Önce kendimi tanıtmalıyım. Adım Remzi, Devlet memuruyum. Dairemi ise izin verirseniz söylemeyeyim. Yarışmanın bu ayki konusu ilgimi çekti ve beni yıllar önce yaşadığım inanması güç o günlere götürdü. Bu vesileyle o günleri yâd etmek ve yaşadıklarımı sizlerle paylaşmak istedim. Yeri gelmişken bilmeniz gereken bir başka nokta içki ve sigara ile ilgim olmadığıdır. Bunu niye söylediğime gelince; aşağıda derlemeye çalıştığım bu yaşlı adamın anlattıklarını okudukça alkol veya uyuşturucu etkisinde olduğumu düşünmenizi istemem. Neyse bu girişten sonra olanları anlatmaya başlayayım
İ..İlinin uzak ve kuytu bir ilçesinde; ilçeye bağlı bir kasabada geçiyor anlatacaklarım. Tarihi oldukça eskilere dayanan, evliyalarıyla, yatırlarıyla meşhur bir kasabaydı burası. Evlerinin bitişik sokaklarının dar ve alabildiğine yeşil bir kasabaydı. Daha kasabayı uzaktan gördüğünüzde zaman tünelinden gerilere çok gerilere geldiğinizi düşünürdünüz. B…’ye yıllardır gitmedim şimdiki halini bilemem ama seksenlerin başında böyleydi. Çevreden, hatta uzaklardan insanlar buraya kurban kesmeye ve hayır işlemeye gelirdi. İşte aşağıda yazılan belki de yaşlı beyninim abarttığı olaylar, yaşadıklarım geçici bir görevle gittiğim bu yerde oldu.
12 Eylül darbesinin hemen akabinde ki günlerdi. Bir tür sürgün veya geçici görevli olarak gelmiştim. Henüz birkaç gün geçmişti göreve başlamamın üzerinden. Onu ilk defa o zaman pazaryerine hemen bitişik olan harabelerin orada gördüm. Harabeler diyorum çünkü burası kasabanın ihmal edilmiş bölgelerinden biriydi. İki katlı kocaman bir konak yavrusu vardı o mahallede tek işe yarar bina. Taa kurtuluş savaşı sonrasında yaşanan mübadele döneminden kalma bu mahallede oturan olmadığı ve evlere de sit alanı olduğundan onarım izni verilmediği için viran bir şekilde duruyordu her şey Dar kaldırımın kenarına kurulmuş, ayakları sallanan tahta masada, bir esnaf lokantasında öğle yemeklerimi yiyordum. Yatacak yer olarak da handan bozma bir otelde –tek otelde- kalıyordum. Öykümüze konu olan adam yolun karşısında uzun beyaz sakalı kamburlaşmış sırtıyla öylece orada duruyordu. Uzaktan baktığımda yaşamın bütün yükünü sırtında taşıyor havasındaydı. Bakışlarım metrelerce uzaktan kendisini rahatsız etmiş olmalıydı ki kafasını kaldırıp olduğum tarafa baktı. Gözleri hedefini şaşırmayan bir ok gibiydi, onca kalabalığın arasında beni bulmuştu. Başımı eğmek yemeğimi aceleyle bitirmek zorunda kalmıştım.
Kahvemi içerken fikrim değişti. Cesaretimi topladım. Orası bir Pazar yeriydi ve civar köylerden yığılan halk alışveriş etmeye çalışıyordu. Üstelik yaşlı başlı, ak saçlı ve aksakallı biri bana ne yapabilirdi. İlgisiz bir tavır takınarak pazarı dolaşmaya başladım. Sergilerin önünde duruyor esnafla bir iki kelime de olsa konuşuyordum. Mecbur kalırsam selam verecektim ama niyetim hedefin etrafında dolaşmak sonra ne yapacağıma karar vermekti. Pazarın o tarafı bitpazarını andırıyordu. Daireden biri görse adım çıkacaktı daha çevre edinmeden ama geniş bir çember çizerek bakınıyordum. Duvar boyuna sıralanmış derme çatma tezgâhlarda bir sürü ıvır zıvır vardı. Kullanılmış çakmaklardan tutunda bir bacağı kopmuş bebeklere kadar eski plastik kaba saba oyuncak otomobillere, kamyonlara kadar her şeyi bulabilirdiniz. İyice yaklaştığımı düşünerek tezgâhın birine eğildim. Karton kabı ıslanmış kurumuş sayfaları sararmış bir kitapçık görünce elime aldım. Hedefimin yönüne hafifçe dönerek bir yandan elimdekini inceliyormuş gibi yapıyor bir yandan da birkaç metre ötedeki tezgâhı kontrol ediyordum. Yaşlı adam sergisinin başında değildi. Katlanır masaların birinin üzerine mallarını sıralamıştı. Bir gece lambası, bir iki el feneri, birkaç ampul, üç beş şamdan, piller ve pirinci andıran bir sarı metalden yapılmış masallardan çıkmış gibi duran bir kandil vardı. Kandil ya da yağ lambası tablanın ortasına konulmuş dekor ona göre yapılmıştı sanki. Birden irkildim. Omzuma bir el dokunmuştu. Dönüp baktığımda ensemdeki tüylerin dimdik olduklarını hissettim.
“İlgilendiğin bir şey varsa yaparız bir şeyler” dedi. Adamın yüzüne baktım. Uzaktan bin yaşında gibi gösteriyor olsa da yakından bakınca hoş bir yüzü vardı, hatta sevimli bile sayılırdı. Muzip bir şekilde gülümsedi. Korkma pahalı şeyler değiller” dedi. Teklifsizce koluma girdi. Herkese karşı mesafeli olan ben ne olduğunu anlamadan adamın tezgâhına doğru yürüyordum. Önce şamdanları gösterdi. Romantik olabileceğini anlattı. Ardından El fenerlerinin birini bırakıp diğeri aldı. Işığını gözlerime tutarak çalıştıklarını gösterdi. Başyapıtını en sona sakladığı belli oluyordu.
Olağan üstülükler o bakıştan sonra başlamıştı. Sanki zihinsel bir radarın alanına girmiştim. Tek başıma kaldığım bekâr evimde rahat değildim artık. Bir ara perdeyi aralayıp baktığımda kendisini sokaktan geçerken görmüştüm. Ertesi günü yani pazar ertesi günü her zaman öğle yemeğini yediğim esnaf lokantasında geldi buldu beni. Hiçbir şey söylemeden karşıma oturdu.”Baba yemek söyleyeyim teklifimi de reddetti. “Kahve içelim” dedim Onu da kabul etmedi. Dedim ya radara yakalanmıştım ve zihnimi örtecek perde kalmamıştı sanki. Dakikalarca oturdu masada. Ne iş yaparsın diye sordum “Ivır zıvır satarak hayatımı idame etmeye çalışıyorum” dediydi. Yalan söylediğini ya da bir şeyler gizlediğini ima eder gibi yüzüne gülümseyince de “Çakalların padişahının peşindeyim” demişti. Ne anlama geldiğini sonradan öğrenecektim. Başkaca konuşmadık, sadece yemeği nasıl yediğimi izledi. Ama o an zihnimin didik didik edildiğini daha sonra anlayacaktım.
Gece tipik bir yaz gecesinin tüm özelliklerini gösteriyordu. Dolunay yükselmiş, kasabayı ışıklarıyla aydınlatmaya çalışıyordu. Kurbağalar uzaklardan, su birikintilerinden gecenin senfonisine ayrı bir tat katıyorlardı. Tabiat bütün coşkusuyla yaza hazırlanıyor gibiydi. Bu ahengi bozan tek şey iser uzakta mı yoksa hemen aşağıda sokağın köşesinde mi olduğu belli olmayan çakalların ulumalarıydı. Ben, köhne otelimde üzerimde dolanan ayak sesleri nedeniyle uyuyamıyordum. Gündüz yaşadıklarım ve işlerin yoğunluğu epeyce yormasına rağmen göz kapaklarım kapanmamakta ısrarcıydılar. Bir duvardan diğerine uzanan ayak sesleri beynimde yankılanıyordu adeta. Otelin en güzel odasında kalan bir yabancıydı. Sanırım oda benim gibi bir misafirdi ama kendisini bir kere merdivenlerde görmüştüm. Birkaç akşamdır yaptığım gibi üst odanın boşalıp boşalmadığını sorduğumda aldığım yanıt yine aynıydı. Şişman, şişe dibi gibi gözlükleri olan otelci “Kral dairemizin müşterisinin dışarı çıktığını görmedim” diyordu. O adam gecenin bir yarısında uyutmuyordu beni. Dakikalarca, saatlerce başımın üzerinde dolanıp durdu. Allah için öyle sert darbeyi andıran ses yoktu. Oda halı kaplanmış olmalıydı. Yine de yorgun bir zihinde ve uykusuz bir gecede dalga dalga katlanarak çoğalan seslerdi o ayak sesleri. Sonra kapının açılıp kapanma sesi anımsıyorum, ne kadar oldu bilmem ama dalmışım.
Ne zaman daldığımı anımsamadığım gibi ne kadar uyuduğumu da bilmiyordum ki gecenin sessizliği yırtan bir çığlıkla uyandım. Size söylemediğim, söylemek istemediğim görevimden dolayı bu tür esrarengiz işler beni ilgilendiriyordu. Hiç ilgim olmasa da ölüyü yattığı yerden zıplatacak kadar güçlü bir sesti. Hızla odadan çıktım merdivenleri koşar adım indim ama ortalığın sakinliğini görünce afalladım. Çığlıktan ortalık yıkılıyordu ama ne gariptir ki herkes derin uykudaydı. Otelin bulunduğu Kasabanın tek caddesine bakan evlerde ya ışık yoktu veya gece lambalarıyla aydınlanmaya devam ediyordu. Sesi hala duymasam kâbus gördüğüme inanacaktım. Evet, biraz daha ayrımsamaya başlamıştım. Bir kız çocuğu bağırıyor olmalıydı. Biraz yukarı biraz aşağı yürüdüm cadde boyunca ama insanlar hala inadına uyumaya devam ediyorlardı sanki. Bir anlık tereddütten sonra yukarı doğru koşmaya başladım.
Yukarı mahallede de küçük, sevimli bir camii vardı. Ne kadar eski olduğunu kasaba sakinlerinin bile bilemeyeceği ahşap bir camiydi. Gündüz saati gittiğinizde bu kadar güzel ve sevimli bir caminin başka yerlerde olamayacağını bilirdiniz. Küçük bir avlusu ve her camide olduğu gibi avlusunda musalla taşı vardı. Adımlarım beni oraya o eski camiye götürüyordu. Nefes nefese kalmıştım. Yarı taş yarı toprak yolu çıkarken duyduğum sesin inlemeye dönüştüğünü fark ettim. İnlemelere garip bir şarkı eklendi. İşte o zaman karanlıklar içerisinde ki gölgeyi fark ettim. Kollarında taşıdığı bir nesneyi ağır adımlarla taşıyan ufak tefek gölge musalla taşının önünde durdu. O zaman taşınanın bir nesne değil bir beden olduğunu fark etmiştim. O zaman daha ilk geldiğimi gün duyduğum olay aklıma geldi. Bir çocuk kaybolmuştu ve tüm aramalardan sonra kırlıkta cansız olarak bulunmuştu. Vücudunda ne bir yara izi vardı ne de bir kesik. Bir şey tüm hayatını çekip almış gibiydi. Üstelik bu sabahta yani bu uğursuz gecenin başlangıcında da bir kayıp şikâyeti daha gelmişti. Yine beş yaşında bir kız çocuğu kaybolmuştu. Kim veya ne ise durdurmalıydım. Bağırdım.
Gölge benden taraf dönünce hemen tanıdım kim olduğunu. Bir öğlen boyunca yemek yerken beni izleyen elini omzuma atıp tezgâhının başına götüren “Çakalların padişahının peşindeyim” diyen yaşlı adamdı. Dudakları kıpır kıpırdı, dua ediyordu. Ne yapmak istediğini bilemesem de tahmin edebiliyordum. Bir kurban töreninin ortasındaydık ve ben engel olmalıydım. Elimi belime attığımda beylik tabancamı otelde yatağımın başucundaki formika komedinin üzerinde bıraktığım aklıma geldi. Tam bağırmak üzereydim ki bahçenin diğer yanında duvarın hemen dışındaki iri yarı diğer gölgeyi fark ettim. Gecenin karanlığıyla bütünleşmiş gibiydi. Koyu renk takım elbisesinin içerisinde yalnızca bir kere otelin merdivenlerinde gördüğüm üst kat komşumu tanımıştım. Karanlıktaki heybeti ürkütücüydü, simsiyah bir ışık kendisini aydınlatıyordu sanki. Bir yaban ayısından daha iri gözüküyordu. Birden adam titreşmeye başladı. Önce sıcak bir sobadan çıkan ısı dalgaları gibi karanlığın içerisinde hemen dağılıverecekmiş gibi kıpırdanıyordu. Titreşme çoğaldı artık rüzgârlı havada dans eden mum alevi gibiydi. Anlaşılmaz şekilde bağırıyor böğürüyordu.
“İhtiyar” dedim. O zaman yaşlı adamın adını bilmediğim aklıma geldi. Söylemiş ben mi unutmuştum yoksa söylememiş miydi hatırlamıyorum. Ama giderken daha doğrusu karanlıklara karışırken seslendiğini biliyorum. “İhtiyar bırak çocuğu “ diye bir kere daha bağırdım. Adam bana doğru döndü. Bel boyuna anca gelen duvarı aşıp aşmamayı düşündüm. Neler olduğunu hala anlayamamıştım.
“İçeri gel evlat” dedi. O saniye yanımda peydahlanan simsiyah gölgeyi gördüm. “Burası tanrının evi, burada güvendeyiz” dedi Yaşlı adam. Bir dakika önce karşıda bağıran, böğüren gölge yanımda bitivermişti, şimdi iğrenç nefesini hissettirecek kadar yakınımdaydı. Ortalığı dondurucu bir soğuk kaplamıştı. En berbat gününde bu kadar soğuk olamazdı doğunun dağ köyleri. Yaşlı adam küçük bedeni musalla taşında bıraktı o yaşına rağmen koşarak yanıma geldi. Beni duvarın üzerinden içeriye caminin avlusuna çekti. Avını elinden kaçıran vahşi hayvanın ulumasını andıran ses tepelerde yankılandı. Cevap olarak çakalların ulumaları duyuldu yakınlardan. Çakmak çakmak gözler titreşen varlığın hemen yanında parıldıyordu. Ulumaları duyan vahşi hayvanlar inmişlerdi düze. “Ayet el Kürsiyi biliyorsan okumaya başla” dedi. Yaşlı adamın ne demek istediğini anlamıştım ve sadece ayet el kürsiyi değil bildiğim bütün duaları okumaya başlamıştım. Gölge daha fazla titreşerek bağırmaya devam ediyordu. Yaşlı adam bir yandan kız çocuğunu kucaklamış diğer yandan dualarını yüksek sesle okumaya başlamıştı. Elinde tuttuğu pirinç kandili o vakit fark ettim.
Aşağıdan, kasaba yönünden sesler gelmeye başlamıştı. Kafamı çevirip bakınca yolun alt başından gelen uğultuyu ve meşalelerin ışıklarını gördüm. Ahali yattığı ölüm uykusundan uyanmış olmalıydı, bir parça olsun içim rahatladı. Uzaklarda bir yerlerde horozlarda ötmeye başlamıştı. İri gölge bir vakumla çekilir gibi yoğunlaşmaya ve pirinç lambanın içene doğru akmaya başlamıştı. Uzak Sanki ovalarda beliren hortum gibi ekseni etrafında dönüyor karanlıkta ışıldamaya başlayan pirinç lambaya doğru akıyordu. “Üşüyorum” dedi zayıf bir ses. Soğuk taşta yatan küçük kız uyanmıştı. Yaşlı adam bir saniyenin küçük bir kesrinde ona doğru dönüp bakınca denge bozulmuş, varlık kontrolü tekrar ele almıştı. Ve yoğunlaşan duman dağıldı o an fark ettirmeden duvarın dibine yaklaşmış çakalların birine yöneldi. Birkaç saniye içerisinde burnundan içeri aktı. Yaşlı adamla vahşi çakal göz göze geldiler. Yüzyıllardır süren bir savaşın iki düşmanı yine yenişememişlerdi. Hayvan, uzun kulaklarını geri attı kafasını gökyüzüne dikti ve ulumaya başladı. Çocuk iyice uyanmış ağlamaya başlamıştı. Yanına koştum. Üzerimdeki ince hırkayla çelimsiz bedeni sardım. Kalabalık artık göz erimine gelmişti. Yaşlı adam bana dönerek “Bu defa da o kazandı ama ikinci kurbanını alamadı” dedi. Elinde tuttuğu pirinç nesneyi cebine soktu ve caminin gölgesinde kayboldu. İhtiyar bari adını söyleseydin” dediğimde “Alâeddin” dedi karanlıklar içerisinden.
O sabah eski görev yerime dönüş kararnamem gelmişti. Küçük çocuğun ailesinden aldığım övgüleri ve Kasabada bir kahraman olduğumu söylememe gerek yok tabii. Yıllarca bu yaşadıklarım beynimin içerisinde yer etti. Neler olduğunu anlamaya çalıştım. Vardığım nokta Lamba Cininin hala yaşadığı, içgüdüsel olarak yaşamını sürdürmek istemesi ve Alâeddin’in onu tekrar eski şişesine tıkmak için çabaladığıydı. Eğer bir gün yolunuz B… Kasabasına düşerse kayıp kızı ve Memur Remzi’yi sorun; anlattıklarımı doğrulayacak ve olanları hatırlayacak birileri belki hala vardır.
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Merhaba,
Hikayeniz çok güzel ve sürükleyiciydi. Ufak tefek dilbilgisi hataları vardı gerçi, ama akışı baltalayacak kadar da çok değil.
Sadece uyurken yanında silah bulunduran bir adamın bir çığlık duyduğu için dışarı çıkarken silahını yanına almaması bana biraz garip ve çelişkili gibi geldi.
Bunun dışında öykünüzü beğendim. Kaleminize sağlık.
Merhaba,
Öykünüzü oldukça beğendim, ellerinize sağlık. Ancak bana çok sürükleyici gelmedi ne yazık ki. Dört sayfa olmasına rağmen yirmi dakikada bitirebildim. Bu benden kaynaklanıyor olabilir, yaz sıcağında cam kenarında araba gürültüleri eşliğinde okumak biraz yorucu oluyor. 🙂
Bazı küçük yazım yanlışları vb. vardı ancak her öyküde olabilecek şeyler.. Özgünlüğünün ne kadar olduğunu bilemeyeceğim, itiraf edeyim Alaeddin’in Sihirli Lambası’nı okumadım. Ancak kurgu bakımından yine de iyiydi. Ellerinize sağlık ve tekrar teşekkürler.
Galaxie ye ve Bars Elsaya teşekkür ediyorum okudukları ve değerlendirdikleri için.
Evet uyurken bile silahını başucunda bırakan biri dışarı koşarkende silahını almalıydı. Hata…Büyük hata.
Bars Elsa içinse sürükleyici bulmamasına üzüldüm. Laf aramızda binbirgece masallarını ve özellikle Alaaddinin öyküsünü okumadım. Kulaktan dolma bilgilerle hareket ettim. Ana fikir şuydu Alaaddin yaşıyor olsaydı yani bir Hızır gibi İlyas gibi yaşıyor olsaydı ne olurdu. Cin de geldiği bu yabancı dünyada insanlarla nesıl geçinebilirdi.
Bu aslında daha uzun soluklu bir hikaye olabilirdi. -Hala olmaması için bir neden yok- Ama her zaman uzun olursa sıkıcı olur mu endişesini taşıdığımdan ifadede zorlanıyorum.
Selamlar,
Daha önce de birkaç öykünüzü okuma şansına erişmiştim. Hiç şüphe yok ki bu aralarında en çok sevdiğim hikaye oldu. Aleaddin’in sihlrli lambası masalına getirdiğiniz alternatif bakış açısı fikrini cidden beğendim.
Ufak tefek yazım ve tırnak hataları çıkıyor karşımıza ama çok da mühim değiller. Hepimizin zaman zaman yaptığı şeyler…
Kayıp kızlar meselesini daha önce okuyucuya yansıtmanız daha iyi olabilirmiş fikrimce. Remzi’nin bu görevi çözmek için kasabaya geldiğini ima etmesi vs. olaya daha farklı ve güzel bir tat katabilirmiş.
Bunlar haricinde gayet güzel, akıcı ve sürükleyiciydi. Kaleminize sağlık.
Sevgili mit:
Okumana ve beğenmiş olmana çok sevindim. Yazım hataları eskiden beridir en büyük derdim. Düzeltmeye çalışıyorum ama olmuyor. Son çare “o kadarlık kusur oluversin” diyorum.
Fikrini beğendim. Keşke Remzi beyi o kayıp kızları araştırmak için görevlendirmiş olsaydım. Sakıncası ise böyle küçük kasabaların hep sırları vardır kol kırılır yen içinde kalır hesabı. Yazmaya ilk başlarken sürgün memur fikri daha cazip gelmişti. Eleştirine teşekkür ederim…