Öykü

Söğütlü Tepede Bir Dağ Eviydi

“Buradan çıkmanın bir yolunu bulacağım. Söz veriyorum sana, mutlaka buradan çıkacağız. Korkma tamam mı?” dedi oğlan titrek sesiyle. Aslında o da korkuyordu fakat bunu belli etmesi mümkün değildi. Biliyordu, kardeşi daha çok korkuyordu. Bir yün yumağı gibi sarılmışlardı birbirlerine çöktükleri yerde. Normal şartlar altında belki de… Belki de içinizi ısıtabilirdi bu görüntü. Minicik bir kız çocuğunun kıvırcık saçları ardında yüzünü kapadığı kemikli elleri neredeyse soluk maviye çalmasaydı, kız ağlamadığında ince ve hasta hasta inlemeseydi, ondan yalnızca birkaç yaş büyük ve gelişimi geri kalmış gibi duran ağabeyi incecik kollarıyla onu görünmez bir enkazdan çaresizce korumaya çalışır gibi duruyor olmasaydı. Elbette… Elbette bu iki çocuğun kucaklaşması eminim pek çoğunuz için iç ısıtıcı sayılabilirdi. Bu işe pek iç ısıtıcı bir an değildi. Onlarınki soğuk bir öyküydü. ‘O’ odalarına girdiği an havanın buz kesmesi gibi soğuk.

Koridordan yaklaşan adım seslerini duyduklarında kızın titremesi artarken oğlan sadece, “şşş!” dedi ona ve kardeşine daha da sıkı sarılıp gözlerini yumdu. Sanki çocuk onu görmezse, o da çocukları görmezdi. Adımlar yaklaştıkça çaresizlik büyüyor gibiydi. ‘O’ tıpkı nenesinin onları korkutmak için uydurduğu masallardan fırlamış bir canavar gibiydi. Kapı gıcırdayarak açıldı. Oğlan gözlerini daha da sıkı kapattı. Artık neredeyse onu tanıyorlardı. Hatta… Hatta bu kadar vahşi olmasaydı belki de onunla dost bile olurlardı. Hatta buradan çıkmalarına bile yardım edebilirdi belki istese. Ama oğlan o şeyin kendilerine dost değil, düşman olduğunu gayet iyi biliyordu. Korkmasın diye kardeşine tamamını anlatmıyordu. Bilmesine gerek yoktu. Ne de olsa onu koruyup kollayacak bir ağabeyi vardı yanında. Kardeşini onun sümüksü soğuk bedeninden, kan bürümüş gözlerinde, uzun keskin pençelerinden korurdu. Çünkü o biliyordu. O şeyin, onlar burada mutlu mesut yaşarken birden beliriverdiği zamanı anımsıyordu. O şeyin babasını canlı canlı yakmasına şahit olmuştu. Annesi onları korumak için kendini fena etmişti. “Gelirler” demişti annesi, “Mutlaka gelirler. O zamana kadar kardeşini ne pahasına olursa olsun koru.” Uzun zamandır burada birilerinin yardıma gelmesini bekliyorlardı. Ama kimsenin geldiği yoktu. Tamamen yalnız ve savunmasızdılar. İşin en kötüsü kardeşi hastaydı, hem de çok hastaydı. Çok açtı ve zayıf düşmüştü. Bir çıkabilselerdi şuradan. Bir yolu yoktu bunun. Bir şey sanki onları mühürlemişti bu eve. Kaçmaya çalıştıkça daha gömülüyorlardı bu yere.

Her gün sanki daha da kalabalıklaşıyorlardı. Evlerini ellerinden aldıkları yetmezmiş gibi (neydi o kelime? Hıh. Musallat. Musallat diyordu annesi) her gece toplaşıp iğrenç ayinler yapıyorlardı aşağı katta. İğrenç kokan kurtlanmış yemeklerini yerken çıkardıkları ağız şapırtıları ve keskin kahkahaları saklandıkları dolaba kadar geliyordu işte. Hele bir de bazen adını bile bilmediği garip çalgı sesleriyle anlamadıkları bir dilde şarkı söylüyorlardı.

Artık zamanı gelmişti. Odalarının hayaleti tam yanı başlarındaydı.

“Hadi bakalııım. Artık uyku vakti.”

“Baba sen de benimle uyusan olmaz mı?”

“Aaa… Kocaman kız oldun sen. Hem aşağıda misafirlerimiz var. Ayıp olmaz mı?”

“Ama korkuyorum.”

“Nedeenn?” dedi adam sesine tıpkı kızınınki gibi nazlı bir eda vererek. Küçük kız yutkunup kapağı hafif aralık dolaba baktı. Adam kahkahayı bastı. “Birileri televizyon işini abartmış anlaşılan.”

“Hayııırr. Gerçekten,” dedi minik, “Orada birilerinin konuştuğunu duyuyorum.”

“Öyle mi? Ne diyorlar peki?” dedi adam birden ciddileşerek. Pedagojik olarak bu önemli bir an olabilirdi. Belki de kızı ona doğrudan söyleyemediği şeyleri bu şekilde aktarmaya çalışıyor olabilirdi.

“Bilmiyorum” diyerek dudak büzdü kız ve devam etti: “tam anlayamıyorum ama kaçalım diyorlar.”

Adam derin bir nefes alıp kızının elini tuttu.

“Bak canım, çocuklar neden dolaplardan korkar biliyor musun? Çünkü çocukların dolaplarının içinde gerçekten de başka dünyalara açılan kapılar vardır.” Küçük kızın gözleri şaşkınlıkla açıldı.

“Gerçekten mi?”

“Elbette” dedi adam neşeyle. “Ama burada sandığın gibi öyle korkulacak şeyler yok. Güzel peri kızları, prensesler hatta denizkızları var. Umarım dolabını sırılsıklam yapmazlar” diyerek kızını gıdıkladı. Çocuk bir an için rahatlamış göründü ve güldü. “Bunları görebilmek için bir an önce uykuya dalmalısın ki gelip seni zihninin içinde ziyaret etsinler.”

Yavaşça yataktan kalkıp kapıya doğru yürüdü. “Işık açık kalabilir mi?” diye seslendi kız. Adam gülümseyerek arkasını döndü ve, “Gece lamban açık kalsın bi’tanem. İyi geceler.” diyerek odadan ayrıldı.

Ama o gece ne küçük kız için ne de o gece orada bulunan kimse için hiç de iyi bir gece olmayacaktı. Küçük kız başını yeniden dolaba doğru çevirdi. Nefes seslerini duyabiliyordu. Bu gece yorganı kafasına çekip altını ıslattığı o gecelerden biri olmayacaktı. Madem orada uçuşan güzel orman perileri vardı o zaman o da, onlara gidip biraz daha sessiz olmalarını rica edebilirdi. Küçük kız yataktan doğruldu. Minicik ayaklarını aşağı sarkıttı. Dolaba ona çok uzun gibi gelen bir süre boyunca baktı.

Oğlan kardeşine daha da sıkı sarıldı. “Seni” dedi üstüne basarak, “Ne pahasına olursa olsun buradan çıkaracağım.” Küçük kız başını ağabeyinin göğsünden kaldırıp nihayet ellerini yüzünden indirerek ona baktığında kızın gözlerinde hüzün abisininkinde ise kararlılık vardı. Onu daha önce hiç böyle görmemişti. Sanki bir gecede büyümüştü çocuk. Kıvırcık başını iki yana sallayıp dolmuş gözlerini abisine dikti;

“Sensiz hiçbir yere gitmiyorum.”

“Şşş…” dedi oğlan bu kez öfkeliydi. “Ben senin abinim ben ne dersem onu yapacaksın. Sakın bir çuval inciri berbat edeyim deme. Seni buradan çıkaracağım. Sonra da ben gelirim.” Bu bir yalandı. Oğlan asla buradan çıkamayacağını biliyordu. Ama kardeşi yapabiliyordu. Onu burada daha fazla tutmasının anlamı yoktu. Diğer bütün çıkış yollarını denemişlerdi çünkü. Hepsi boşunaydı. Artık ne yapması gerektiğine karar vermişti. Ebeveynlerinin çoktan yapmış olması gereken şeyi yapıp savaşacaktı. Bu gece yalnızca kızıl bir öfke vardı oğlanın gözlerinde. Neden zamanında bunu yapmamışlardı ki sanki? Neden zamanında onları kovmamışlardı. Neden savaşmayıp yok olmayı seçmişlerdi? Şimdi bütün bunları onun yapması gerekecekti. Sadece kardeşi için. Küçük kız dolabın kapağına uzandı. Kapağı açtığında korkuyla büyüyen gözleri ve boğazına düğümlenen bir çığlıkla donakaldı. Son gördüğü şey kaçmaya yeltendiği anda bileğini sıkıca kavrayan ince uzun ve üç parmağı olan mavi bir eldi. Bir anda içeri çekildi kız.

Ertesi gün haberlerde Söğütlü tepede bir dağ evinde doğal gaz zehirlenmesi sebebiyle tamı tamına sekiz kişinin hayatını kaybettiği yazıyordu. Evden tek sağ çıkabilen evin sahibi çiftin yedi yaşındaki kızlarınınsa nasıl kurtulduğu tam bir muammaydı. “Allah korumuş sabiyi” diyorlardı. Küçük kız olay yerindeki ilk müdahalenin ardından hastaneye sevk edilmiş ve burada kendine geldiğinde ilk söylediği kelime “abi” olmuştu. Hastane çalışanları kızın bunu kendilerine seslenmek için söylediğini düşünmüştü. Garibim pek tabii yorgun düşmüş ve kafası da karışmıştı. Bir gecede tüm ailesini kaybetmişti. Kim bilir bundan sonrasında neler yaşayacaktı?

O günden sonra Söğütlü tepe dağ eviyle ilgili pek çok farklı rivayet ortaya atıldı. Evin büyülü olduğundan tutunda, o gece ölen herkesin ruhunun orada hala dolaştığına kadar. Evin makûs talihi sebebiyle müşteri bulmak zor olmakla birlikte, sonunda bulunan birkaç müşterinin de evde kısa süre içinde başına gelen irili ufaklı felaketler, evin üst katıdan geldiğini iddia ettikleri bazı sesler ve evde yaşadıkları huzursuzluk sebebiyle o evde uzun süre kalamamaları da bu söylentileri perçinlemişti.

Bütün bu olaylardan sonra oğlan artık üzülmüyor buranın bekçiliğini yapıyor olmaktan gurur duyuyor ve inceden inceden o yaratıklara korku salmakla eğleniyordu. Ne de olsa burası ona ailesinden kalan yegâne şeydi. Bomboş evin buz gibi soğuk duvarlarından birinin dibinde mağrur bir duruşla eski güzel günleri anarken başarıyı iliklerine kadar hissediyordu. Kardeşini kurtarmıştı. O kapana kısılmıştı ama olsun abiler kardeşleri için her şeyi feda eder. Sonuçta o da evinin yeniden efendisi olmuştu. Burada yaşadığı her an ona sabırlı olmayı öğretmişti. Burası onun ait olduğu cehennemiydi. Bir gün mutlaka bu kapılar ona da açılacaktı. O zaman tek tek bütün o vahşilerden, dağılan ailesinin ve elinden alınan çocukluğunun intikamını alacaktı.