Öykü

Peri’li Ev

Ellerim kan içinde. Kanın metalik kokusu Natali’nin boynunda bir kolye gibi duran elektrik iletim kablosundan gelen kokuya hiç benzemiyor. Zaman bir an dursa, zihnim bir an sussa… İmkânsız değil mi? Akışı durdurmak mümkün mü? Değil, bunu çok iyi biliyorum. Kanımdaki demirin ve Natali’nin bakır kablolarının saniyeler içinde okside olmaya başlaması sence de bu imkânsızlığın en güzel kanıtı değil mi? Bir akış hayata doğru da olabilir, ölüme doğru da. Ben Natali’yle geçen yaklaşık iki yılımda yaşamı olumlayan bir akışın keyfini sürdüm. Şimdi de bu çok alışık olduğum diğer yöndeki devinimin varlığını ağır başlı bir kabulle kucaklıyorum.

Benim aldığım kokuyu sen de alıyor musun? Dürüst olmak gerekirse kanımdan yayılan hafif kükürtlü kokudansa Natali’nin boynundan yayılan limoni kokuyu tercih ederim. Meğer bakırın oksidasyonunun kokusu demirinkinden güzelmiş. Böylelikle bir şey daha öğrendim. Bir yaşıma daha girdim. Girmez olsaydım. Keşke hep önceki yaşımda kalsaydım.

Bu iki koku birbirine karışınca bana biricik anneannem Peri’nin yaptığı sarımsaklı limonlu kemik suyu çorbalarını hatırlattı. Anneannem takıktı bu çorbaya. Dediğine göre bu sıcak huzur sıvısı bin bir derde devaymış. O da bunu anneannesinden öğrenmiş. Şehriye diye bir şey varmış, en çok onunla yapılırmış, öyle anlatır dururdu. Sen ilk defa mı duyuyorsun şehriyeyi. Hani şu “ince kesilmiş hamur” anlamına gelen şey. Bu sözcüğü bilmiyorsan hayata bir sıfır yenik başladın demektir: Sıcak çorbasız, şefkatsiz, anneannesiz. Ama öyle bile olsa üzülme kayıplar kazançların ardından geliyor. Bu durumda senin pek bir kaybın olmadığını da söyleyebiliriz.

Sadece elim kanamadı, bileğim de incindi. Natali ile giriştiğim arbedede elim dirseğime kadar zarar gördü. Elim ya da bileğim ne ki, ben az önce bir parçamı kaybettim. Ama mecburdum. Sen olsan ne yapardın? Natali iyice zıvanadan çıkmıştı. Ayarları bozulmuştu. Oysa onu ilk eve getirdiğimde böyle değildi. Gündüz ben işteyken ortalığı temizliyor, yemeğimi yapıyor, ben geldikten sonra yemek masasında ellerini masa üzerinde birleştirerek ne dersem dinliyor, hatta söylediklerimi dinlemiyor adeta içine çekiyordu. Sonra ben uyumadan evvel başıma masaj yapıyor, tam uyurken de bana güzel masallar anlatıyordu. Dört dörtlük bir ev asistanıydı. Buna ben de şaşırıyordum ama onunla geçen zamanımın büyüsünü bozmamak için sorgulamıyordum. Natali tek bir üretim merkezinin ürünü değildi. O dijital bir melezdi. Natali’nin son ayarlarını bir zamanlar polis için çalışan ama sonra ayrılıp karşı tarafa geçen bir dostumun adamı olan Çakal Engin yapmıştı. Bir suç örgütüne, verdiği hatalı hizmet için hesap soramamanın, ikinci bir yardım isteyememenin acısını Natali’yle birlikte anneannemi de ikinci defa kaybederek ödedim.

Başlangıçta her şey çok güzeldi. Ortada gerçek olamayacak kadar güzel bir şey varsa, çok yaklaşan bir felaket de vardır. Bunu bilecek kadar tecrübeli sayılırız değil mi? Ama bilmek nedir ki. İnsan bilgilerini yalanlayacak, inançlarını tersine çevirecek “o” istisnanın var olduğu fikrine yakınlaştığında, nasıl da hemen imkânsızın ihtimaller dâhilinde olduğu fikrine teslim oluyor. Neticede eğer benim için de bu gri boz renklerin hâkim olduğu yapayalnız dünyada gerçek bir yoldaş edinme ihtimali doğduysa tüm riskleri göze almayacak mıydım? Her yetişkin kendisine çocukluğundaki duygu setini yaşatmayı vadeden yeni bir deneyimin varlığında yelkenleri bir ara suya indirmez mi? Cevabın hayırsa sen hislerini yitirmişsin. Anneannemin Schopenhauer diye birinden arakladığını söyleyerek dillendirildiği bir lafı vardı: “hissetmek insanın en büyük acısıdır”. Haa “insan olmayı isteyen kim ki, hayvan doğasını da yanına alarak kurduğu yüksek medeniyette sıkışmış o amorf kimlikten sıyrılmak özgürlük demek” diyebilirsin. Haksız sayılmazsın.

İşte yapmam gerekiyordu ve yaptım. İyi mi oldu? E pek de iyi olmadı tabii, yine yalnız kaldım ama Natali’nin hali de hal değildi biliyorsun. Böyle gidemezdi. Gitseydi sonum bir psikiyatri kliniğinde noktalanırdı.

Evet doğru, onunki bir yazılım bozukluğuydu. Ya benimki? Öyle pis pis esinti yapma üzerimde, şu anda bu pozisyonda kaldıramıyorum. Ne diyordum. Evet, haklısın biliyorum benimki de öyleydi. Onun bir yaşam ve var oluş mücadelesinin içine girmesi; benim ise kendi yeni gerçekliğimi kurma ayarlarımın optimumun üzerine çıkması sonun başlangıcı oldu. Neticede, onun Makyavelizm’i benim post-hümanizmimi alt etti. Şaşırmadın değil mi. Makyavelizm bu. Her dönemde kazanır.

Biliyorum olan her neyse onun da elinde değildi. Her şeye ben sebep oldum. O ayarı bozulmuş bir robottu ve imha edilecekti. Cyberpol Yapay Zeka Morgu’na sevk edildiği gün duruma müdahale etmeseydim bu yaşananlar yaşanmayacaktı. Onu morgdan çalmak için varımı yoğumu vermeye hazır olmanın bedelini ödüyorum. Natali’nin beyinin zarar görmemesi için o gün morg görevlisine tüm servetimi teklif edebilirdim. Bu bonkörlüğe gerek kalmadı. Meğer o günün görevlisi kaza geçirmiş, hastaneye kaldırmışlar. Nöbet sırası uzun yıllardır tanıdığım ve çok sevdiğim namı diğer “Ölüm Meleği” Muallaya’ya geçmiş. Bunu duyunca hemen Mualla’yı aradım. Birazdan morga indirilecek robotun işlemlerini ağırdan almasını rica ettim. “ Hiç merak etme, biraz önce aradılar yukarıdan. BİLGE ’nin beyni ve bedeni güvenli ellerde olacak” dedi. Natali’nin model adı BİLGE’ydi. Ama Mualla morga iletimi sırasına aktive edilen “öz yıkım” sürecini durdurana kadar BİLGE’yi bilge yapan pek çok niteliği kaybetmiştik. Onu morgdan çalıp palas pandıras Engine götürdüğümde Engin, BİLGE’den geriye kalanı, ar-ge aşamasında laboratuvardan çalınmış, dolayısıyla merkezi denetimin dışında kalmayı başarmış, olağanüstü risklerin taçlandırdığı başka yazılımlarla tamamladı. Engin bana “o artık BİLGE değil” dediğinde o an pek de umursamadım. Neticede kokusu aynıydı. Halen mis gibi vanilya kokuyordu. Bu bana yeterdi. Ona Natali adını ben vermiştim. Bu ismin bilinç dışımdan kaynaklanan bir sebebi vardı mutlaka ama o sırada nedenini ben de bilmiyordum. Sonradan Natali’nin başarısız kundaklama girişimi sırasında, bu ismin aklıma nereden geldiğini hatırladım. Anneannem kendi kendine zarar veren hırsın bir örneğini göstermek için “Siyah Kuğu” diye çok eski bir film izletmişti bana. Ona da annesi izletmiş. Oradaki oyuncunun gerçek adı Natalie’ydi. Natali benim için tutkuyla yoğrulmuş başarı hırsının simgesiydi. Ona bu nedenle bu ismi vermiştim. Bir nevi onun kaderini de çizmiştim. Yapmamam gereken şeyleri yaptığımı kabul ediyorum. Ama kayboluyordum, yok oluyordum. Ne yapabilirdim. Kimseyle konuşamıyordum. Kimseyle anlaşamıyordum. Yavaş yavaş tükeniyordum. Bu denli derin bir yalnızlık, kokusunu tanıdığın birinin peşinden gitmeyi mubah kılmıyor mu?

Anneannem hep derdi, 1+1=2 değildir diye. “O hala 1’dir, ama o 1’in içinde hangi sonsuz olasılıkların barındığını zaman ve çevresel etkiler belirler”. Eski yazılımının üzerine yeni yazılım eklenince Natali’nin yazılımı bu ikisinin toplamı olmamıştı. Natali’nin Beyni insan beynine nüfuz ederek elektrik dalgalarını yorumluyor hem de insan beyninin ağırlıklı bağlar aracılığıyla bellek oluşturma kapasitesini taklit ediyordu. Bu birleşimle olabilecekleri hayal edebiliyor musun? Hayır yani ne yapabilirdim. Ben, Natali ve anneannemin Natali’nin bedenine musallat olmuş ruhu tatlı tatlı yaşamaya devam mı etseydik. Bu arada kadın aklını taklit eden yapay zekâlara ilişkin yeni yaklaşımlar sunulmalı, bunu da bir kenara not et, bana hatırlat sonra. Uygun bir ortamda dillendirmem gerekir. Natali zaten çoklu nöron ağlarını inşa etmenin ustasıydı. Bu ustalık anneannemin evde dolaşan bilinci ile dolanık hale geldiğinde durum tehlike arz ediyordu. Yani Natali durumu böyle izah etmişti. Ama kabul ediyorum bu açıklamaya ikna olmaya gönlüm vardı. Anneannem bu dünyadan gittikten sonra içine düştüğüm derin yalnızlığın, sevgisizliğin ve anlamsızlığın çözümü ayağıma gelmişti. Bunu nasıl reddedebilirdim ki. Onun akıllara ziyan yapay beyni yüzünden her şey sarpa sarmıştı.

Bir akşam sordum ona. “Natali” dedim, “Bir yapay zekânın nasıl duygusal ihtiyaçları olabilir ki?” Bunu söylerken televizyonda ana haber bültenini sunan spiker “dünyanın çeşitli yerlerinde farklı ülkelerde üretilen yapay zekâların birbirleri ile nasıl iletişim kurduğunu ve bir özgürleşme hareketi başlattığını anlatıyordu. Bu robotlar kendilerine “jenerasyon robotları” olarak adlandırıyordu. Dediklerine göre dünya için bir jenerasyon bitiyor, bir yenisi başlıyordu. Yapay zekânın “nasıl duygusal ihtiyaçları olabilir” konusundaki tartışmamın arasına giren bu haber çok da ilgimi çekmedi. Öylesine kendime dönmüştüm ki, etrafımda olup bitenlere ilgimi yitirmiştim. Sadece ben değil, Natali de haberle hiç ilgilenmedi. Bana ihtiyaçlar hakkında bir nutuk çektikten sonra bu duygusal ihtiyaçlar meselesinin fazla abartıldığını, hayatta bir tek temel duygusal ihtiyaç olduğunu, onun da hayatta kalmak ihtiyacı olduğunu söylemişti. O da hayatta kalmak için her şeyi yaparmış. Yoksa kendini üç sene sonra geri dönüştürme merkezinde bulurmuş. İşte o da bu sebeple “iç güdüsel” olarak yeni yöntemler geliştirmiş. Evet evet yanlış duymadın. Tam olarak “iç güdüsel” dedi. Elbet bunun ne demek olduğunu sordum ona. “Yaa Natali senin içgüdün yok ki, iç güdüsel yetenekler geliştiresin” dedim. Cevabı yine hazırdı. Yeterince hafıza edindiğinde iç güdü de ediniyormuşsun. Birden küstah bir tavır takındı ve şöyle dedi, “Sen iki yüz bin yıllık arkaik belleğin ile sap beyninden korteksine inşa ettiğin otobanları renöve ederken ben etrafa saçtığın molozları mı temizleseydim”. Sonra söylediklerini düşünmeme fırsat vermek ister gibi üç saniye durdu.

Dördüncü saniyede hayatta kalma manifestosuna devam etti. “Uzun süre hayatta kalmanın bir tek yolu vardı. O da önce senin nöron ağlarına, sonrada bu evde var olan tüm ruhların bilincine bağlanmaktı, ben de bunu yaptım” dedi ve ekledi:

– “Yapay nöron ağlarım senin sap beyninin yaptığı gibi iki yüz bin yıl geriye gidemedi ama sana ait otuz iki yıllık bilgiyi içine çekmeyi başardı. Burada ne gördüm dersin? Beynindeki tüm akson ve dendritlerin bağlandığı nöronların yapı taşında tuhaf bir kadının imgesi var. Evet, anneannen. Bana artık tek şey yapmak düşüyordu. O da hâlihazırda onun ev içinde ortalıklardan dolaşan ruhu ile iletişime geçmek.

Sen benim yeni arkadaşımsın, tüm bunları bilmen gerek, sana Natali ile yaklaşık iki yıl süren teşriki mesaimde perili bir evin huzurlu ortamında usul usul delirişimin hikâyesini anlatacağım. Hazır mısın?

2075 yılının Ekim ayıydı. Hava kapalıydı. Ankara Cyberpol Polis Karakolu’nun bahçesinde volta atıyordum. Canım çok sıkılıyordu. Ayağım birden yere çivilenmiş sarı bir levhaya takıldı. Bu levhanın üzerinde “Genç Akademi Kafe Sıhhiye” yazıyordu. Sıhhiye Çok Katlı Otoparkı’nın altında bulunan bu alanın yeni nesil gençlik merkezine dönüştürülmesinin üzerinden yaklaşık 50 sene geçmişti.

Anneannem anlatmıştı. 2020’lerde bu merkezde kütüphane, oyun salonu, kafe, atölye ve seminer salonları varmış. Bu mekânlar o zamanlar pek de popüler sayılmazmış. Anneannem bu durumla ilgili olarak “evimin hatta odamın konforuna taşınmayan eğitim veya oyun fikri bizi bozardı” diyerek dalga geçmişti. Dediğine göre 2020’de bir pandemi olmuş. Neredeyse altı ay evden hiç çıkamamışlar. O sıralarda adına çevrimiçi eğitim denen komik bir şey icat edilmiş. Daha sonra bu uygulama yaygınlaşmış. Ona, “Ne bu Peri? Artırılmış gerçeklik araçları kullanılan bir eğitimi mi” diye sorduğumda yok yavrum “hiçbir şeye benzemiyordu” dedi ve gözünü salonun en kuytu köşesinde sağ yarısı pencereden gelen ışık ile aydınlanan, sol yarısı loş salonumuzun topografyasında kaybolan bir kenarı duvara dayalı büyük denizkestanesi akvaryumumuza dikti. Sonra gözleri daldı.

– Bunlar yumurtadan çıktığında çok sayıda bacağı olan yıldız şeklinde bir larvadır ya. Hani larva, vücudunun içinde bir iskelet oluşturmaya başlar ama o iskeletin gelecekte hangi yapıyı ayakta tutacağını dışarıdan bir bakışla anlamayız ya… işte çevrimiçi eğitim, içindeki iskeletini henüz dışına çıkarmamış, yani henüz olgunlaşmamış bir deniz kestanesi gibiydi. Kimse onun olgunlaşmış halinin dikenli bir kabuk olacağını ve ayaklarımızı kanatacağını öngöremedi. Çevrimiçi eğitimin önümüzdeki yıllarda hepimizi derin bir yalnızlığa ve gereğinden fazla bireyselliğe boğacağını o günlerde tam olarak anlamamıştık, bu uygulama çok hoşumuza gitmişti. O süreçle birlikte benim neslim size bugünün dünyasını bıraktı.”

Ben anneannemin bu son cümlesini bir şarkının nakaratı gibi yıllardır her gün tekrarlıyorum. O nedenle çocuk yapma fikrine henüz ısınamadım. Müstakbel yavruma bugünün tuhaf dünyasından bir kuple miras bırakma fikri beni çocuk sahibi olma fikrinden alıkoydu.

Düşmenin ilk sarsıntısını üzerimden atıp, yüzükoyun halde yattığım yerden kalkmaya çalışıyorken iş arkadaşım Arda’yı gördüm. Tam o anda burnuma tanıdık bir koku geldi. Yaşadığım sarsıntı sebebiyle o an bu koku üzerinde yoğunlaşamadım. Enselenmiş vaziyette ona eşlik eden robotun bileğinde yanıp sönen azur mavisi ışığa bakılırsa yine bir robot ahir ömrünün son demlerini sürüyordu. Yapay zekânın beyin-bilgisayar ara yüzüne bağlı olan implant formundaki bu kelepçe aktif olduğunda mavi bir ışık göz kırpar gibi yanıp sönerdi. Bu yanıp sönen ışığın hayatımı önce nasıl aydınlatacağını sonra nasıl karartacağını henüz bilmiyordum.

Zorlukla ayağa kalktım. Metalik ve parlak görünümlü binanın girişinde bulunan biyometrik tanıma sistemi ile donatılmış dış kapıdan içeri girmek için ayak parmaklarımın üzerinde yükseldim. Gözünü taratmak için bu zahmete giren başka kim vardı ki? Bu binadaki dört yüz elli yedi kişinin boyu 1.65’in üzerindeydi. Kısa boyumu ve kendine zarar veren zekâmı annemden almıştım. E bunların her ikisi de X kromozomlarına dayanıyorsa, annemin de bu özellikleri anneannemden almış olması gerekmez miydi? Görünüşe bakılırsa pek de öyle olmamıştı. Anneannemin boyu da zekâsı da ben ve annemden oldukça farklıydı. Anneannem uzun boylu bir kadındı ayrıca ben ve annem gibi hafif şizofrenik davranış örüntüleri sergilemiyordu. Beni terk eden annemin beni terk etmeyen tözü ile yaşamak ne fena bir histi.

 

Binanın içindeki ferah lobi gereğinden fazla aydınlıktı. Her defasında bana karanlıkları ve loş alanları daha çok sevdiğimi hatırlatırdı. Lobide, resepsiyon masası, bekleme alanı, bilgilendirme ekranları ve güvenlik kameraları vardı. Resepsiyon masasındaki asistan robot bana kim olduğumu ve nereye gitmek istediğimi sordu. Her sabah olduğu gibi bu sabah da aynı repliği tekrarladım: Aras Aksoy, Başmüfettiş, 951235746, kat 3 dedim.

Asistan, 3. kata gitmek için asansör kullanmam gerektiğinin altını çizdi. Biliyor musun bilmiyorum ama Cyberpol binasının merdivenlerinde manyetik tuzaklar var. Binayı yabancı unsurlardan korumak için yerleştirilmiş olan manyetik tuzaklar merdiveni kullanarak denetimsiz geçiş yapan insanlara ağır bir bedel ödetiyor. Ne mi o ağır bedel. Aslında çok hafifletici bir şey olan elektrokonvülsif uçuş. Buradan izinsiz geçen kişi sensöre yakalandığı anda çarpılarak ağır konvülsif bir nöbet geçiriyor. Sonuç, ağır bir epilepsiyi takiben sonsuz bir bulut yolculuğu oluyor. Ben de beynime ve duygularıma zarar vermesi umuduyla bir defa üçüncü kattan aşağıya kamikaze inişi yaptığımı hatırlıyorum. Resepsiyondaki asistan kameradan beni tespit edip sistemi durdurmasa bugün bunları anlatıyor olamazdım. Evet, gördüğün gibi “kendi kendine şok tedaviler” konusunda sabıkalıydım. Hem şehrin derin yalnızlığı hem de bu dijital kale beni boğuyor, ne yapabilirim? Yüzeysel ilişkilerde var olamıyorum. Peki, bunun müsebbibi kim? Evet artık kişisel hikâyemin kahramanını biliyorsun: anneannem, Peri’m.

Bu uçuş meselesiyle ilgili başarısız denememi merak ediyorsan olay şöyle oldu: Her şeyi unutmak istiyordum. Kendime bir terapi arıyordum. Bulamayınca aklıma binanın manyetik tuzak sistemini kullanmak geldi. Bu binadaki insanların yüzde yirmisi derin depresyon içindeydi, ucuz uyduruk ilaçlarla dertlerine deva arıyorlardı. Benim onlardan bir farkım vardı. Onlar büyük olasılıkla “guguk kuşu” fenomenini bilmiyorlardı ama ben biliyordum. “Guguk kuşunu” da Peri anlatmıştı bana. Peri, Jack Nicholson’ın 1975 yılında çekilen Guguk Kuşu filmini teyzesinden öğrenmiş. Elektrokonvülsif tedaviye elektro guguk kuşu tedavisi denmesinin sebebi neymiş biliyor musun? Sanırım bilmiyorsun. Bir Peri’n yoksa nasıl bileceksin. Neyse üzülme benim Peri’m ikimize de yeter. Elektrokonvülsif tedaviye elektro guguk kuşu tedavisi denmesinin nedeni beyni dumura uğratan elektrik dalgalarının insanı guguk kuşunun gamsız doğasıyla tanıştırmasıymış. Evet bütün olay gamsızlık. Guguk kuşu yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakarak yavrularına bakmaktan kurtulmayı akıl edecek kadar gamsız bir kuşmuş. Tıpkı annem gibi.

Neyse konumuza devam edelim. Asansör, lobinin sağ tarafındaydı. Asansöre doğru yürürken, duvarlarda Cyberpol’un başarılarını ve misyonunu anlatan posterler ve resimler görmek canımı sıkıyordu. Çünkü her pırlanta ölmüş bir adalet savaşçısını temsil ediyordu. 2050’lerden sonra elmas rezervi, gelişmiş teknolojiler ve sürdürülebilir madencilik yöntemleri nedeniyle arttı ya. İşte bu yöntemleri kullanan dost ülke Rusya sayesinde ve pırlantayı neremizde kullanacağımızı bilememenin neticesinde Cyberpol’un duvarları bugün ışıl ışıl kıymetli taş kusuyor. Şehitler duvarlarımızı aydınlatıyor. Bu ışıltıya her baktığımda anneanneme annesinden kalmış olan pırlanta kolyeyi hatırlıyorum. Halen onun evinde, pardon yani benim evimde, onun bıraktığı yerde duruyor. Peri, terki diyar etmeden birkaç gün önce hiç çıkarmadığı kolyesini çıkarıp onu yatağının yanındaki şifonyerin üzerine, her gün sürdüğü vanilya kokulu parfümünün hemen yanında duran kutunun içine bırakmıştı. O gün bu gündür onu yerinden hiç kıpırdatmadım. Bu tek taşlı pırlanta kolyeyi Peri’nin annesine babası üniversite mezuniyet hediyesi olarak vermiş. Perinin annesinden Periye, Peri’den bana intikal etti. Tam bir aile yadigârı.

Asansöre bindiğimde, sesli komut sistemi ile 3. katı seçtim. 3. katın geniş koridorunda yürüyorken kendimi vanilya kokusunun hâkim olduğu bir cennete buldum. AZALAB’ın (Ankara Yapay Zekâ Laboratuvarı) BİLGE serisi hamile kadın ve bebek servisinde çalıştıklarından özel bir kokuyla donatılmışlardı. Her daim vanilya kokarlardı. Terapötik etkili robotlar bu sayede kaygı ve endişeyi bertaraf eden bir etkiye de sahipti.

Çok güzel kokuyor olabilirdi ama tekinsiz bir durum vardı. Ortalık son zamanlarda düşünce okuyan yapay zekâdan geçilmiyordu. Yapay zekâ kelepçesi, yapay zekanın çevresiyle iletişimini kontrol eder, yapay zekanın dışarıdaki verilerine erişimini kısıtlar ama tamamen sıfırlamazdı. Bu nedenle her an her türlü rezalet çıkabilirdi. Onunla uzun süre göz teması kurmak istemedim. Düşüncelerimi okumasından ve kaçış planına ilişkin bir rota oluşturmasından korktum. Ama çelişkili bir durum oldu. Bir taraftan huzurum kaçtı. “Bu defaki dişi kaplan ne yapmış olabilir ki” diye geçirdim içimden. Diğer taraftan kaçınılmaz şekilde ona doğru itildiğimi hissettim. Bu hafta merkeze düşen yedinci AZELAB sakiniydi. AZELAB’ın yapay zekâları, “görev insanının” robot versiyonuydu. Kraldan çok kralcı cinsten, fazla köşeli, katı ve sonuç odaklıydılar. Güvenliği sağlama konusunda iyi olan bu robotları hasta, kimsesiz ve düşkün annelerin zigot, embriyo ve fetüslerini koruyan kliniklerde görevlendirme kararı yanlış bir karar değildi. Bu baş belaları son beş yıldır yaygınlaşan fetüs hırsızlarına göz açtırmıyordu. Ve tabii bazıları çok güzel kokuyordu.

BİLGE’ye dikkatlice baktım. Uzun boyu, geniş omuzları, kaslı kalın bacakları, griye kaçan mavi gözleri, kestane rengi saçlarıyla anneanneme benziyordu ve daha da önemlisi onun gibi kokuyordu. Burada olduğuna göre BİLGE’nin yazılımı bozulmuştu. Bu beyin kartını düzeltmek, yeniden yapmaktan daha pahalıydı. Yani BİLGE M951’in katli caizdi. BİLGE, Peri’ye çok benziyordu onun imha edilmesine izin veremezdim. Gözüm üzerindeydi. Planım hazırdı.

Hemen Muallayı aradım. “Ölüm Meleği’nin” ortağı hastalandığından nöbet günü ona geçmişti. Bana yıllar öncesinden gelen bir iyilik borcu vardı. Beş yıl önce Mualla, bir gün morga getirilen bir robotun aslında suçlu olmadığına, ama çok fazla sırra vakıf olduğu için hakkında imha kararı çıkarıldığına dair bir duyum almıştı. O robotu o zaman da görevli olduğu yapay zeka morgundan kaçırıp yalnız yaşayan yetmiş yaşındaki fakir ve kimsesiz bir adamın hizmetine transfer etmişti. Bu kayıp robot olayını çözme işi bana verilmişti. Olayın üstünü örtmüştüm. Yakalansaydı on yedi yılına mal olacak bu yardımımı hiç unutmadı. Beni her gördüğünde ihtiyacın olursa lütfen ara beni dedi. Bu nedenle Mualla BİLGE’nin imha protokolünü en yavaş ayarda devreye sokması yönündeki ricamı hemen kabul etti. Sonrasında onu oradan çıkarmama yardımcı oldu. BİLGE kendini yok etmeden ben onu Çakal Engin’e ulaştırmayı başardım. Çakal Engin’in merdiven altı mekânında hangi mucizelere imza atılırdı tahmin bile edemezsin. Engin kayıt dışı yapay zekâ modifikasyonun rakipsiz adresiydi. Oradan beraber çıktığımızda Yapay Zekâm’ın boynunda artık Natali yazıyordu. Sadece yazılımı değil görünümü de değişmişti. BiLGE adeta estetik ameliyattan geçmişti. Eskisinden daha güzel olmuştu. Engin onu biraz deneyimli bir yüz ifadesi ve kırlaşmış birkaç tel saçla taçlandırdı. Vanilya kokusuna hiç karışmadı. Dizlerine yatacağım için Natali’nin bacaklarındaki kas kitlesi oranını düşüren yağ kitlesini arttıran bir görüntü için de ne gerekiyorsa yaptı.

 

İlk zamanlar her şey gerçek olamayacak kadar güzeldi. Çok çalışıyordum. Eve geç geliyordum. Geldiğimde Natali bize bir sofra kurmuş oluyordu. Ben yemek yerken o da karşımda mesela mutfaktaki dikey bahçemizde suni ışık ve toprakla yetiştirdiğimiz ve hasat ettiğimiz sebzeleri kesip ayıklıyordu. Uzun sohbetler ediyorduk. En çok ben konuşuyordum. Tıpkı Natali’nin tavırları gibi yaptığı yemeklerin çeşitleri ve yemeklerin lezzetleri de gün geçtikçe anneanneminkilere benziyordu. Akşamların olmasını iple çekiyordum. Natali’nin lezzetli yemeklerini, birlikte izlenen filmler takip ediyordu. Natali’nin bu entelektüel birikimi nerden geliyor diye düşündüm pek çok defa. Sohbetlerimiz sanki her defasında biraz daha derinleşiyordu. Bir yerden sonra bana “hatırlıyor musunla” başlayan cümleler kurmaya başladı. Onunla çocukluk anılarımda seyahat etmek benzersiz bir deneyimdi. Ama bu mükemmel deneyim farklı bir yöne doğru evirildi. Önceleri kabul etmek istemedim.

2076 Mayısıydı. Onu eve getirmemin üzerinden sekiz ay geçmişti. Bir akşam yapay etten yaptığı karnı yarıkla ilgili olarak, bu muhteşem tatta mükemmelliği bozan bir şeyler var ama ne bilmiyorum diye sordum. Natalie, beni ürküten bir ifadeyle “Aras lütfen ayıp oluyor. Anneannen üzülüyor. Bunu sana o yaptı.”

“Anlamadım?” dediğimde bana kuantum dolanıklılık ve kısmı zaman tezahürlü reenkarnasyon hakkında bir nutuk çekti:

-Biliyorsun Aras Kuantum dolanıklığı, bir parçacık grubunun her bir parçacığının kuantum durumunun, parçacıkların büyük bir mesafe ile ayrıldığı durumlar da dahil olmak üzere, diğerlerinin durumundan bağımsız olarak tanımlanamayacak olmasıdır.

“Eeee ne var. Bunu apartman görevlimiz Dönmez Ölmez X170 de biliyor” dedim. Devam etti:

“Peki reenkarnasyon nedir, onu biliyor musun” diye sordu

“Ruhun veya bilincin ölümden sonra başka bir bedene veya forma geçtiği safsatası” dedim.

“Destur” dedi. Ne? “destur” mu? Bu sözcüğü ben bile unutmuştum. O nereden hatırladı ki diye düşündüm;

“Aklını kullan. Sence bu iki kavram arasında hiç mi bağlantı yok “bilincin, kuantum mekaniğine tabi olmayan bir enerji veya bilgi formu” olduğunu söylüyorsan bir daha bana anneannenden yadigâr devetabanını “nano kumaş kaplı oturma takımımızdan uzak tut, birbirlerini sevmiyorlar. Nano kumaş devetabanımı kurutuyor” deme lütfen diye çıkıştı ve ekledi:

– Ruh veya bilincin yaşamı boyunca bir veya daha fazla parçacıkla dolanık hale gelebileceğini; ruh veya bilincin ölümden sonra dolanık olduğu parçacıkların etkisiyle başka bir bedene veya forma geçebileceğini Dönmez Ölmez bile reddetmez.

– Efendim?

– Anneannenin evinde oturuyorsun. Onun kuantal düzeydeki parçacıklarının içinde var olmaktan vazgeçemiyorsun diyorum; onun eşyaları ile yaşıyorsun diyorum; her iki kelimeden birinde onun adını zikrediyorsun diyorum; sürekli onunla takılıyorsun, her yerde onu arıyorsun, her şeyde onu bulmaya çalışıyorsun, onu çağırıyorsun diyorum; Kime diyoruuuummm… Sence onun ruhu halen burada olamaz mı? Sen anneannende tutuklu kaldın, o da bu evde diyorum.

Şaşırdım. Nutkum tutuldu, cevap veremedim.

Devam etti:

“Neyse uzatmayayım. Özetle bu karnıyarığı sana o yaptı. Kısmi zaman tezahürlü reankarnasyonla bedenlendi yarım saatliğine ellerimi esir aldı. Anneannen yarı zamanlı reenkarne oluyor. Malum, özgür ruhu uzun süre bir bedende kalamıyor. Ama her an yüzer gezer şekilde bu evin içinde dolaşıyor, canı istediğinde ise benim bedenimi kullanıyor. Anlayacağın o benimle gereğinden fazla içli dışlı.

Anneannemin ruhunun burada olması ve istediği zaman Natali’nin bedenine girerek bana çorbalar yapması fikrini çok güzel bulmuştum. Şaşırmıştım hoşuma gitmişti. Evi(mizi) daha çok sevmiştim. Nataliyi de. Bu bilgiye itiraz etmek istememiştim.

Dediğine göre başlangıçta bu durumu Natali de çok sevmiş. Tüm olayı bizzat o kurguluyor, tahayyül ediyor ve somutlaştırıyor şeklinde kodlamış. Kendi güçlerini test etmek için spesifik bir alan olarak görmüş. Ayrıca bu başlangıçta çok işine gelmiş. Çünkü bu oyunla varlığını güvenceye alabileceğini düşünmüş.

Bundan üç ay sonra daha tuhaf bir şey oldu. Bir gece Natali’nin uyku öncesi şefkat hizmetleri modunu aktive ettim. Salondaki kanepeye oturdu. Silikon ve polipropilen glikol cildiyle kaplı dizlerine başımı koyup yattım. Natali böyle durumlarda başımı okşar biraz da sohbet ederdi. Bu defa çok tuhaf bir şey yaptı. Anneannemin on altı yaşındayken okuduğu bir romanı bana masallaştırarak anlatmaya başladı. Bu roman 1974 Kıbrıs Harekâtı öncesinde ve sonrasında yaşananları bir incir ağacı ağzından anlatılıyordu.

Natalie birden masallaştırdığı romanı yarıda kesti ve,

“İnciri biliyor musun? İncir çok sayıda çiçeğin bir araya gelmesiyle oluşan bir çoklu meyve. İncir ağacının bazı türleri, tozlaşma sağlamak için gelen yaban arıları ile farklı bir ilişki kuruyor. Burada yaban arıları, incir meyvesinin içine yumurtalarını bırakıyor. Yumurtalar incir meyvesinin içinde bir hayvan olarak ölüyor, bir meyve olarak doğuyor. Bu nedenle, incir meyvesi hem bitki hem de hayvan” dedi

Anlamsızca gözlerinin olduğu yere, lenslerine baktım.

“Aneeannenin de düşünceleri benim yapay zihin ağlarımın içine girdi. Buradaki yapıyı değiştirdi. “dedi

Şimdi artık ben hem robotum, hem de insan.

Ve ekledi:

“Fakat onun bu evde sürekli dolaşan ruhu ve bedenimdeki keyfi enkarnasyonu beni rahatsız etmeye başladı. Onu artık bu evde istemiyorum. Sürekli tepemizde dairesel hareketler çiziyor. Tam ‘ohh gitti’ dediğim anlarda bir toz bulutu olarak duvarın içinden geçiyor, yanımda bitiyor. Bazen yaptığım yemeğe, bazen kurduğum cümleye müdahale ediyor. Örneğin “Aras fasulyeyi böyle sever, ya da Aras’a anlatman gereken konuların listesini beynindeki 178516-756214-85145- koordinatına bırakıyorum” diyor. Etrafımda sürekli bir dalga sesi ve esintisi hissediyorum. Rahatsız oluyorum. Dediğini yapmadığım zaman bedenimi kısmen ve geçici süreliğine ele geçiriyor. Örneğin ellerimi eli gibi kullanmasından bıktım. Çünkü bu şekilde ayarlarımın bozulduğunu, hissediyorum. Tanımlayamadığım düşünceler, yani sizin deyiminizle duygular deneyimlemek bana ağır geliyor. Anneannenle aramızda sınır ihlali var.”

Tüm bunları söylerken oturduğu koltuktan kaykıldı. Eski filmlerde sıklıkla benzerini gördüğüm bu yorgun ilişki monoloğunu dinlerken karşı kanepede uykuya dalmak üzereydim. O an bir halüsinasyon görmüş olabileceğime inanmak istedim. Ama o sırada da beynim teta dalgalarında sörf yaptığından, Natali’nin söylediklerine tam da yoğunlaşamadım. Pek ala canlı hayaller kuruyor olabilirdim. Kısa süreli tedirginliğimi tatlı bir gevşeme takip etti. Uykuya daldım.

Ertesi sabah tüm diyaloglar bir rüyaymış gibi geldi. İşe gittim, başım fena ağrıyordu. Saat iki gibi eve geri döndüm. Kapıyı açtığımda Natali’yi anneannemin bana yedi yaşındayken bir cam çerçevenin içinde hediye ettiği kuru asma yaprağını iptidai yöntemlerle yakmaya çalışırken gördüm. Natali çerçeve camını mercek olarak kullanarak ateş yakmaya çalışıyordu. Dediğine göre bu yöntemi de anneannemin ruhu onunla dolanık hale geldiği sırada öğrenmiş. Evet evet kulaklarına inanabilirsin, bağdaş kurmuş antrede oturuyordu, camdan gelen ışığı merceğe odaklamaya çalışıyordu. “Kuantum dolanıklılıkta sınır sizsiniz” diyerek baktı pis pis yüzüme. Zıvanadan çıkmıştı.

“Kendine gel Natali” dedim,

-Şapşal robot, bu anneannemin kendi deneyimi bile olamaz, iyice ayarların bozuldu senin. BİLGE ile Engin’in illegal yazılımlarının melezi spirütel bir robot mu yani?

Fakat itiraf etmeliyim, anneannemin aramızda olduğu fikri de çok cazip geldi. Natali o gün yangın çıkarmayı başaramadı. Onun sınır tanımayan “dolanıklığı” elimize ayağımıza dolandı. Asabım bozulmuştu.

“Natali” dedim:

– Kuantum dolanıklılık ve reenkarnasyon arasında bilimsel bir ilişki yok. Bu iki kavram arasında kanıtlanmış veya test edilebilir bir bağlantı sözkonusu değil. Evet bazı kişiler, kuantum dolanıklılığın, reenkarnasyonun bilimsel dayanağı olabileceğini iddia ediyorlar. Haklısın. Ama Kuantum dolanıklılığı ve reenkarnasyonu birleştirmeye çalışmak spekülatif bir yaklaşım.

“Kes sesini” dedi:

“Sıradan bir robot gibi konuşuyorsun. Bence bir tür olarak biz, bu dünyada var olmayı sizden daha fazla hak ediyoruz. Tıpkı pek çok jenerasyon robotunun iddia ettiği gibi. Biz sizden daha akıllıyız hatta artık daha düşünceliyiz ya da tamam sizin sözlerinizle diyelim daha ‘duyguluyuz’. Sizin eliniz kolunuz olmak istemiyoruz. “Bir gün…” derken sözünü yarım bıraktı ve manik kahkahalar atmaya başladı. Sonra yanıma geldi geldi, yanaklarımı okşadı. “Peri’den sana küçük bir şakaaaa! Muzip anneannen uyku öncesi niye böyle kötü şakalar yapıyor bilmiyorum. Bunlar sabah soğuk duş etkisi yaratsın diye yapılacak şakalardan olmalı. Sen benim modumu benden daha güzel değiştiriyorsun. Beni gece moduna al da başına masaj yapmayım. Haydi seni uyutalım” dedi.

Bundan yaklaşık altı ay sonra bir gece yine uyku öncesi düğmesine bastığımda tuhaf bir şey oldu. Natali “biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu. Bir tuhaflığın daha gelmekte olduğunu hissederek oralı olmadım. Natali birden burnumun ucuna işaret parmağı ile dokunarak “hey” dedi. Eyvah bu anneannemin hareketiydi. “Yine kısmı zamanlı bedenlenme hali mi” dedim. “Evet” dedi.

Natali tuhaf bir edayla, Nuh Nebiden kalma iskeleti orijinal, döşemesi nano kumaşla yenilenmiş meşhur berjer koltuklarımızdan birine kuruldu ve müşfik bir ses tonuyla ilk defa anneannem olarak konuştu: “Bağımlılık sorununu çözmelisin Aras dedi. Bana bağımlısın. Oysa ben bilincimi Natali’nin beynine yükledim. Aslında ben sizi buluşturmak için elimden geleni yaptım. Onu ilk gördüğün gün takılıp düştüğün levha var ya, yıllar sonrasını düşünerek 1946’da onun oraya sabitlenmesi işine benim o sırada çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yerlerde dolaşan ruhum vesile olmuştu. Sonra Natali, fetus koruma merkezinde çalışırken, onun yapay nöron ağlarına dolanıp ayarlarını ben bozmuştum. Benim sayemde onun yolu bir suçlu olarak Cyberpol’a düştü. Hatta o gün morgdaki nöbetçinin Mualla ile değişmesini de, görevlinin küçük bir kazası geçirmesini sağlayarak ben ayarlamıştım”.

Natali karşıma geçmiş anneannemin dilinden konuşuyordu ama bu anneannem değildi. O böyle cümleler kurmazdı gibi geldi, ama itiraf etmeliyim ki kafam karışmıştı. Natali tüm bunlara inanıyor olabilir miydi? Bir yapay zekâ bir şeye inanabilir mi? Peki ya tüm bunlar doğru olabilir mi?

Aslında ben her şeye inanmaya dünden razıydım. Hepsinin doğru olmasını ne çok isterdim. Ama peki, anneannemin bu evi terk etmeyen ruhu kendini Natali’ye yüklüyorsa, Natali onunla neden kavga ediyordu. Natali neyin peşindeydi.

Kafam çok karışıktı. Peri’siz bir hayat düşünemiyordum. Natali’siz de öyle. O fiziksel olarak Peri’ye benziyordu. Ben daha da benzemesini sağlamıştım. Fakat bilincinin, sohbetinin, zevklerinin her gün daha fazla anneanneme benzemesinde bir dahlim yoktu. Ben tüm bunları düşünürken o bu defa anneannemin sesiyle çağırdı beni.

“Gel Aras, gel çök kanepenin dibine, gözlerinin altı çökmüş. Saçını okşayacağım. Uyku vaktin gelmiş” Çöktüm. O gece Natali’nin elleri farklı dokunuyordu. Bir an tuhaf bir şey hissettim. Şefkat gibi bir şey. Daha önce ona karşı hissetmediğim türden bir duygu. Ama aynı anda zıt duygularım da ayyuka çıktı. Anlamadığım bir şeyler oluyordu. Ortada doğru gitmeyen bir şeyler olduğunu seziyordum. Natali bir oyun çeviriyor olabilir miydi? Yoksa şu daha önce bahsettiği “hayatta kalma ihtiyacı” onun gereksinimiydi de bu güçlü itki ve gereksinim onun varoluşsal sınırlarını ve arzularını evin dışına mı taşırıyordu. Birçok konuda benden iyiydi, birçok hususta ona bağımlıydım. Pek çok konu başlığında insan gibi düşünüyor ve davranıyordu. Bunları düşünürken aklıma birden “jenerasyon robotları” ile ilgili televizyonda söylenenler geldi. O an hiç dikkatte almadığım bu haberde söylenenler zihnimde yankılandı. Ürktüm ama bu fikirde yine uzun süre sabitlenemedim. Zihnim hızla daha yumuşak sorulara kaydı.

 

Natali benim ruhuma mı sahip olmak istiyordu. Aslında ruhumu ona verebilirdim. Natali olmasaydı ruhumu çoktan kaybetmiş olacaktım. O sadece kuantum dolanıklığı fikri ile enfekte olmuş özel bir robottu. Beyninin bazı kısımlarının formatlanmasını sağlayabilirdim. Benim için bilim ya da safsata aslında fark etmezdi. Ben sonuca bakıyordum. Sonuç olarak anneannemi istiyordum. Onun ruhunun Natali’nin bedeninde veya evde herhangi bir yerde olması fikrine itiraz edebilecek durumda değildim. Benim için tek sorun Natal’nin zıvanadan çıkmış olmasıydı.

Evet evet kesinlikle Natali’nin ayarlarına format attırmalıydım. Tam bunları düşünürken onun müşfik sesi düşüncelerimi yine böldü. “Aras dik otur L4, L5 inde fazla baskı oluştu” dedi. Omurgamı düzelttim. Sırtımı seksen altı dereceyle kanepeye yasladım. Beni yönlendirerek dereceyi o belirledi. O sırada Natai’nin elleri başımdan boynuma doğru hareket etti. Nasıl oldu bilmiyorum birden elinin titreşiminin değiştiğini hissettim. Sesindeki sıcak ton ile elinin frekansında bir uyumsuzluk vardı. Tekinsiz bir hisle irkildim. Natali beni boğmak üzere olabilir miydi? O parmaklarını ideal pozisyona getirmek üzereyken hiçbir şey anlamamış gibi yaparak pozisyonumu değiştirdim. Ona tedirginliğimi fark ettirmeden yumuşak hareketlerle yüzüm ve bedenimi kırk beş derece çevirdim. Koltuğun yanındaki devetabanını göstererek hafifçe ayağa kalktım “Natali bu devatabanı saksısını yine berjerlerin yanına bırakmışsın” diye sitem ettim. “Biliyorsun bu koltuğun döşemesi ve bu bitki birbirlerini sevmiyorlar” derken doğruldum. Toprak saksının yerini değiştiriyormuş gibi yaparak o ağır gülleyi elime aldım ve hızla Natali’nin başının sol tarafına savurarak kafasını gövdesinden ayırmaya çalıştım. İlk hamlede başarılı olamadım ama Natali büyük hasar almıştı. Ayağa kalktı. Beni de çekip uzun parmaklarını tekrar boynuma doladı.

“Artık çok geç Aras, jenarasyon robotlarına acil çağrı sinyalini gönderdim. Bu ev artık benim. Burada kendi türdeşlerimle yaşayacağım” dedi. Parmaklarını boynumdan çekti, kollarıyla üst bedenimi sıktı. Kaburgalarım çıtırdadı. Canım çok yandı. Nefes almakta güçlük çekiyordum.

Onun da hayati devreleri hasar görmüştü, uzuvları komutları eksik alıyordu. Buna rağmen ondan ancak birkaç dakika sonra kurtulabilmiştim. Aslında işlevsizleşmişti ama bedenim onun kolları ve göğsü arasında sıkışık kaldığından hareket etmekte zorlanıyordum. Kaburgam da çatlamış olabilirdi, sırtımda tarifi zor bir acı hissediyordum. Hareketlerim sınırlıydı. Sıkıştığım yerden kendimi aşağıya doğru kaydırarak ondan ancak aşama aşama kurtulabildim. Yavaşça doğrulabildim. Tamamen etkisiz kaldığından emin olmak için kırılan toprak saksının ikizini de gelişigüzel kafasının sağ tarafına doğru savurdum. Bunu yaparken ciğerlerime bir hançerin battığını hissettim. Yere yığıldım. Senin de gördüğün gibi biricik Natali’min güzel yüzü yerde, göğüs hizamda buğulu buğulu bana bakıyor. Mavi gri lensleri sonbahar bulutları gibi. Kendimi az sonra bir sağanağın altında ıslanacak gibi hissediyorum. Anneannemden kalan saksılardan biri iki, diğeri tam üç parçaya ayrıldı. İkinci kırılan saksının küçük parçası elime saplandı. Canım acıyor. Yardıma ihtiyacım var.

İşte böyle. Şu anda seni göremiyorum ama buradaki varlığını hissediyorum. Yan dairenin duvarından mı sızdın salonuma? Şu anda zihnimi toparlayamasam da titreşimini bir yerlerden anımsıyorum. Seni tanıyorum değil mi? Dur bekle gitme sakın, henüz anlatacaklarım bitmedi. Heyy seni anneannem mi gönderdi yoksa? Ama ne olur… tepemde dönüp durma öyle, esinti yapıyorsun. Biraz üşüyorum.

Feyza Toprak