şimdi de bu iş için yardım etmelisin.”

“Zannedilenin aksine psikologların karşı tarafın zihnini okumak gibi bir huyu yoktur başkomiserim ama sizin ne düşündüğünüzü tahmin etmek çok kolay. Çünkü herkes aynı şeyi düşünüyor. Benim de onlardan biri olduğumu düşünüyorsunuz. Bir elinde tabanca, öbüründe tesbihle gezen biri olduğum için onları ikna edebileceğimi düşünüyorsunuz.”

“Olur mu öyle şey Mestan,” diye araya girdi hapishane müdürü. Kendince destek olmaya çalışıyordu. “Beş vakit namazında, Kur’an’ı elinden düşürmeyen adamsın. Göster onlara doğru yolu. Senin ne kadar başarılı bir psikolog ve iyi bir insan olduğundan kimsenin şüphesi yok…”

Mestan eski günleri hatırladı. “İyiydim. Başarılıydım… Amerika’da yüksek lisans yaparken yazdığım tez sizin adını bile duymadığınız, alanın en prestijli ödüllerine aday gösterildi. Orada mutlu bir hayat kurabilirdim. Ama ben aptal gibi ülkeme dönmek istedim. Halkıma destek olacaktım. Ortadoğu’da kimsenin psikolojisinin iyi olmadığını biliyordum. Onları kurtarabileceğimi sandım. Onları kurtaracaktım ki başka hiçbir çocuk benim annemle babam gibi dengesiz ebeveynlerle büyümek zorunda kalmayacaktı… Başta her şey çok güzeldi. Kendi kliniğimi açmıştım. İnsanlara yardım ediyordum. Mutluydum… Sonra Harun Abi geldi. Tehlikeli görünüyordu ama yine de onu iyileştirmek istedim. Ondan ümidini kesmemiş birileri olduğunu görsün istedim. Ayrıca çok ilginç bir vakaydı, onu incelemek benim için de faydalı olacaktı. Seanslarımızın gerçekten işe yaradığını, beni arkadaşlarına da önereceğini söyledi. Onun gibi başkalarıyla tanıştım. Onlarla vakit geçirmeye başladım. Bir baktım onlardan biri olmuşum. Gündüzleri danışanlarıma yardımcı oluyorum, akşamları sabaha kadar pavyonda rakı içiyoruz. Onların hayata bakış açısı, her hareketleri büyük bir davanın parçasıymış gibi yaşamaları, asla kendilerinden taviz vermemeleri… Çok etkileyiciydi. Hem seanslarda hem de gündelik hayatlarında onları anlamaya çalıştıkça mantıklı gelmeye başladı. Ben insanlara yardımcı olacağımı zannederek on yılımı üniversitelerde geçirmiştim, şimdi tek yaptığım parası olanların dertlerini dinlemekti. Onlaraysa herkes derdini anlatabiliyor, genellikle de dermanına kavuşuyordu. ‘Seni bizim yanımızda görenler sana zarar vermek isteyebilir,’ deyip ilk tabancamı hediye ettiklerinde kullanmam yalnızca iki gün sürdü. Kendim için de değil ha… Ara sokakta karısını döven birini gördüm, çekip ayağına sıktım. Benim için olayın üstünü örttüler, karakola bile çağrılmadım. Dokunulmaz olduğuma inanmıştım. Buna benzer pek çok şey yaptım, kavgalara karıştım. Her defasında beni tebrik edip işin içinden sıyrılmamı sağladılar. Ta ki sıyrılamayacağım güne kadar. Gözüm dönmüştü, bir dava için mücadele ettiğime, dünyayı daha iyi bir yer yaptığıma inanıyordum. Yakalanacağımı anladığımda onların suçlarını da üstlendim ki dışarıda kalıp mücadele etmeyi sürdürebilsinler. Şimdi ben buradayım, Harun Abi mezarda, kalanların çoğuysa o sübyancı Süleyman Ahir’in korumalığını yapıyor.”

“Ahir insanları etkilemekte çok başarılı,” diye açıkladı Fethi. “İki tane emekli profesör var köyde. Ayrıca köyün etrafını teneke duvarlarla çevirmiş, eli silah tutanları gözcü kulelerine yerleştirmiş. Sadece senin adamlar değil, bir sürü de eski asker var. Bazıları bordo bereli. Hatta bir tane de emekli albay varmış…”

“Birkaç sene cezan kaldı, onu da affedecekler, erkenden salıverileceksin.” dedi müdür. “Kabul et işte. Bu hapishanedeki herkes senin yaptıklarından pişman olduğunu biliyor. Sen dışarıda olmayı hak ediyorsun.”

Mestan düşünürken yüz ifadesinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. İki adam bir süre onun karar vermesini bekledi. “Tamam,” cevabını duyunca rahatladılar. “Hangimiz affedilmek için mücadele vermiyoruz ki?..”

 

2

“Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil rüsvâ etsin, onlara karşı size yardım ve zafer ihsân buyursun, baskı ve zulüm altında inleyen mü’min toplulukların gönüllerini ferahlatsın!”

Tevbe suresi : 14

Fethi ve Mestan birkaç saat sonra Kocaeli, Körfez’e varmışlardı. Mahkum psikolog, köyün çevresine çadırlardan bir kent kurulduğunu gördü. Polis ve jandarma durmaksızın koşturuyor, yüksek seviyeli bürokratlar orayı doldurmuş basın çalışanlarına verdikleri demeçlerle ülkenin yüreğini ferahlatmaya çalışıyordu. “Kimsenin seni hatırlayacağını sanmıyorum ama kameralardan uzak olsan iyi olur,” dedi başkomiser. Onu köyle iletişimin sağlandığı çadıra sokacaktı ki bir kadının yanlarına koştuğunu fark ettiler.

“Doktor Abi!” diye seslendi kadın.

Mestan onu tanıyordu. “Hayriye, ne işin var senin burada?”

“Sıtkı bikaç sene önce çok muhterem bir adamdır diye tutturunca buraya taşındık. Ama oradakiler kafayı yemişler.”

“Bu kim?” diye sordu Fethi.

“Harun Abi’nin yeğeni Sarı Sıtkı vardı. Onun eşi Hayriye.”

Polis ona döndü. “Sen köyde miydin?”

“Bikaç ay oluyo, dayanamayıp kaçtım komserim. Köydeki bütün karıları Süleyman’la yatmaya zorluyolar.”

Mestan araya girdi. “Sıtkı nasıl izin veriyor buna?”

“Kafayı Süleyman’la bozdu o da. Yakında kıyamet kopcekmiş. Böyük bi savaş olcekmiş. Hazret’in ordularını Süleyman yönetcekmiş. Onun yolunda yürüyenler cennete gitcekmiş… Kader buymuş… Tutturmuşlar bir kader, ne sorsak aynı türküyü okuyonlar. Ben kaçtım ama oğlumu almama izin vermediler Doktor Abi. Telefonlan görüşüyoduk anca, görüntülü. Burayı yıkceklermiş, n’olur kurtarın onu.”

Kadına sarıldı psikolog. “Sakin… Sakin ol. Halledeceğiz, tamam mı?”

Fethi, üniformalı polisleri çağırıp Hayriye’yle ilgilenmelerini söyledi. Kadını rahatça bekleyebileceği bir yere gönderdikten sonra çadıra girdiler. “Bu telefonla iletişim kuruyoruz. Bazen Süleyman, bazen müritleri çıkıyor. Şansını denemek ister misin?”

Mestan, telefonu kulağına götürdü. Sadece birkaç kez çaldıktan sonra açıldı. “Aloov,” dedi karşıdaki ses bağırarak.

“Merhaba, benim adım Mestan Kınık. Psikoloğum.”

“Buyrun dohtor bey. Emir, ben. Hafız Emir.”

Mestan, Emir’i eskilerden hatırladığını fark etti. Harun’un düşmanlarından birinin tetikçisiydi. “Doktor değilim Emir Bey, psikoloğum.”

“Deli dohtoru değilmin?”

Yüzünü buruşturdu Mestan. “Süleyman Bey’le görüşmek istiyorum.”

“Napıcan Mehdi’yi?”

“Ona yardımcı olmak istiyorum.”

“Gene mi len? Kaç kere dedih Mehdi deli değel diye. Siktirin gidin!”

“Yanlış anladınız Emir Bey. Ben müzakere koşullarını görüşmek için görevlendirildim.”

“Hee,” dedi Hafız Emir. “Dohtor seni istiyo Mehdim, müzakere için.”

Gergin bekleyiş saniyeler sürdü ve Süleyman Ahir’in sesi hattın öbür tarafında duyuldu: “Alo…”

“Merhaba Süleyman Bey.”

Tarikat liderinin sesi keyifli geliyordu. “Merhabalar.”

“İsmim Mestan Kınık. Psikoloğum.”

“Polis için mi çalışıyorsunuz Mestan Bey?”

“Hayır. Aslında müritlerinizden bir kısmı beni tanıyacaktır. Rahmetli Harun Sazoğlu’nun yakınlarındanım.”

“Harun Sazoğlu demek… Kendisi iyi bir dost ve dava arkadaşıydı. Şu anda cennetin en üst katından bizleri seyrediyor.”

“Onu görebiliyor musunuz Süleyman Bey?”

“İnanmanın tek yolu görmek olsaydı Allah kitap yerine videokaset gönderirdi. Ben onun kelamına iman ediyorum, kadere iman ediyorum.”

“Sizi tamamıyla anladığımdan şüpheniz olmasın. Emniyet güçleri ile yapacağınız müzakerelerde üçüncü taraf olarak arabuluculuk yapmam teklif edildi. Sizin için uygun mudur?”

“Madem Harun’un yakınısınız, olur. Birkaç talebimiz olacak.”

“Tabii ki Süleyman Bey. Dinliyorum.”

“Türkiye Cumhuriyeti’nde hüküm süren laik sistem en kısa sürede ilga edilecek ve şeriat hükümleri uygulamaya konulacak. LGBTİ odaklı tüm oluşumlar bir hafta içinde kapatılacak. Cumhurbaşkanı, Hazret’le görüşecek.”

“Bunların hepsini iletiyorum ama son maddeyi anlamadım. Hazret siz misiniz?”

“Hazret yerin ve göğün çökmemesini sağlayan, bir elinde güneşi öbüründe ayı tutan kişidir. Kainat ki onun yüzü suyu hürmetine döner. Bizim kaderimizde onun ordularına yol göstermek var.”

Mestan, başkomiserin önüne uzattığı notu okudu. “Talepleriniz şu anda değerlendiriliyor Süleyman Bey ama karşı taraf da sizden iyi niyet göstergesi istiyor.”

“Neymiş o?”

“On çocuğu anneleriyle birlikte köyden dışarı gönderebilirsiniz.”

“Ben kimseyi burada zorla tutmuyorum, cennet anaların ayakları altındadır, kadınlar istedikleri zaman köyümüzden ayrılmakta özgürler.”

“Süleyman Bey, bana karşı dürüst olduğunuza eminim ama fark etmişsinizdir ki tüm Türkiye üç haftadır buradaki durumu takip ediyor. Birileri dışarı çıkıp köyde neler olduğunu anlatırsa insanlar size karşı iyi şeyler düşünebilirler.”

“Bize yapılan baskı deccalın bir oyununu yalnızca. Türk halkı Süleyman Ahir’i gayet iyi tanıyor ve arkamda duruyorlar. Seksen bir ilden telefonlar alıyorum. Uğrunda ölmeye hazırız Mehdim, diyorlar. Sabredin canlar… Çok yakında muvaffak olacağız. Çünkü kaderimizde bu yazılı.”

“Emniyet güçleri eninde sonunda orada yiyeceklerinizin tükeneceğini, suyunuzun biteceğini ve köyden çıkmak zorunda kalacağınızı düşünüyor. Onlar için öncelik, köydeki çocukların güvenle tahliye edilmesi. Zaten köye giden temiz su da kesildi. Eğer en azından birkaç kişiyi dışarı gönderirseniz onları koşullarınızı iyileştirmeye ikna edebilirim.”

“Dışarıdan hiçbir şeye ihtiyacımız yok Mestan Bey. Dediğim gibi, kaderimizde ne varsa ona ereriz. Şükürler olsun ki Allah rızkımızı veriyor. Tarlalarımızın bereketi yerinde. Hakk yağmur yağdırırsa suyu biriktirir içeriz. Yağdırmazsa oruçtur, susuzluğa dayanacak gücü o verir. Yine de teklifinizi düşüneceğim, lütfen aradığımda telefonun başında olun. Başka biriyle konuşmam.”

Mestan ağzını açamadan kapandı telefon. Fethi’yle birbirlerine baktılar. “Düşünecekmiş,” dedi polis. “Yirmi gündür ilk gelişme…”

 

3

“Bunlar mı daha üstün ve daha güçlü yoksa Tübba’ kavmi ile daha öncekiler mi? Biz onların hepsini helâk ettik; çünkü günahlara dalmış, kâfir olup çıkmışlardı.”

Duhân suresi : 14

Hava kararırken, birbirine bağırıp çağıran siyasetçiler bir kez daha akşam haberlerinin büyük bölümünü kapladı. Bitmek bilmeyen tartışmanın odak noktası bu sefer Körfez’deki ablukaydı. Son yirmi gündür gündem buydu. Muhalifler hükümeti kriz yönetememekle suçladı, iktidardakilerse onların bu trajediyi memleket aleyhinde kullandığını öne sürdü. İnsanlar televizyon başında neler olduğunu anlamaya çalışırken Fethi’yle Mestan, çadırın birinde Hayriye’yi neredeyse çapraz sorguya almışlardı. “Zati köydeki bütün karılar Süleyman’ın,” dedi kadın. “Ama bi de imam nikahlı eşleri var. Onlar pek çıkmıyo Süleyman’ın evinden. Bazen resmi geçit gibi arkasından yürüyolar. Bazıları çocuk daha…”

“Kodumun sapığı,” diye mırıldandı Fethi Başkomiser.

“Hatta dayanamadım sordum, yazık değil mi sübyana? Mehdi onları korumak için evlenmişmiş, çünkü peygamber efendimiz de öyle yapmışmış…”

“Tövbe estağfurullah…” dedi Mestan. Ellerini açıp kısa bir sure okudu. “Peki sence Süleyman verdiği vaazlara, mehdi olduğuna gerçekten inanıyor mu yoksa insanları kandırmaya mı çalışıyor?”

Genç kadın omuz silkti. “Bilmiyom ki Doktor Abi… Ama arada görünüp kaybolan bir oğlan vardı, genelde susardı, konuşursa da bi Süleyman’la konuşurdu. Süleyman da onun bir el hareketine oraya buraya deli danalar gibi koşuştururdu. O çocuk ona ne anlatıyosa inanıyodur.”

Polis ve psikolog birbirlerine baktılar. “Adını hatırlıyor musun?” diye sordu Fethi.

“Sanki Hazret dedikleri oydu.”

“İşte!” dedi Mestan. “Süleyman da telefonda öyle bir şeyler geveledi. Yani yılanın başı bu Hazret mi?”

Hayriye’nin kesin bir cevabı yoktu, zaten işe yarar başka bir şey de hatırlamıyordu. Teşekkür edip onu yemek yemeye yolladılar. Mestan bakışını bir noktaya kilitlemiş, konuşmuyordu. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu Fethi sonunda.

“Köydekiler her şeyi göze almış gibi görünüyor, toplu intihara kadar yolu var ve bunun olmasını istemeyiz. Bak, araştırmalara göre böyle tarikatlara katılanlar genellikle özgüven eksikliği ve problemli aile yaşantıları olan kimseler. Mesela Hayriye’nin kocası Sarı Sıktı’yı babası çok döverdi. Annesini de döverdi babası. Sonunda dayısı, Harun Abi, dayanamadı. Adamı öldürdü, o ikisini de yanına aldı.”

“Eeee?”

“Bugün biraz bakındım internetten. Süleyman Ahir, mafya bağlantısı ortaya çıkınca gözden düşmüş bir milletvekili. Önceden sürekli televizyonlarda, fanatik takipçileri var, bir gün partinin başına geçeceği konuşuluyor. Sonra bütün itibarını yitiriyor, ortadan kayboluyor. Mehdilik iddiasıyla ortaya çıktığında insanlar onun sonunda tamamen kafayı yediğini düşünmüş. Belki de böyle olmadı. Belki de o da müritleri gibi kandırıldı. Bu Hazret dedikleri, Ahir’in egosunu kullanarak onu manipüle etmiş olamaz mı?”

“O zaman müzakerede bulunman gereken esas kişi Hazret.”

“Voila! Tam olarak öyle.”

Böylece Mestan’ın kafasında bir hareket planı oluştu. Biraz sonra telefon çaldığında da bu planı uygulamaya koydu. “Hayırlı akşamlar,” diye açtı tarikat lideri telefonu.

“Hayırlı akşamlar Süleyman Bey, nasılsınız?”

“İyiyiz Allah’ın izniyle. Deccalın ordularıyla yaptığımız savaşta muvaffak olunca daha da iyi olacağız. Siz nasılsınız?”

“Şükür diyelim. Hükümet, taleplerinize olumlu bakıyor ancak muhataplarının kim olduğunu bilmeleri gerek.”

“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak muhatapları benim elbet.”

“Hazret’le görüşeceklerini söylemiştiniz.”

“Hazret, yalnızca cumhurbaşkanıyla bir araya gelmeyi kabul ediyor.”

“Ancak diğer insanların da onun ilminden faydalanmaya hakkı yok mu? Mehdimiz olarak bizi bundan mahrum etmeyeceksiniz herhalde.”

Tarikat lideri sinirlenmişe benziyordu. “Bana işimi öğretme!” dedi sertçe. “Mehdinin ilmi neyine yetmiyor? Sen o mertebeye erdin mi ki Hazret’ten medet umuyorsun?”

Mestan onu bu kadar kızdıracağını düşünmemişti, yine de adamın tüm o sakinliğinden sıyrılıp gerçek yüzünü göstermesi hoşuna gitti. “Ben yalnızca doğru yolu arayan biriyim,” dedi bıyık altından gülümseyerek.

“Küllü nefsin zaikatül mevt,” dedi Süleyman. Hâlâ sakinleşmemişti. “Her canlı ölümü tadacaktır. Ne buyurmuş Peygamber efendimiz? Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız. Anladınız mı Mestan Bey? Ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın.”

“Anladığımı sanıyorum…”

Süleyman vaazını sürdürecekmiş gibi başladı ama bir anda sesi kesildi. “Siz nasıl buyurursanız,” dedi yanındakine. Sonra telefona döndü, “Hazretleri seninle konuşacak,” diye Mestan’a açıkladı.

“Teşekkürler.”

Karşı taraftan gelen sesler telefonun el değiştirdiğini ve Süleyman’ın uzaklaştığını gösteriyordu. “Merhaba psikolog,” dedi telefona geçen. Mestan bu ses ve tonlamanın yirmili yaşlarının başındaki birine ait olduğunu tahmin ediyordu.

“Merhaba… İsminizi öğrenebilir miyim?”

“Doksan dokuz tane var. Eminim birkaçını duymuşsundur.”

“Neyi ima ettiğinizi anladığımı sanıyorum.”

“Tabii ki anladın. Ahir’i delirtebildiğine göre belli ki zeki adamsın.”

Mestan, Süleyman’ın aksine bu karşısındakinin onunla oynadığını fark etti. Kartlarını açarak karşılık verecekti. “Siz benden daha zeki olmalısınız. Dedeniz yaşındaki adamı mehdi olduğuna ikna edip tüm bu düzeni kurmuşsunuz.”

“Doğrudur, Süleyman Ahir’i seçtim. Sonuçta ordularımın komutasını kime vereceğimi ben belirlerim. Kaderi ben yazarım ve kimse kaderinden kaçamaz.”

Fısıltıyla bir tövbe estağfurullah çekti Mestan, çocuğun her şeye bir cevabı var gibiydi. “Gerçekten, size nasıl hitap etmeliyim?”

“Bu bedenin kiracısının bir adı vardı ama pek önemi kalmadı. Belki de akılda kalıcı bir isim seçebiliriz. Sanırım bana Hazret demeyeceksin, Harun nasıl? Haz-ret, Ha-run…”

Bu ismi duymak psikoloğun hoşuna gitmemişti ama belli etmemeye çalıştı. “Siz nasıl isterseniz Harun Bey.”

“Bir de soyadı fena olmaz ha? Mesela Sazoğlu… Evet evet, çok güzel oldu. Bana Harun Sazoğlu de.”

Mestan dayanamayıp patladı. “Sen Harun Sazoğlu değilsin.”

“Ama böyle olmaz psikolog, sen de kimi söylesem beğenmiyorsun. Ben tabii ki Harun Sazoğlu’yum. Aynı zamanda onun öldürdüğü herkes. Aynı zamanda onu kevgire çeviren herifler. Hepimiz aynı özden yaratıldık. Bu özün özünde de ben varım.”

“Öyleyse seninle konuşmak beni peygamber mi yapıyor?”

“Bittabi.”

“Telefonda konuşuyor olsak bile mi?”

“Musa’yla yanan çalıdan konuştuğuma inanıyorsun ya…”

“Peki neden ben? Duyduğuma göre başkalarıyla muhabbet etmeyi tercih etmezmişsin.”

“Sen özelsin.”

“Süleyman’a da böyle mi dedin?”

“O da özel… Başka bir anlamda.”

“Avanak ve kandırılmaya hazır anlamında mı?”

Hazret neşeyle güldü. “Haşa…”

“Gerçekten, kimsin sen? Neden böyle bir işe giriştin? Planın silah imalatı mıydı?”

“Sana yardımcı olmak istiyorum psikolog. Lakin doğru soruları sormuyorsun. Unutma, ağzımızdan çıkan her kelime kaydediliyor ve aleyhimizde delil olarak kullanılabilir.”

Mestan, onun ne demek istediğini anladı. Oyuna ayak uydurması gerekiyordu. “Bulunduğun bedenin kiracısı kimdi?”

“İsmi Akif ama sen onu soyadından tanırsın…”

Psikolog düşündü. Gerçekten de bu isimde birini hatırlamıyordu. “Soyadı neydi?”

“Her seferinde tek soru. Sıra bende.”

“Pekala. Sor istediğini.”

“Affedilmek için böylesine çabalamanın tek sebebi öte dünyadan korkman mı?”

Kafasını toplamaya çalıştı Mestan. Köydekileri kurtarması için Hazret’i çözümlemesi, bir nevi onun aklının içine girmesi gerekiyordu ama şu an sanki tam tersi oluyordu. “Sen beni nereden tanıyorsun?” dedi öfkeyle.

“Cevabını duyamadım ama önemli değil. Ben hepinizi tanıyorum evladım. Vücutlarınız bana ait, ruhlarınızı da ben üfledim. Ayrıca bu bedenin kiracısı olsa o da seni tanırdı, köydekilerin yarısına terapi yapmışsın. Soru sırası bende.”

“Sor…”

“Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?”

“Ne alaka şimdi?”

“Sana ne alaka olduğunu açıklardım ama bir soru hakkını daha boşa harcamış olursun. Bence cevap ver.”

“İkisi de birbirinden çıkar.”

“Güzel. Sorunu sorabilirsin.”

Mestan, Akif’in soyadını soracaktı ama Fethi’nin önündeki deftere bir şeyler karaladığını gördü: Silahlar? Polise göz kırptı. “Köyde bir orduya yetecek kadar silah ve mühimmat üretmişsiniz. Neden?”

Telefonun öteki tarafından yeniden bir kahkaha geldi. “Şu an içinde bulunduğumuz durumu düşününce oldukça öngörülü bir iş yaptığımız söylenebilir, değil mi? Sonuçta ben zamandan ve mekândan muafım… Geleceği, geçmişi ve şimdiyi aynı anda yaşıyorum. Hepinizin kaderini biliyorum.”

“Gerçek cevaplar istiyorum.”

“Tabii ki istiyorsun. İnsan gerçeği aramak için yaratılmıştır. Sıra bende. Harun Sazoğlu, hapishanedeki son ziyaretinde sana ne söyledi?”

“Bunu biliyor olamazsın.”

“Neden konuşmamız bir kısır döngü halinde devam ediyor psikolog? Buraları geçtik sanıyordum. Ben her şeyi bilirim. Cevap almak istiyorsan cevap vereceksin.”

Bana bir şey olursa karıma sahip çıkacaksın, demişti. Namlı kabadayı sanki öleceğini anlamıştı. Ben ne yapabilirim, diye düşündüğünü hatırlıyordu Mestan. Parmaklıkların arkasındayım. Harun ağabeyi her zamanki gibi onun zihnini okuyordu. Senden başka kimseye güvenemem.

Beynine üşüşen anılar Mestan’a acı veriyordu. Düşünmemeye çalıştı. Emanete sahip çıkamamış, birkaç ay sonra kadının izini kaybetmişti. Başka şeyler de hatırlıyordu. Harun Sazoğlu, yılın mafya düğününü yapmıştı. O, Mestan, tüm dostları mutluydu. Yeğenimiz olacak mı, diye sormuştu alkolün etkisiyle. Kabadayının çok hoşuna gitti. Allah’ın izniyle bir oğlumuz olsun istiyorum. Rahmetli babamın adını yaşatacağım: Akif…

“Akif’in soyadı ne?!” diye bağırdı Mestan.

“Sakin ol psikolog, hatırladın demek.”

Mestan tekrarladı. “Akif’in soyadı ne?”

“Siz insanlar, neden canınızı yakan cevapları duymaya bu kadar meraklısınız?”

Silah sesleri göğü doldurunca Mestan, bilinçaltının karanlığından çıkıp dünyamıza döndü. “Ne oluyor?” diye sordu Fethi’ye. Polis cevap vermeyince bağırdı. “Onlar mı bize ateş ediyor komiser? Biz mi ateş açtık, ne oluyor?”

Üniformalı memurlardan biri çadıra daldı. “Emrettiğiniz gibi, köye giriyoruz başkomiserim.”

Mestan telefonu bir kenara fırlattı. “Ulan madem çatışacaktın, beni ne halt yemeye getirdin?”

“Odaklarını dağıtmamız gerekiyordu, sürpriz için.”

“Sayın bakanımız sizi bekliyor,” dedi üniformalı.

Mestan, polislerin peşinden çadırdan fırladı. “Kendin söyledin, içerde kadınlar var, çocuklar var. Onlar ne olacak?”

“Bu sirk fazla uzadı,” dedi Fethi yüzüne bakmadan. “Üstümüzde yoğun baskı var. Daha fazla bekleyemeyiz.” Yanındaki polise döndü. “Basından kimse görüntü alamıyor değil mi?”

“Hepsini uzaklaştırdık başkomiserim.”

Mestan, endişeyle çadıra dönüp telefonu kaptı. “Alo, Akif, orada mısın?”

“Her zaman buradayım psikolog.”

“Kafayı yemiş bunlar, çabuk, beyaz bayrak falan salla, bir şey yap. Kadın, çocuk falan dinlemeyecekler.”

“O işlere Mehdi bakıyor. Son gördüğümde teslim olma niyeti yoktu.”

Çatışma şiddetlendiği için telefondan gelen ses zar zor duyuluyordu. “Bunu neden yapıyorsun Akif? Hepiniz öleceksiniz orada.”

“Harun Sazoğlu’na neyin sözünü vermiştin psikolog?”

“Karısını koruyacağımı söylemiştim. Ne olur Akif, bitir şu saçmalığı.”

“Bizi o zaman koruyamadın, şimdi mi korumaya çalışıyorsun? Harun gibi bir adam öldürüldüğünde arkada bıraktıklarına ne olur biliyor musun? Bilmek bile istemezsin… Akif bu tarikat işlerini kaç yaşında, nerelerde öğrendi fikrin var mı? Neler yaşadı?..”

“Akif, yalvarıyorum teslim olun. Öleceksiniz.”

“Ben defalarca öldüm psikolog. Önce beni, annemi satın alanların elinden öldüm. Beni kurtardığını iddia eden şeyhlerin, şıhların elinden öldüm. Beni ölümle korkutamazsın.”

“Baban iyi bir adamdı. Böyle olsun istemezdi.”

“Beni neden korumadın psikolog? Herkesin yardımına koşarmışsın. Bana neden yardım etmedin?”

“Hapisteydim ulan, bilmiyor musun?”

“Hazret her şeyi bilir, değil mi?”

Mestan yalvarmaya devam edecekti ki hat kesildi. Çadırdan çıktığında köyden yükselen alevleri gördü. “Ne oluyor?” diye sordu gördüğü ilk kişiye.

“Tarikat yangın çıkarmış.”

Mestan emin olamadı. Yangını Fethi Başkomiserin çıkarıp köydekilerin üstüne atması da olasıydı. Bir itiş kakış dikkatini çekince o yöne koştu. Polisler ateşe koşan Hayriye’yi sakinleştirmeye çalışıyor, genç kadın ise “Oğlum!” diye inliyordu. “Doktor Abi! Oğlum yanıyor, yardım et bana!”

Psikolog ne söyleyeceğini bilmiyordu. Genç kadına sarılmakla yetindi. “Sakin ol… Geçecek.”

Hayriye onun omzunda hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Hani halledecektin, hani onu kurtaracaktın…”

Yirmi yıldır kaçtığı gerçek Mestan’ın suratına tokat gibi çarptı. Birilerini kurtaramayacak, zorda olanlara yardım edemeyecek kadar zayıf bir adamdı o. Bir kabadayı değildi, Harun Sazoğlu değildi. Tek yapabildiği Harun Sazoğlu için ömrünü yakmak olmuş, adam ölünce bu da boşa gitmişti. Hayriye’yi bıraktı, arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Artık boş yere umut vermek istemiyordu.

4

“De ki: Allah bizim için ne yazdıysa, başımıza gelecek ancak odur. O bizim Mevlâmız’dır. Mü’minler, yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar.”

Tevbe suresi : 51

Mestan, yatsı namazını bitirmek üzereyken içerden bir ses duydu. Evin yirmi yılın bakımsızlığından sonra bu sesin kaynağı herhangi bir şey olabilirdi. Vitirde kunut dualarını okuduktan sonra acele etmedi, seccadeye çöküp içinden gelen birkaç sureyi tekrarladı.

Mutfağa geçip yeni aldığı cep telefonunu kurcaladı. Artık herkeste bunlardan olduğunu duymuştu. Biraz uğraşsa da gelen mesajları açmayı başardı. “Kurtulanlar arasında Akif Sazoğlu diye birinden iz yok,” yazmıştı Fethi. Çünkü hepsini canlı canlı yaktınız, diye düşündü. Başkomiser bunu kesinlikle kabul etmiyor, yangın için Ahir ve müritlerini suçluyordu.

Aynı ses bir kez daha duyulunca bakmaya gitti. Bütün ışıkları açmaya çalıştı, lambaların yalnızca bazıları çalışıyordu. İlk fırsatta elektrik tesisatı komple değişecekti. Sesin kaynağını bulamadı.

Hâlâ Körfez’de olanlara kafa yoruyordu Mestan. Ortalık sakinlediğinde Fethi’yle konuşup kendisini niye operasyona dahil ettiğini sormuştu. “Çakma mehdinin tüm dikkati üstümüzdeydi, onları oyalamasan çatışmada bizden de birileri ölebilirdi.” Bizden… Sanki karşı taraf başka ülkenin vatandaşı! “Ayrıca bu insanların ne düşündüğünü, ne planladığını anlamamıza yardımcı olacağını biliyordum. Velhasıl Süleyman Ahir’in üstünde biri olduğunu ortaya çıkardın.”

Mestan buzdolabına döndü, rahat uyumak için bir bardak süt doldurdu. Baştan beri müzakere niyetleri yokmuş, diye düşünüyordu. Beni kullandılar sadece. Karanlık koridorda sütünü dökmemeye çalışarak yatak odasına yürüdü. En azından buranın ışığı yanıyordu.

Yatağında oturan genç adamı görünce irkildi. “Allah’ım senin gazabını üzerime çekecek her şeyden sana sığınırım,” diye mırıldandı. “Deminden beri evde gezinen fındık faresi sendin demek. Hoş geldin.”

Delikanlının elinde Mestan’a doğrultulmuş mütevazi bir tabanca vardı. “Hoş buldum psikolog. Ne demiştim sana? Kaderi ben yazarım ve kimse kaderinden kaçamaz.”

“Nasıl göründüğünü merak ediyordum. Aynı babana benziyormuşsun. Keşke ruhun da benzeseydi.”

“Tek söyleyeceğin bu mu?”

“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun,” dedi Mestan. Gözlerini yumdu. “Biz Allah’tan geldik ve Allah’a döneceğiz. Yap hadi.” Tabancanın emniyetinden çıkan sesi duydu ama silah patlamadı. Gözlerini açtığında odada yalnızdı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Daha ilk nottan sağlam bir öykü geleceği belli oluyordu. Öyküyü okurken karakterler gibi psikolojik olarak savruldum durdum.

    Bir an Mestan hâlâ Ahir’in sadık adamı olduğunu düşündüm, ona güvenmem çok uzun sürdü. Hatta kesin ihanet edecek diyordum. Hazret karakteri ortaya çıkınca metafizik bir varlık Mestan’ın zihniyle oynuyor sandım. Ta ki bir cümle beni tam 12’den vurana kadar.

    Akif bu tarikat işlerini kaç yaşında, nerelerde öğrendi fikrin var mı? Neler yaşadı?

    Sayfalarca anlatılabilecek şeyler, tek bir cümlede. İşte bu edebiyat. En acısı da birilerinin gerçeği olması. Edebiyatın, toplumun duymak istemediği acı gerçekleri alıyor ve bir abide gibi biçimlendirerek anlatıyor.

    Yazar olarak tarzınıza ve ustalığınıza bayıldım. Kalite tesadüf değildir. Emeğinize sağlık. @Abaris

  2. Avatar for Abaris Abaris says:

    Çok teşekkürler :slight_smile: Yazmayı çok seviyorum ve öykülerimjn insanlara ulaşması beni çok mutlu ediyor. Bu öyküyü yazarken ben de buhranlara sürüklendim ama sonuçtan memnunum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Abaris Avatar for OykuSeckisi Avatar for acimatriyarka