Öykü

Kar Ateşi

Karanlığın içinde küçük bir kulübe buldum, içeriden çıkan sesleri dinlemek adına ilk iş kulağımı kulübenin üst üste konulmuş uzun odunlardan yapılma duvarına yapıştırdım ve dinlemeye başladım. İçeriden hiçbir ses gelmiyordu. Fareler ve onların küçük adımları dışında. Kapı çivilerle kapatılmış ve içeriye girmek için mücadele verilmesi gereken bir hal almıştı. Yine de böyle korkunç bir fırtınada dışarıda kalmayacaktım. Kapıyı parçalayarak içeriye girdim ve karşıma çıkan şey beni şaşırtmadı. Sağ tarafımda kalan iş malzemeleri, iki elle tutulan uzun bir balta, ortalama boyda bir testere, boyutları birbirine hiç uymayan çekiçler ve son olarak odunun üstünde hesap kitap işi yapmaya yarayacak bir cetvel. Sol tarafımda ise yapan kişinin epey emek harcadığı bir fırın vardı. Ne gariptir ki fırının içindeki odunların közü halen canlıydı, sönmemişlerdi. Dışarıdan beri yanımda taşıdığım ıslak odundan sopamı fırının içinde söyle bir gezdirdikten sonra sopa alev aldı. Bu tutuşma fazlı o kadar hızlıydı ki sopayı elimden bıraktığımda ondan geriye pek bir şey kalmamıştı zaten. Fırının altındaki şey her ne ise oldukça güçlü olmalıydı. Bu sıcaklık beni kıllandırmıştı ancak üstüne düşmedim. Büyük ihtimal benim gibi fırtınadan korunmak isteyen bir eskici buraya girip bolca odunu fırına yığarak ateş yakmış ve ısınmaya çalışmıştı. Gerçi bu teorimi de çürütmem uzun sürmedi. Fırtına birkaç gündür devam ediyordu ve bu evi bulana kadar özel ekipmanım sayesinde hayatta kalmıştım. Dışarıdaki korkunç soğukluğun üstüne bir de derini parçalayacak kadar güçlü düşen yağmur damlaları beni burayı bulmaya ve girmeye zorlamıştı. Gerçi? Bir dakika, ben burayı nasıl buldum ki? Dışarıdan en ufak bir ışık parçası bile göstermemişti ev. Üstelik sık ormanın içinde tahtadan yapılma küçük bir kulübeydi burası. Nasıl olmuştu da bulabilmiştim ki bu evi? Hangi hislerle? Bu soruların merkezinde neyi bulacağımı merak etsem de irdelemedim ve yatağımı serip uyumak için içine girecektim ki zeminin ne kadar sıcak olduğunu fark ettim. Ayaklarımın altında kesinlikle bir şeyler dolanıyordu.

Ayağa kalkıp etrafıma baktım, çizmelerimle topraktan yapılma zemini iyice bir sürttüm ve sonunda bir kapakla karşılaştım. Bu kapağın altında birini bulunabileceğini düşünsem de toprağın altında kalmış bu kapağa uzun süredir kimsenin girmediğinden emindim. Yine de bir elim tabancamda kilidi açtım ve kendimi aşağıya bıraktım. Bu hissi size nasıl açıklayacağımdan emin değilim. En azından size bunun nasıl bir his olduğunu tanımlayabilirim. Şimdi soğuk, oldukça soğuk bir mahzende olduğunuzu düşünün. O kadar üşüyorsunuz ki ağzınızdan kolaylıkla dumanlar çıkıyor. Sonrasında karşınızda bir oda beliriyor ve oraya girdiğinizde tüm vücudunuz uyanıyor. Tekrar nefes almaya, tekrar derinizin üstündeki her kıl tanesini hissetmeye başlıyorsunuz. Yüzünüz gülüyor, hiçbir neden bulunmamasına rağmen mutlu oluyorsunuz. Bu eski atalarımızdan bugüne kadar gelmiş bir his, sıcaklık hissi. Kafamı indirdiğim anda öyle hissettim işte. Sıcaklık aldı beni. Gözlerim bulanıklaştı, kollarım tüm gücünü kaybetti ve yumuşadım. Erimedim ancak yumuşadım. O kadar yumuşadım ki kendimi aşağı katta bulunan bu depo misali şeyin köşesine ancak ittirebildim. Hava o kadar yoğundu ki zorlukla nefes alıyordum. Anlamadığım şey bu cayır cayır yanan ateşin nasıl hala sönmemiş olmasıydı. Bunun arkasında bir şey vardı ve çözecektim. Bu teknolojik gelişmeye ihtiyacımız olduğunu sanmıyordum ancak böyle egzotik bir parçayı evinde bulundurup hava atmak için elime iyi para sayacak insanlar tanıyordum. “Sen mi geldin?” dedi yaşlı, yorgun bir ses.

Odanın dumanları ile kaplanmış kafamı sağ tarafa çevirdim ve bakındım. Ses oradan gelmesine rağmen ortada kimseler yoktu. Sadece eski, epey yıpranmış bir yatak. Üstündeki yatak örtüsü de paramparça olmuştu zaten. Ancak hakkını vermeliydim, zamanında özenle hazırlanmış bir yatağa benziyordu, yıpranmasına rağmen temizdi de. Ayağa kalkıp bu eski eşyayı incelemek istesem de kendimde o gücü bulamıyordum. Aslında korkmam gerekirdi. Neden korkmuyordum ki? Bu sıcaklık hissi korkmama izin vermiyordu: “Sen gelmiş olmalısın, o kadar zamandır da bekliyordum seni, geldin değil mi? Geldin ya, geldin tabii.” Dedi ve güldü. Boğazındaki balgamdan çıkış yolu için mücadeleye tutuşan kahkahaları yarım yamalak çıktı. Planlar kurmaya başladım kafamda. Acaba bu odadan asıl eve açılan başka bir kapı mı vardı? Olabilirdi, bu mümkündü. Gözlerimle etrafa bakınıp parmak uçlarımla yerdeki toprağı denetlemeye çalıştım. Yok, dümdüz toprak işte, bir böcek bile yok içeride. Ne kadar rahatsız edici varlıklar olsalar da böceklerin olduğu yerde güvende hissederim.

Ateş beni ter içinde bıraktı ancak ne yapabilirim ki? Vücudumda en ufak bir güç kırıntısı bile yok: “Sana soruyorum be!” diye sinirlendi bu kez: “Sen mi geldin?”

“Kim?” diye sordum merakımdan, kiminle konuştuğumu bile bilmiyordum ancak şu anda elimden başka bir şey gelmiyordu.

“Kim olacak? Yıllar önce terk ettiğin o adam.”

“Nasıl terk etmişim o adamı?” diye sorulara devam ettim, bu ne olduğunu bilmediğim şeyin hikâyesini dinlemem gerektiği düşüncesi girmişti aklıma.

“Ne yüzsüz bir kadınsın sen be! Yıllar önce, üniversitede bana bakıp gülümsemiştin hani. Dişlerin çok güzeldi, saçların, gözlerin. Güzel olmayan tek şey kalbindi.”

Üniversite ne demekti acaba? Bir çalışma merkezi miydi? Anladığım tek şey bunun epey eskide yaşanıp bitmiş olduğuydu, yaşlı adamın suyuna gitmeye çalıştım: “Sana güldüm diye bana aşık mı oldun yani?”

“Oldum tabi!” diye dans etti etrafımda kara dumanlar. Adam yavaş da olsa kendini gösterecek gibiydi, risk aldım: “O zamanlarda geri zekalıydın. Ben sadece kibar davranıyordum, o kadar. Hem seninle birlikte olacağımı nereden çıkardın? Burada senin yaşadığını bile bilmiyordum.”

“Nasıl bilmezsin?” diye hayretler içinde kaldı. Dumanlar şimdi ateşin dibine ellerini uzatmış, ısınmaya çalışan birine dönüşmüştü: “Ne var ya!” diye alındı bana dönmeden: “Beni sevebileceğini sanmıştım.”

Bu adamı tanımıyordum bile, ancak kaçamıyordum da, onun huzursuz olduğunu anlamam fazla vaktimi almadı. Belki onu rahatlatıp dediklerini kabul edersem buradan kurtulabilirdim, onu dinlemeye devam ettim.

“Hatırlıyor musun? Bir gün yanıma oturmuştun, hoca oturtmuştu daha doğrusu. O gün çok eğlenmiştik, birbirimize şakalar yapmıştık, ağzım laf yapar benim. Ama o zamanlar sana açılamadım. Gerçi şimdi de açılamıyorum. Ya da açılıyorum. Gerçi hepsi sen buralara kadar geldiğin için. Sen bu eve girmesen ben tek bir kelime dahi edemezdim.”

“Kaç yıldır buradasın?”

“Kaç yıldır mı?” dedi ve dumanlar yukarıya bakındı, o üstü toprakla kaplı tahtadan yapılma tavanda ne arıyordu acaba? Sonrasında tüm dumanlar yukarıya doğru süzüldü ve kısa bir süre sonra tekrar ateşin başına oturdu: “Dışarısı epey soğukmuş.” Dedi kendini ısıtmaya çalışıp ateşin içine girmişken: “Sen üşümeyi hiç sevmezdin. Seni dışarıda gördüğüm o gün tanıyamamıştım. Baştan aşağıya siyah, kalın bir mont vardı üstünde. Yüzünü de kapamıştın. Ancak gözlerin, ah o gözlerin.”

Bu adam artık o kadın kimse onu unutamıyor gibiydi. Acaba beni ona mı benzetmişti?

“Sen hep sıcak kal diye bu evi yaptım, nasıl olmuş, beğendin mi?”

“Beğendim.” Dedim: “Ama bu sefer de çok sıcak oldu, dışarıya çıkabilir miyim?”

“Olmaz!” diye bağırdı ve dibindeki ateşler sanki kızgın yağa atılmış su gibi parladı: “Sen soğuğu sevmezsin, hiçbir zaman sevmedin. Ben bu evi senin için yaptım, şimdi karşı çıkmak ne diye?”

“Karşı çıkmıyorum, sadece biraz olsun dışarıya çıkmak istiyorum.”

“Olmaz, sen dışarıya çıkmazsın, geçen günde çıktın ama bak ne oldu? Üşüyüp geri geldin.” Dedi ve durakladı: “Seni üşümene katlanamıyorum, üşüyemezsin, sana bunu yasaklıyorum!”

“Geçen gün?”

“Geçen gün dışarıya çıkacağım diye beni kandırdın ama bak ne oldu, hemen geri dönüverdin. Gerçi hemen dönmedin. Neredeyse bir gün geçti üstünden. O bir gün içim içimi yedi biliyor musun? Ne yapacağımı düşünüp durdum. O bir gün.” Dedi ve sanki ağzındakileri içinde tutuyormuşçasına bağırarak devam etti: “O bir gün seni başka biri ile görmek gibiydi!”

“Ya başka birini seviyorsam?”

“Hayır, yapma, olmaz.” Dedi ve ateşin başında ısınmaya çalışan adam tüm odaya yayıldı. Yerlerde yatıp ağlamaya ve iç çekmeye başladı: “Ama ben bu evi senin için yaptım.”

“Eziksin.” Diye yapıştırdım yüzüne bir tokadı: “Böyle insanları hiç sevmediğimi biliyorsun.”

“Tamam, tamam, bak şimdi.” Diyerek toparlandı ve beni yüzümden öptü. Ya da ben onun beni yüzümden öptüğünü hissettim. Garip bir duyguydu. Sol yanağımda anlık bir sıcaklık hissettim ve sonrasında bu sıcaklık gözlerimin önüne geçti: “Nasıl, bak, seni öptüm, ne kadar da özgüven sahibi biriyim. Beni sevecek misin?”

“Rezilsin.” Diye ikinci bir tokadı yapıştırdım bu yaşlı adamın yüzüne. Aldığı darbe ile yere kapaklandı ve sonrasında içinde ateşin bulunduğu fırın misali şeyin içine girip kendini oraya sıkıştırdı: “Özür dilerim yabancı.” Dedi ağlamaklı sesiyle: “Belki bu sefer beni sever diye düşünmüştüm. Dur sana olanları anlatayım, sonrasında gitmene izin vereceğim. Olur mu?”

Başımı salladım ve onu dinlemeye başladım.

“O zamanlar üniversitede okuyordum. Bu kızı ilk gördüğüm andan itibaren içimde bir yangın başladı. Sıcak ülkeden geldiği için soğuğu sevmezdi. Değişim öğrencisiydi o yüzden kendisini sadece bir yıl görebildim. Ama nasıl bir yıldı o bir bilsen. Başta onunla konuşamadım ancak sonrasında aramızdaki muhabbet arttı ve bir bakmışım arkadaş olmuşuz. Dişleri çok güzeldi. Tek tek inci taneleri. Onunla konuştukça daha da ısınıyordu içim. Bir gün, burada havalar epey soğuk olur, sonuçta kuzey kutbuna diğer ülkelerden, özellikle de onun geldiği ülkelerden daha yakındayız, üşüdüğünü söyledi. Bende ona montumu verdim. Hava çok soğuktu, burnum dışarıdan gelen kesici hava ile kızarmış ve aldığım her nefes ciğerlerimi yakmaya başlamıştı. Yine de üşümüyordum. Onun o siyah, kalın montun altından bakan güzel yüzü içimi ısıtmaya yetiyordu. O günden sonra ona âşık olduğuma karar kıldım ancak yine de karşısına çıkıp ona seni seviyorum diyemedim. Onun yerine şehirden ayrılıp kendime bu kulübeyi kurdum ve bir gün onun döneceği düşüncesi ile bekledim durdum. O günlerde beni ayakta tutan tek şey kendi yarattığım bu sahte sıcaklıktı. Beni uyuşturup rahatlatıyordu. Ölümüm de bu evden oldu zaten. Eve ilk girdiğinde baktın ancak göremedin. Üst katta cesedim var. Çıkmadan önce son bir kez bu geri zekalı adamın cesedine bir bak olur mu? Ve birini seviyorsan ona onu sevdiğini söyle, kulağa ne kadar aptalca gelirse gelsin. İnsan yalnız yaşayamaz, bunu en kötü yoldan öğrendim.” Dedi ve odanın içinden tüm dumanı çekip çıktı. Nereye gittiğini anlamadım ancak sonunda vücudumu tekrar kontrol edebildiğim için mutluydum. Hemen toparlanıp merdivenleri kullanarak üst kata çıktım. Başımı dikkatle çıkartıp önce etrafı süzdüm ve sonrasında alt kata açılan kapıyı kapattım. Alt kattaki odadan daha küçük olan kulübenin içinde, kıyıda köşede bir yerde bir ayak takıldı gözüme. Yemek yapılan fırının hemen yanında, sıcak taşlara sarılmış bir adamın cesediydi bu. Şimdi o adama kaba davrandığım için üzülmüştüm ancak elden ne gelirdi ki? Onu mutlu edemezdim, o artık bir dumana dönüşmüştü ve belli ki uzun yıllar buraya yolu düşen meraklıları kendine aşık etmeye çalışmış ve becerememişti. Ekipmanlarımı toplayıp yola koyulacaktım ki evin dışında siyah bir dumanla göz göze geldim. Duman bana bakıp başını eğdi ve sonrasında göğe doğru kayboldu. O gittiği gibi içimde korkunç bir soğukluk hissettim. Sanki kalbim buza dönmüştü. Hemen bir ateş yakmalı, ısınmalıydım. Belki de az önce yaşadığım şey bir sanrıydı. Yere düştüm, ayağa kalkmaya çalıştım, olmadı. Soğuk beni himayesi altına almıştı ve her keşifçinin korktuğu o tatlı sıcaklık tüm vücuduma yayıldı, donuyordum…

Aşkın Arda Arı