Öykü

Pardon Monşer

Elinde kasketi, arkasında şoför üniforması, ayakta duran adam, kadınların derhal dikkatini çekti. Çene kemikleri Sinyor Musolini kadar kuvvetli, çelik gibi kavi, uzun ve yakışıklı bir erkekti. Bir cins yarış atı adi yük beygirlerini ne kadar gölgede bırakırsa o da oradaki fraklı, monokllu, çeneli ve karınlı erkekleri o kadar gölgede bırakmıştı. Bununla beraber, hiç de sevimli bir adam değildi. Rengi ne olduğu belli olmayan açık renk gözleri doğrudan doğruya kimsenin gözüne bakmıyor, bundan dolayı insana hiç güvenme hissi vermiyor. Yanağında bir yara izi var.

– Halide Edip Adıvar, Yolpalas Cinayeti

Sanki bütün alakayı kendinde toplamak istermiş gibi bir müddet daha kapıda bekledikten sonra, kadınların bakışlarına bir an bile aldırmadan, dimdik yürümeye başladı. Daha önce cemiyette hiç görülmemiş olan bu müthiş yaratığa yan gözle de olsa erkekler bile bakıyordu. Hariciye’de çalışan genç bir memur:

“Kamuran Bey’in yeni gelen ecnebi şoförü olmasın bu?” diye fısıldadı yanındaki kadına.

Yanından geçen adamı süzerken cevapladı kadın:

“Olmaz kuzum olmaz. Katiyyen o değil. O şoför Arapmış. Baksana bu adam senden benden beyaz. Hah hah hah.”

Kalabalıktaki insanlara değerse sanki cüzzam bulaşacakmış gibi türlü çeşit manevralar yaparak, ilerlerken bir yandan da bir sürüngenin gözlerine benzeyen oynak gözleriyle etrafını kaçamak bakışlarla kolaçan ediyordu. Aradığı biri vardı muhakkak. Ama kimdi?

Salonun servis kapısına kadar gitti. Belli ki aradığı kişiyi bulamamıştı. Tam içeri girecekken kapı açıldı. On beş on altı yaşlarında, daha bıyığı terlememiş, uzunca boylu, zayıf ama sağlıklı görünen bir çocuk çıktı. Elinde dolu bir tepsi vardı.

“Buyrun efendim…”diye devam ediyordu ki durdu çocuk. İlk anda konuklardan biri sanmıştı bu adamı. Ama daha sonra üstündeki şoför üniformasını görünce durmuş, sonra da yüzüne verdiği o sahte tebessümü derhal geri çekmişti. Çocuk ağzını açtı ama konuşmasına fırsat vermeden sordu adam:

“Dursun Emmi yok mu?”

Duruşundaki asalete karşın konuşmasında az da olsa bir köylülük seziliyordu. Ondaki bu köylülük havasını garson çocuk da sezmiş olacak ki işi iyice terbiyesizliğe vurdu.

“Şoförler bu kapıdan giremez hemşerim! Müştemilat kapısına git!”

Daha dünkü çocuk, alenen azarlamıştı adamı. Burnundan soluyarak çocuğa doğru bir adım attı. Çocuk ne kadar uzunca boylu da olsa, adam onun tepesinden bakıyordu. Adam üstüne eğildikçe çocuk kamburlaştı, iyice büzüldü, tostopak oldu… Nerdeyse elindeki tepsiyi deviriyordu.

“Dursun Emmi yok mu diye sordum sana. Bu kapıdan girilir mi diye sormadım. Hemşerim!!!”

‘Hemşerim’ lafını tükürür gibi söylemişti. Tam o sırada davetin sahibi nazırın sesi duyuldu:

“Çocuğum! Gelsene buraya çocuğum. Milletin boğazı kurudu vallahi. Orada çene çalacağına getir elindekileri.”

Nazırın seslenmesi çocuk için kurtarıcı olmuştu.

“İçeri bir sor ağabey, ”diyerek kalabalığa karışırken bacakları titriyordu.

Mutfağa girdi. Onlarca insan koşuşturuyordu içerde. Yemek hazırlayanlar, içki hazırlayanlar, meze hazırlayanlar, bulaşıkları yıkayanlar, bulaşıkları kurulayanlar, kurulanan tabaklara, bardaklara yeni yiyecekler, içecekler koyanlar, bunları garsonların tepsilerine paylaştıranlar, temiz peçeteleri getirip kirlileri götürenler…

Bulaşık yıkayan kadınlardan birine yaklaştı adam. Elli yaşlarında, başına bağladığı örtünün yanlarından görünen saçları ağarmış olan bir kadındı bu. Bir şey demeden önce kadın onu fark etsin diye başında bekledi bir müddet. Şoför kasketi elinde, elleri namazda rükuya durmuş gibi önündeydi. Bulaşıkları yıkarken çenesinden ter damlayan bu kadının onu kesinlikle fark etmeyeceğine kanaat getirince konuşmaya karar verdi:

“Abla…”

Kadın yavaşça başını çevirdi. Yüzü biraz asılmıştı. Adamı tanımaya çalışır gibi gözlerini kıstı.  Sonra arap sabunu köpüğüne bulanmış elinin tersiyle alnından çenesine doğru akan terleri sildi. Öbür tarafına döndü:

“Münevver. Az daha sıcak su getir kızım.”

Kadının arkasında el pençe divan duran topluca kız hemen koşup arkalardaki, kenarlarından buharlar yükselen küçük bir kapıya girip gözden kayboldu. Ellerini alelusül durulayıp önlüğüne silerek kuruladı.

“Sen kimsin?”

Kadına cevap vermek yerine soru sordu adam:

“Dursun Emmi yok mu abla?”

Kadın ellerini beline koyup adamı baştan aşağı süzmeye başladı. Kasketi hâlâ önünde, saygıda kusur etmeden bekliyordu adam. Konuklardan birinin şoförü olmalı diye düşündü kadın. Ama mutfakta ne işi vardı? İlk başta celallenmişti ama şimdi biraz daha yumuşamıştı. O da onlar gibi emir kuluydu demek ki.

“Ne işin var bakalım senin Dursun Efendi’yle?”

Her işini kestirmeden yapan bu adam sorgu sual karşısında bunalır, ter basar, girdiği yer koskoca Süleymaniye Cami’si olsa o devasa kubbe gelir namaz takkesi gibi kellesine otururdu.

“Abla, dedi. Bırak ahret sualini de de hele. Dursun Emmi yok mu?”

Adama kızsa mı kızmasa mı bilemiyordu kadın. Acaba Münevver’i başka bir iş içinmiş gibi çağırıp da Dursun Efendi’ye haber etsem mi diye düşündü bir an.

“Var mı yok mu?”diye üsteledi adam.

Bu sırada adamın kapıda karşılaştığı genç garson içeri girdi. Kadının başında dikilen adamı görünce durakladı. Bulaşıkçı kadın genç garsona bakıp kaş göz işareti yaptı. İlk önce ne demek istendiğini anlamayan bu safça çocuk, kadının soldaki kapıyı gösterdiğini fark edince başını sallayarak oraya yöneldi. Kadınla garsonun bakışmalarını yakalayan şoför iyice sinirlenmişti.

“Amma uzun ettin be abla! Emaneti var bende. Onu teslim etmeye geldim yahu,”diyerek kasketine koskocaman elleriyle pat pat vurdu. Bunu gören kadın garson çocuğun çıktığı kapıya doğru koşmaya başladı. Arkasından da şoför.

Kadın Kâhya Dursun Efendi’nin kanlıları olduğunu pek çok sefer duymuştu. Sadece o değil, malikanedeki herkes bunu bilirdi. Her daim yüklü gezer, her an bir yerden üstüne biri atlayıverecekmiş gibi tetikte beklerdi Dursun Efendi. Yıllardır beklediği kanlısı buydu besbelli. Gündüz vakti, o kadar insanın arasında can almaya geldiğine göre de pek gözüpek biriydi anlaşılan.

“Dursun Efendi!” diye bağırıyordu. O kapıya varmadan dışardan biri girdi içeri. Yetmiş yetmiş beş yaşlarında, beyaz ama gür saçları olan, sırtı hafif kambur, tek gözü kör, sağlam yapılı, bodur bir adamdı bu.

“Dursun Emmi sen misin? ”diye sordu şoför. Yüzü bir anda çocuksu bir hal almıştı. Yaşlı adama yaklaştı.

“He benim. Ne edecen?”diye diklendi Dursun Emmi.

Kasketine pat pat vurarak bir adım daha attı. Yüzünde pek eğreti duran bir tebessüm vardı. Kasketin altından bir şey çıkararak:

“Emanetin vardı da…”

* * *

İçerden dört el silah sesi geldiğinde, Dursun Emmi’nin oğlu Cemal dışarda arabada bekliyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Endişeyle nazırın malikanesine bakıyordu.

Babası kanlılardan uzakta olsun diye onu bin bir güçlükle Avrupa’ya yollamış, orada en iyi Fransız okullarında okutmuştu. Orada iş güç sahibi olup, iyi paralar kazanan fakat babasını hiç arayıp sormayan Cemal yıllar sonra bir günlüğüne de olsa şehre babasını görmeye gelmişti. İçerde davet olduğunu öğrenince de artık yüksek tabakadan olduğu için o kadar insanın içinden geçip kahya olan babasıyla görüşmek düşüncesi ağırına gitmiş, utanmıştı. O da en azından şimdiye kadarki emeklerinin karşılığı olsun diye şoförün eline bir deste para vermiş ve Dursun Emmi’yi sormasını istemişti.

* * *

Dursun Emmi’nin elindeki revolverin namlusundan çıkan duman Münevver’in elindeki sıcak su kazanının buharına karışıyordu.

Şoförün kasketi delik, gözleri maviydi. Kesinlikle maviydi.