“Mustafa, biz çıkıyoruz annem. Gelmek istemediğinden emin misin?”
“Eminiiiim. Gidin siz. Koca adam oldum ben, ne işim var kınada falan?”
“Eh iyi madem,” dedi annesi. Bastırmayı başaramadığı endişesi sesine yansımıştı. “Biz de birkaç saate döneriz zaten. Acıkırsan dolapta yemek var, ısıtır yersin. Dikkatli ol, e mi? Sakın bahçeye filan çıkayım deme gece gece. Kapı çalarsa da açma. Bizim anahtarımız var.”
“Offf tamam anne ya, yüz kere söyledin aynı şeyi! Dağın başında kim gelecek de çalacak kapıyı?”
“Afkurma anana oyle, fışki yiyen! Gelecuk birkaç saate, ha agılli dur bagayım!” Anneannesi, kızıyla küçük torununun ardından eşikten dışarı adımını atmıştı ki dönüp sesini biraz daha alçaltarak ekledi: “Koca diyzeye de gomandar ol, he mi? O bazen ulur çığırır, sen bakma ona. Ben suyuni yemeğuni verdum onin. Haydin Allah’a emanet!”
Anneannesi nihayet kapıyı çekip kapattığında, Mustafa derin bir nefes aldı. Doğduğundan beri yaz tatillerinin en az bir ayını geçirdiği bu evde, ilk kez tek başına yalnız kalabilmişti. E, on altı yaşında koca adamdı artık. Kardeşini de yanlarında götürmeleri ne büyük şanstı! Yoksa kendini yerden yere atıp telefonuna el koyacak ve durmadan onu tuvalete götürmesini isteyecekti.
Işığı kapatıp kanepeye yayıldı ve internette gezinmek üzere telefonunu cebinden çıkardı. Trabzon’un sarp yamaçlarından birine kurulmuş bu ufacık mezrada, şebekeden sinyal alabilmesi mucizeydi. Yeterince şanslıysa, bulunduğu köşede interneti yavaş da olsa çekecekti.
Ama o gece şans ondan yana değildi.
Telefonu, hayal kırıklığını belirten bir küfür eşliğinde sehpaya fırlattı. Mustafa, anneannesinin neden senelerdir teknolojinin varlığına ilişkin tek kanıtın bünyesindeki kanalları doğru düzgün göstermekten aciz, eski model bir tüplü televizyondan ve en ufak esintide yamulan bir antenden ibaret olduğu, kış boyunca süren şiddetli rüzgârın uğultusuna tüm kalaslarıyla eşlik eden bu eski evde bir başına yaşamakta inat ettiğini anlayamıyordu. Annesini İstanbul’a, yanlarına almaya çalışan annesi, her seferinde şu sözlerin eşlik ettiği kuvvetli bir dirençle karşılaşıyordu: “Ben gelemem oriye, zati ben gelsem buyankiler gomaz beni o yana.” Annesi de hiçbir şey demeden başını sallıyor ve bu konu bir sonraki yaz tatili ziyaretine dek kapanıyordu.
Mustafa, anneannesinin ‘buyankiler’ derken, daha taze gelinken bebeğini köyün aşağısındaki dereye düşürünce önce aklını, sonra da kocasını kaybeden kardeşini, nam-ı diğer deli büyük teyzeyi kast ettiğini düşünür, ama neden çoğul eki kullandığını anlayamazdı. Birkaç kez annesine bunu sorduysa da her seferinde geçiştirilmişti sorusu. O da üstelememişti.
Mustafa, kafası uzun zaman sonra yine bu çoğul ekine takılmış olarak, telefondan boşalan eline kumandayı aldı. Karıncalı da olsa yayın yapan bir kanal bulma umuduyla kanal listesini baştan sona gezmeye kararlıydı.
Tek bulabildiği, listenin sonlarında yer alan ve zayıflama kemerinin hayatında mucizeler yaratabileceğini iddia eden reklamları döndürüp duran bir yerel kanaldı.
İstanbul’un kargaşasında aklına gelmeyen o soru bu dağ başında, hiçliğin ortasında yapayalnız kaldığı ilk anda kafasına takılmıştı yine.
Gerçi yalnız sayılmazdı. Akıl sağlığı yerinde olmasa da büyük teyzesi de evdeydi.
Bir de serenderin oralardaki diğer büyükler.
Mustafa, sarp yamaçlara dağılmış evlerden özellikle de kışın çıkan mevtaların, aşağıdaki yaylaya kurulmuş derme çatma köy mezarlığına indirilmesinin hayli güç olduğu zamanlarda evlerinin bahçesine gömüldüğünü öğrendiğinde, ilkokula bile başlamamıştı herhalde. O zamandan bu yana da arka bahçeye mısır toplamak için bile adımını atmamıştı. Hem de mısırı neredeyse her şeyden çok sevmesine rağmen.
Tanelerinde annesinin aile büyüklerinin parçalarını taşıyan mısırlardan da yiyecek hali yoktu.
“Ulan bunu hatırlamanın sırası mıydı şimdi,” diye söylendi kendi kendine. “Hele de en az bir kilometre çapındaki tek akıllı insan olarak yapayalnızken!”
Sonra farkındalık, ekranda kemeriyle poz veren kadının dişleri kadar beyaz bir şimşek gibi çaktı zihninde.
Acaba anneannesinin onlar derken kastettiği–
Koridorun diğer ucundan bir ses geldi.
Mustafa derhal doğruldu.
Ses gırtlaktan gelen, boğuk, içli bir ağlamayı andırıyordu.
“Büyük teyzedir, büyük teyze,” dedi kendi kendine.
Ama bunu fark etmek onu pek de rahatlatmamıştı. Evde yalnızdı ve kendisini bildi bileli kapısı kapalı duran, sadece bayramlarda annesinin zorla büyük teyzenin elini öpsün diye içeri soktuğu ve Mustafa’nın yarım yamalak bir bayramlaşmanın ardından derhal kaçtığı, serendere ve yanındaki mısır bahçesine bakan o ufacık, tahtaları kararmış odaya en azından kapıdan bir uğraması gerekiyordu.
Şöyle bir düşününce, evde yalnız kalacak kadar da büyümemişti galiba.
Ama bunu kendisine itiraf edemeden usulca ayağa kalktı ve eline ne zaman geçirdiğini hatırlamadığı ve korkudan neredeyse parçalayacak kadar sıktığı kumandayla birlikte koridora doğru birkaç adım attı.
Ses kesilmişti. Tek duyduğu, kalbinin adeta kaburgalarına çarpışı ve devasa antika saatin sarkacının hareketleriydi.
Büyük teyzenin odasında çıt çıkmıyordu.
Mustafa, içinden otuza kadar saydı ve bekledi. Tam arkasını dönmüş gidiyordu ki içeriden ağlamaya benzer bir ses yankılandı. Büyük teyze, ciğeri yana yana ağlıyordu sanki. Ama yaşının da etkisiyle çatlamış sesi o kadar derinden geliyordu ki Mustafa ciğerlerinin titrediğini hissediyordu.
Büyük teyzeyi yoklaması gerekiyordu. Senelerdir belinden aşağısının tutmadığını biliyordu, ama maazallah, yatakta dönmeye çalışırken filan bir şey olduysa da hemen müdahale etmesi yerinde olurdu.
Geri döndü ve derme çatma kapıyı hafifçe tıklattı. “Teyze,” diye seslendi titrek bir sesle, “iyi misin? İçeri gelebilir miyim?”
Büyük teyze ses vermedi.
Mustafa biraz daha bekledi. Sonra kapıyı hafifçe tıklattı ve araladı.
Büyük teyzenin odası karanlıktı. Ama yatağının başucundaki kocaman pencereden giren solgun ay ışığında, yatağında dimdik oturduğunu görebiliyordu. Kollarının arasında koyu renk lekelerle bezeli, beyaz bir kumaş vardı.
“Teyze?” dedi yeniden. “Her şey yolunda mı?”
Tık tık tık.
Birisi kapıyı çalıyordu sanki.
Mustafa, kanepeden sıçrayarak doğruldu. İçi geçmiş olacaktı.
Ekranda hala dönmekte olan zayıflama kemeri reklamının loş ışığında dönüp saate baktı.
On ikiye on vardı. Tam iki saattir uyuyor muydu yani?
Eve derin bir sessizlik hâkimdi. Sadece reklamların hafif mırıltısı.
Tık tık.
Mustafa ayağa kalktı. Bir süre sessizce etrafı dinledi.
Ses kesilmişti.
Fare falandır belki, diye düşündü.
Büyük teyzeye bir bakmak istiyordu.
Tıpkı rüyasındaki gibi, ufak koridoru birkaç adımda aşıp kapıyı tıklattı. “Teyze? İyi misin?”
Sessizlik.
Kapıyı açsa mıydı acaba?
Ama ya büyük teyze uyuyorsa ve kapı sesine uyanırsa?
En iyisi hiç rahatsız etmemekti.
Mustafa, üzerine düşeni yapmış olmanın verdiği ferahlıkla, büyük teyzenin odasının yanındaki mutfağa girdi. Boğazı kurumuştu.
Işığı yakmadan içeri girdi ve bir bardak alarak musluğa yöneldi. Suyunu doldururken, hemen karşısındaki pencereden dışarı baktı. Ay, minik serenderin ve hemen arkasından yükselen ulu zirvelerin tepesini gümüş rengine boyamıştı. Manzara, ürkütücü bir tablo gibiydi.
Tam o sırada, gözüne bir şey ilişti.
Serenderin orada biri vardı.
Simsiyah giyinmiş, upuzun biri. Boyu neredeyse serenderi geçiyordu.
Kimdi bu? Nereden çıkmıştı ve burada ne arıyordu?
İyi ki ışığı açmamıştı.
Bardağı usulca tezgâha bıraktı ve gözünü o şeyden ayırmadan yavaşça geriye doğru gitmeye başladı. Bir an önce telefonuna ulaşması gerekiyordu.
Figür yere çömeldi. Acaba Mustafa’yı görmüş müydü?
Mustafa durdu.
Birkaç saniye sonra figür doğruldu. Kucağında koyu renk lekelerle bezeli, beyaz bir şey vardı. Minik bir bohçaya benziyordu.
O bohçada ne vardı?
Bu inin cinin top oynadığı bahçeye kim, neden girsindi?
Üstelik evde sadece savunmasız bir yaşlıyla genç bir oğlanın olduğu bir gecede?
Mustafa, tüm olasılıkları aklından geçirirken olduğu yere mıhlanmıştı sanki.
Figür, kucağındaki bohçayla eve doğru ilerlemeye başladı.
Ayın ışığı arkasında kaldığı için, yüzü karanlıkta kalıyordu.
Artık oyalanacak vakti yoktu. Derhal jandarmayı aramalıydı.
Tam mutfak kapsının eşiğine ulaşmıştı ki yan odadan içini titreten tizlikte bir çığlık yükseldi.
Mustafa, daha ne yaptığını anlayamadan atılıp kapıyı açtı.
Pencerede bir şey vardı.
Belinden yukarısı, büyük teyzenin yatağına doğru uzanmıştı.
Kollarındaki lekeli beyaz şeyi, yaşlı kadının kucağına bıraktı ve yılan kıvraklığıyla geri çekilip çıktı pencereden.
Tüm bunlar en fazla birkaç saniyede oluvermişti.
Büyük teyze, deminkinden de kuvvetli bir çığlık koyuverdi. Ama yüzünde korkudan ziyade sevinç vardı sanki.
Mustafa, “Sevindi,” diye düşündü. “Sevinç çığlığı bu.”
Başkasının beyniyle düşünüyordu sanki. Çok tuhaf bir histi.
Büyük teyze, bohçayı bağrına bastı.
Sonra varlığını yeni fark etmiş gibi, dönüp Mustafa’ya baktı.
Ve yüzüne devasa bir gülümseme yayıldı.
Mustafa, yaşlı kadının dipsiz bir kuyu gibi kapkara, dişsiz ağzına bakakaldı.
“Baaaak,” dedi kadın bohçayı ona doğru kaldırarak. “Nenem bağa haordan uşuğumu getimiş!” Başıyla serenderi gösteriyordu. “Hasretumden ağladuğumda hep na habule getiru goyuverir goynuma, memeyi alu da susar uşuğum!”
Büyük teyze konuşuyordu!
Mustafa, yaşlı kadının dilinin nasıl olup da aniden çözülüverdiğini merak etmeye fırsat bulamadan lekeli bohçaya bakmış bulundu.
İçindeki minicik kurukafanın göz çukurları, ninenin dişsiz ağzından da karaydı.
Sonra çukurlar gittikçe büyümeye başladı. Önce kafatasının kalanını, sonra bohçayı, büyük teyzeyi ve en sonunda odayı yuttular.
Artık her yer zifiri karanlıktı.
Mustafa gözlerini açtı.
Kapıda bir tıkırtı vardı.
Kanepede dimdik doğruldu.
O anda sokak kapısı açıldı ve annesi, anneannesi ve erkek kardeşi içeri girdi.
“Mustafa? İyi misin?” dedi annesi onu görür görmez.
Mustafa başını sallamakla yetindi. Boğazı kurumuştu.
“Su,” dedi kardeşi Mehmet’e bakarak. “Bana su getirir misin, abicim?”
Mehmet nedense hiç itiraz etmeden mutfağa yöneldi.
Anneannesi de “Ha uşuğum, ne oldi sağa?” diyerek yanına gelip elini alnına koydu. “Uu, yanay habu uşak! Zayi habule cıscıbıldak yatarsan–”
“Anneee! Neneeee!”
Annesi hemen “Mehmet?” diyerek mutfağa koştu.
Mustafa’yla anneannesi göz göze geldiler.
Biliyor, dedi Mustafa içinden. Anneannem biliyor.
Tam o anda büyük teyzenin odasından Mustafa’nın içini titreten tizlikte bir çığlık yükseldi.
- Ziyaret - 1 Şubat 2024
Ürpertici bir öykü olmuş. Biraz karışık geldi son kısmı, tam anlayamadım. En sevdiğim yerler ise anneannenin Karadeniz’e özgü konuşmaları oldu.
Bu cümlenin, devamı gelecekmiş gibi bir havası var. Daha vurucu ve sert bir son cümle kapanışı daha etkili kılabilirdi.
Kaleminize sağlık, güzel bir öykü yazmışsınız.
Rüya içinde rüyanın gerilimi, yalnız olmanın verdiği o tedirginlik ve büyük teyze gibi aklı dengesi yitmiş bir insanın sebep olabileceği ürpertici beklentinin üzerine mezarlıktan gelen çok da tanımlanamayan bir figür. “Büyük teyzenin odası karanlıktı. Ama yatağının başucundaki kocaman pencereden giren solgun ay ışığında, yatağında dimdik oturduğunu görebiliyordu. Kollarının arasında koyu renk lekelerle bezeli, beyaz bir kumaş vardı.” işte burada korkmayı korkutmayı seven beni çok keyiflendirdi. Bir lokmada okudum. Hayal gücüne sağlık.