Öykü

Haçkali Konak’taki Lağım

Anadolu’nun ortasında çok eski bir taş bina vardı. O kadar eskiydi ki civar köylere ilk Türkler yerleşmeden önce bile sakinleriyle birlikte oradaymış. Zavallı İhya da o sakinlerin en genciydi. Beni Ayakapı’daki eski kahvehanede, bir berberin kucağına uzanmış buldu. Boynumdaki ustura ve dudaklarımdaki köpüklere rağmen yardım edeceğimi söyledim.

“Buradan kaç günde gideriz?” diye sordum. Hemen sevindi. Usta sakalımı bir hamlede temizledi.

“Bir hafta en fazla. At ayarladım ben.” dedi. “Yalnız şey, bende metelik sıkıntısı var, Unkapanı’na dönünce ödese…”

“Sen Boyacı Yusuf’un tanıdığı değil misin?”

Başıyla onayladı. “Tamam benim ona borcum vardı. Ödemiş olurum işte.” diye kestirip attım. İki gün sonra yola çıktık. Anlaşılan vakitte Haçkali’de atları satıp evine kadar yayan vardık.

Hakikaten eskiydi. İstanbul’da çok mimar tanıdığım vardı. Bana kadimden beri çeşit çeşit tarzda ev, hastane, han biçimi gösterirlerdi. Ama bu kadar geniş, girintili çıkıntılı duvarları veya kızıl süslü çatıları onlar da görmemiştir. Sekiz büyük burç birbirlerine farklı katlardan kavisli köprüler ve işlemeli merdivenlerle bağlıydı. Yandaki dereye kadar uzanan su kanalları bile vardı. Bu saray yavrusu konağı nasıl oldu da başkasına kaptırmadıklarını ancak ikimiz biliyorduk.

Beni ilk abisi ve amcasıyla tanıştırdı. Sıcak insanlardı ama gözlerinde nesiller boyu biriken içine kapanmışlık ve ürkekliği fark ettim. Girişteki burçlardan birinde sofraya oturduk. Ablaları ve yengesi ayran aşı ve fasulye çorbası koydu önümüze. Onlarda ürkeklikten çok kızgınlık ve yılmışlık vardı. Bir gariplik de hepsinin çehre hatlarının üç aşağı beş yukarı İhya’ya benzemesiydi. Yemekten sonra çömlekler kalktı ve buharı tüten sıcak bir kazanı önüme koydular. İhya bana endişeli baktı ama içini rahat tutmasını söyledim. Buradan sonrası benim uzmanlığımdı.

Fenerleri ışığı kendiliğinden kısıldı, oda buz gibi soğudu. Buhar bir anda şekil kazandı ve tepemizde üç çirkin baş belirdi. Başlardan en büyüğü İhya’ya döndü.

“Eee İhya…İyi sürttün iki sene evin dışında. Bir şeyler öğrenmeyi becerdin mi şu İstanbul’da.” dedi berbat sesiyle.” İhya dik bir şekilde oturmaya çalıştı.

“Biraz öğrendim Cefil Dede. Bana yardım etsin diye bir dostumu da getirdim sakıncası yoksa.” diyerek beni işaret etti.

“Kimsin?” dedi baş.

“Duvarcılar esnafından Harun’um.” diye yalan söyledim.

“İşini ne kadar biliyorsun?”

“Geçen Teşrinievvel’de icazet aldım.”

“O ne biçim oluyor?” diye sesini yükselterek sordu.

“İşimi iyi biliyorum demek oluyor.”

“Peh! Bir hafta veriyorum sana. Uzatırsan Kakko’yla Riza’ya büktürürüm ciğerini” dedi. Diğer iki baş alay edercesine bana baktılar.

Yüzümü korkmuş gibi tutmaya çalışsam da içimden sırıttım. Boynumdaki gül özlü taş varken ciğerlerime yaklaşamazlardı bile. Kabul edercesine başımı sallayıp buharın dağılmasını gözledim. Ev ahalisinin yüreği rahatlamıştı. Biraz benimle konuştuktan sonra odalarına çekildiler.

Sabah kalkınca İhya bana duvar için yalancıktan harç hazırlamaya yardım etti. Konuştuğumuz gibi konağın en uç noktasına koştu. Sonra bağırışını duydum. Ablaları koşa koşa mutfaktan ellerinde kazanla o yöne gittiler. İçimden bir saat dakikliğinde saymaya başladım, bu kısım pek önemliydi. Döndüklerini görünce yanlarına gittim.

“Bana da kazan lazımdı. Sizin şu hayaletle konuşmam lazım. Danışacağım şeyler var.”

Hayretle baktılar. “Bugün niye böyle oldu, İhya da demin bir şey soracağım diye Cefil’i çağırttı. Adam gelince de sorusunu unuttuğunu söyledi, bağırdı bize de. Seninki önemli mi bak öne göre.”

Önemli olduğuna güvence verdim. Kazanı tekrar kaynar suyla doldurdular. Biraz vakit geçince Cefil’in somurtuk çehresi belirdi. Diğer iki baş yanında yoktu.

“Ne oldu lan usta. Hani benim duvarım.” diye bağırdı. Kızlar gergince bize baktılar. İşaret parmağımla çatlaklar ve eksik tuğlalar üzerinden geçtim.

“Buranın harcını neyden yaptın, ona göre kum ekleyeceğim ki sonra beğenmeyip yarenlerine ciğerimi büktürtme.” dedim.

“Yukarı tepeye çık oradan 6 bakraç kızıl toprak al içine de şu bahçede kuyudan tatlı su çek, karıştır. Sonra 17 yumurta kır, kabukları ezip kıvamlanana kadar karıştır.” Dediklerine kulak vermedim. Ona aydınlanma yaşamış gibi bakarak anladığımı söyledim.

“Altı günün kaldı ustaaaa!” diye haykırarak başımdan gitti.

Kızlar mutfağa dönerken içimden “Seninse bir tek bu günün kaldı.” dedim.

250 saniyeydi. Bu akşam köklerini kazımak için bu kadar sürem vardı.

İhya ve abisiyle göstermelik birkaç kova kızıl kum alıp içeri taşıdık. Akşam olunca harcı yarın hazırlayıp zamanında bitireceğimi söyledim. Yatmaya gittiler.

* * *

“Buralara niye koymuşlar, toprağa gömseler kimse bulamazdı.” diye sordu İhya elindeki feneri dar lağıma tutarak.

“Büyü işleri böyle pistir maalesef. Tılsımların devamlı çürümüş şeylerle teması olmazsa kuvvetleri kağşar, ruhları bağlayamaz hale gelirler.”

Lağımın eğimli zemininde sürünmeye devam ettik. Bir yandan da elimi çürük zerzevat ve bok içine daldırmıştım. Arkamdaki İhya da bir eliyle burnunu ve ağzını kapamış bana yardım ediyordu.

“Dayan kardeşim. Kokudan bayılacak gibi olursan bana söyle. Ben alışkınım bu vaziyetlere” dedim.

“Yok abi dayanıyorum. Bitsin artık bu çile. Bizimkileri de alıp Yeniköy’e göçmek istiyorum ben artık.”

“Birlikte evin dışına çıkmanıza müsaade yok mu?”

“Hayır, en çok iki kişi. Üstüne bir de tehdit ediyorlar. Hepinizi çarparız, ciğerlerinizi yırtarız diye.”
Gözleri sulandı.” Babamı bile sakat bıraktılar onlara karşı çıktı diye. Geçen yaz vefat edene kadar biz baktık.”

“Yaparlar. Sihre bulaşandan her şeyi beklerim ben. Torununun torunu da olsan acımazlar sana”. O an elime sert bir şey temas etti. Hemen çıkarıp fenere tuttum. Dışını kaplayan kerpiç tabakayı tırnaklarımla kazıdım. Anavarza işi tılsım, oymalarından belliydi. Biraz daha dipleri arayınca bir çukurun içinde diğer ikisini de buldum. Gerisin geri dehlizden çıktık. İhya derin bir nefes alıp köşeye yığıldı. Şimdi ne yapacaksın dercesine baktı.

“250’den geriye saymaya başla, acele etmeden say.” dedim ve oymaları çakımla tahrip etmeye başladım. Ben oydukça ısınmaya başladı ve yeterince bozulunca tıslayarak çatlayıp üç parçaya ayrıldı. Hemen diğerine geçtim ama kerpici soymamla içimden küfretmem bir oldu.

“120,119…Ne oldu?”

“Demirden bu, çakıyla kazıyamakla olmaz. Bunu eritmemiz lazım” dedim telaşla. Yukarı kattan sesler geliyordu, hayaletler işe uyanmıştı…

Şansıma üçüncü olan ilk oyduğum gibi tahtaydı. Endişenin bana verdiği gücü kullanıp çakıyı tam ortasına saplayıp çatlattım. Biraz zorlayınca tıslayarak parçalandı.

Tam rahatlamışken Cefil geldi.

Buhar olmayınca yüzünü görmek zordu ama fener ışığında seçebiliyordum.

“Siz onları nereden buldunuz! İhya oğlum yakala şunu!”

İhya’nın önüne geçip onu duvara yaklaştırdım. Kolyemi gömleğimin içinden çıkarıp “İhya hiç bozma. Bir halt yapamaz.” dedim.

Gözlerimi Cefil’in silüetine diktim.

“Sen umduğumdan bir tık akıllı çıktın. Yarenlerinin tılsımı adi işi ama kendininkine bayağı emek harcamışsın.”

Sessizlik.

“Çık evimden. Onu da yerine bırak. Söz sana bulaşmayacağım.” dedi.

Kuyruğunu kıstırmıştım, pazarlığa gönül indirdi.

“Senin gibilerin sözlerini iyi biliyorum. Aklınız sıra dünyaya kazık çakmaya çalışıyorsunuz. İğrenç sihrinize de çocuklarınızı alet ediyorsunuz. Kaç asırdır bu aileyi burada esir ettin ha!”

“Ben bu konağı yapmak için çok para harcadım, ömrümün yarısını verdim. Harabeye dönmesine hangi ahmak izin verirdi?”

“Beni iyi dinle. Şimdi İhya yukarı çıkacak, ailesi de pılını pırtını toplayıp gidecek. Ben de karşılığında bunu…” tılsımı baş hizama getirerek “… emin bir yere götüreceğim. Eritmeyeceğim ama saklayacağım, senin ruhun da bu dünyada ne yaparsa yapsın karışmayacağım.”

“Evime kim bakacak ondan sonra?”

“Bundan sonra kim isterse gelsin. İster paşalar otursun ister harabeye dönsün. Seni alakadar etmez. Anlaştık mı?”

Haykırarak üzerime atıldı. Gül taşının yakınına gelince çarpılıp tam tersi istikamette savruldu. Şekli ezilip bozuldu. Toparlanmaya çalışırken tekrar ettim.

“ANLAŞTIK MI?”

* * * 

Evdeki bütün yorganlar, testiler, çanaklar, çömlekler toplandı. Elbiseler bir hurca doldurulup birkaç gün yetecek erzak sırtlandı. Civar köylerden iki katır kiralandı. İhya ve ailesi ömürlerinde ilk kez konağın dışında bir araya geldi. Bana tek tek teşekkür edip sarıldılar. Onlara Haçkali’deki hana kadar eşlik ettim. Orada bir at kiralayıp veda ettim.

Birkaç gün sonra Cefil eyerin ucunda cılızca belirmeye çalıştı.

“Neresi burası. Nereye koyacaksın beni.”

“Sabret, seni çok anlamlı bir yere götüreceğim.”

Bakır renkli bir kartal dağların üzerinde kavisler çizdi. Dikenli çalılar tozlu rüzgârda titredi. İlerde Akçasaz ucunu gösterdi. Atımı kıyısına çektim.

“Burayı tanıdın mı Cefil Dede!”

Silüeti sıcakta tüten çamurda belirdi.

“Hayır, nereye geldik?”

“Aaa insan hiç meşhur Akçasaz Bataklığını bilmez mi. Senin zamanında bile vardı buralar. Tılsımlarınızı da burada yapmadınız mı?”

“Ben büyüden anlamam. Parasını verdim o karı da işini yaptı. Buralı mıymış ki?”

Biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Eğer kafamdaki hikâye tutsaydı çok manalı bir adalet olacaktı.
“Neyse! Manalı işleri hiç beceremedim zaten.”

Dedim ve ellerimle yere derin çukur kazdım. Çamur yumuşaktı, sineklerin çokluğuna bakarsak bataklığın daha da büyüyeceği kesindi. Uzun yıllar buraya kimse yaklaşamazdı.Tılsımı dibe yerleştirip üstünü kapattım.

“Bu mu o çok övdüğün yer, götür başka yere koy beni!”

Elimi elveda dercesine sallayıp atımla yola koyuldum arkamdan ettiği küfürleri duyamayacak uzaklığa gelene kadar dörtnala sürdüm. Yeterince uzaklaşınca öyle bir kahkaha attım gibi attan düşecek gibi oldum.