“Haydi, çıkar maskeni,” dedi kızıl maskeli adam.
“Yapamam,” dedi kara maskeli kadın. Ardına bakmadan çekip gitti, sakil adımlarla.
***
Günlerin sığ fikirlerle örtülü olduğu, insanların kendilerini mutlak biçimde müsavi hissettiği bir çağ yaşanmaktaydı. Hakikatin bir kova sidik nezaketinden aşağılık olduğu tükenmez vakitler.
Kızıl maskeli adam, şafağın erken saatlerinde zamanında öten bir horozun sesiyle kasvetli bir günün ılık sabahına gözlerini açtı. Maskesi az da olsa yana kaymıştı, düzeltti. Geceden beri yanan mumu söndürdü ilk iş olarak. Pas tutmuş pencereye yaklaştı ve dışarıyı seyre daldı. Neredeyse kasabadaki tüm insanlar kalkmıştı. Gün erken doğardı bu topraklarda. Eksiksizlerdi, maskeleri özenli bir biçimde takılmıştı. Kahve, turuncu, pembe, böğürtlen, karaçam ve daha bir sürü çılgın ahengin oluşturduğu renk cümbüşü. Maskeleri ışık ve neşe saçıyordu. Peki ya düşünceleri, düşünceleri hangi ahenkli rüzgârda dans etmekteydi. Kim bilir belki de herkes ölüydü. Yaşamın sonrasında, yaratıcının pastoral tablosundaki panayırda palyaçoluk yapıyorlardı.
Eskimiş ceketini sırtına geçirdikten sonra kahvaltı edebilmek üzere hana doğru yola çıktı.
“Merhabalar, Bay Kızıl,” dedi toprak rengi maskeye sahip bir kadın. O kadar hızlı geçmişti ki adam cevap veremedi. Bir ismim yok benim, diye düşündü. Ne acı. Bir maskem var benim, diye düşündü. Ne büyük teselli.
Hanın kapısını itekleyip içeriye girdi. Boş bir masaya oturmadan önce hancıya seslendi. “Selam olsun sana Bay Gökmavi.”
“Sana da selam olsun Bay Kızıl,” dedi hancı. “Ne istersin?”
“Sebzeli çorba. Bir de kızarmış susamlı pekmezli ekmek,” dedi kızıl maskeli adam. İnsanlar adet olduğu üzere ilk öğünlerini handa açarlardı. Etrafına göz gezdirdi. Köşedeki masada camgöbeği maskeli bir adam vardı. Bay Camgöbeği, lanet olsun ona. Maskesi gülüyordu. Dilinden dökülen sözler ise zehir saçmaktaydı etrafına. Ne büyük bir karmaşa. İtibar edilmesi gereken hangisiydi acaba. Maske, diye düşündü. Halk maskeye saygı göstermekteydi. Bir çılgınlık yapmak istedi. Elini maskesine götürdü ve çıkarmaya çalıştı. Herkes sustu ve onu izledi. Yapamadı. Gerçekliğin esrarengiz yüzüyle karşılaşmaya cüret edemedi. Derler ki maskesini çıkarıp gerçeklerle yüzleşen kişi artık ölü bir kişidir. Han tekrardan eski gürültüsüne kavuştu. Bir çiftçi vardı. Kucağına bir fahişe almıştı. Yüzü, çetin ve tavizsizdi. Sanki kucağına bir panter almış gibiydi. Gerçek duyguları ne ola ki. Yan masada yaşlı bir çift oturmaktaydı. Onları dinlemeye koyuldu.
“Nedensiz bir ölüm müdür bizi bu kadar korkutan ya da boşa geçen bir yaşam? Her şeyin çöpe gideceğini varsayarsak nedir bu kendini tamamlama çabası? Mutlu bir yaşam? Hayır, sanmıyorum,” dedi menekşe maskeli adam.
“Mutlu bir yaşamdır bizleri özgür ve cesur kılan. Güzel deneyimlerdir ruhumuzu terbiye edip sağlıklı bir şekil veren. Okyanus sahilinde serbest bir şekilde delicesine koşup ayağının altında ıslak kumları hissedip nefesinin alabildiği kadar havayı ciğerinde toplayan birisine tahmin edebiliyorum ki ölümün soğuk hançeri kasvetli gelip fazlasıyla acı veriyor olacaktır. Evrenin ücra kalmış grotesk dehlizlerinde elleri ve kolları bağlı, yüreği acı dolu, hayalleri rüzgârın tenleri kupkuru edecek şiddette esmesinden dolayı harap bir halde, ayaklarının altı nasır tutmuş, dudaklarında ise kendine göre bildiği son hakikat bulunan sefil bir beden. İşte ölüm bu kişiye güzel bir bakirenin bacaklarının arası kadar tatlı gelebilir,” diye cevap verdi koyu kestane maskeli kadın.
“Yalanlarla rüzgârları üfleyip gemileri bataklıkta yürütmeye çalışmak, hayallerle taştan kuleler inşa edip sıcak ve sadık salonlarında yüz yıllanmış şaraplar içmek, yeni doğmuş bir oğlanı alarak yakıcı bir öğle güneşinin altında sıcak bir çelikle vücudunu dağlamak ve acıyla birlikte yaşamına son vermek, kutsal sayılan meçhul varlıklar uğruna. Üç yorumun sonucu da aynı yolda birleşmekte benim aziz dostum. Yalanlarla yaşamak taştan bir bakireyi düzmeye benzer nitekim fiiliyat sonuç bulduğunda, bedeninde hasar bulunan kişinin kendisi olur. Peki, gerçeklerle mutlu olunabilir mi? Gerçek nedir? Varlık nedir? Güç nedir?” diye sordu menekşe maskeli adam.
Masadan kalkarak hanı terk etmeye koyuldu kızıl maskeli adam. Artık cevapları dinlemek istemiyordu, soruları duymakta. Handan çıktığı vakit burnuna bir koku çalındı, köpek eti. Halkın sahip olduğu yaşam koşulları pek müspet değildi. Kimi zaman insanların puslu bir ateşin üstünde şişe geçirilmiş köpek eti pişirdiği görülürdü. Şimdi de sabahın erken saatinde bu olaya denk gelmişti. Kızıl maskeli adam da bir gün köpek etinin tadına bakmıştı. Acı gibiydi tadı. Belki de tatlı. Tam anlayamamıştı. Maskesi vardı yüzünde.
Tüm bunları düşünmeye başladı. Yıllar önce belki de bin yıllar önce delinin biri gerçekleri reddetmiş. Tüm insanların eşit bir yaşam koşuluna ve duygu ağına sahip olması gerektiğini açıklamış. İnsanları birbirine kırdıranın gerçekler olduğunu anlatmış. İnsan ırkının ebediyetinin saadeti için tüm gerçeklerin reddedilip, özdeşliklerin hüküm sürdüğü tek çatı altında birleşilmesi gerektiğini katı bir şekilde bildirmiş. İnsanlar biat etmiş bu adama. Sonraki vakitte bu adam kendi yaptığı maskeleri getirip o zaman pek de kalabalık olmayan halka dağıtmış. Halk maskeleri takıp benimsemiş. Eşitliğe ve adalete kavuştuklarını düşünmüşler. Herkes bir yiyecekten aynı tadı almaya başlamış. Kitapları okuduktan sonra aynı düşünceler ihsan etmiş zihinlerine. Zamanla yiyecekten tat almamaya başlamışlar. Kitapları anlayamamışlar. Lakin maskeye alışmışlar. Derken yüzyıllar geçmiş. İnsanlar maskeye sıkı sıkıya bağlı olduğundan, onu çıkarmaya fazlasıyla korkar olmuşlar. Sahteliklere yoğun bir bağlılıkla geçen senelerden sonra, gerçek onlara aşırı ve zalim gelmiş. Bazı insanlar maskelerini çıkarmış ve delirmişler. Ardından da yaşamı terk etmişler. Derler ki delilik cesaretten zuhur eder, cesaret ise kör bir aptallıktan.
Çayırlara gitti kızıl maskeli adam. Kokulu çimenlerin üzerine bıraktı kendisini. Düşünmedi, düşünemedi. Uyudu. Huzurlu dünyaya doğru kısa bir yolculuğa çıktı.
***
Uyandığında hava kararmıştı. Ayağa kalktı ve kasabaya doğru yol aldı. Uyku sersemliği hâlâ üzerindeydi. İleriye doğru baktığında karşıdan birinin geldiğini gördü. Maskesi parıldamaktaydı. Beyaz, diye düşündü. Karbeyaz. Kıyafetleri ise simsiyah. Bu kişinin kim olduğunu tahayyül edemedi zihninde. Yakınlaştılar. Sonra anladı kim olduğunu. Onu her gören tanırdı. Tanımak zorundaydı.
Bedbaht bir karanlıktaki sis perdesinin ardından tüm haşmetiyle birlikte ölüm çıkmıştı karşısına. O da maske takmıştı. Karbeyaz bir maske. Bay Karbeyaz. Yüzünde dirayet vardı, ne de olsa ölümdü. Kalbinde şefkat yok, diye düşündü. Maskesindeki parlaklıkta karamsarlığını saklıyordu. Bir anlamda kadirşinas bir beyefendi duruşu sağlamak istemekteydi anlaşılan. Kızıl maskeli adam sordu. “Sen ki gerçeklerle yoğrulmuş nihai doğruların vücut bulmuş halisin. Nasıl olur da maske takarsın?”
Ölüm, önündeki aciz bedene tepeden baktı. Ne yazık, diye düşündü. Sefil bir adam. Cevap verdi. “Maskeyi çıkartacak olursam tüm doğruların üstünü kaplayacak olan yanlışların etrafa sirayet etmesine sebep olacak olan tek gerçekle yüzleşirim. Gerçeğin karşısında ölüm nedir ki? Onu karşısına alan herkes yok olmaya mahkûmdur, tanrı bile.”
“Demek sahiden bir tanrı var ha,” dedi kızıl maskeli adam, hayretle.
“Var,” dedi ölüm. “O da maske takmakta. Belki de içimizdedir. Belki de yoktur. Kim bilir.”
“Beni almaya geldin. Biliyorum,” dedi kızıl maskeli adam.
“Öyle,” dedi ölüm. “Görmüş olduğun düzenin bir işleyişi var ve bunu ben sağlarım.”
“Alma beni.”
“Çok geç,” dedi ölüm.
“Başka bir yol olmalı,” dedi kızıl maskeli adam. “Sen şimdi kendi yoluna git. Bu gecenin sonunda ben sana geleceğim.”
“Nasıl olacak o?”
“Maskemi çıkaracağım.”
“Ahmak,” dedi ölüm ve arkasını dönüp gitti.
***
Güçlü bir fırtına çıktı ve kızıl maskeli adam dengesini kaybederek yere düştü.
“Görüyorsunuz ya Bay Kızıl, böyle güçlü bir fırtına sizi bile ters düz edebilir,” dedi Bay Günbatımı.
“Güç nedir bilir misin?” diye hiddetle sordu kızıl maskeli adam.
“Bir gözbağıdır, der üstat. Bir adamdır, der kadın. Bir meteliktir, der fahişe. Lakin ben derim ki bir fırtınadır, yenilmez ve korkusuz, zamanın berisinden geleceğin ötesine uzanan. Bugün sizi düşürdüğü gibi bir gün her şeyi düşürecek ve o gün bize kocaman bir şekilde gülecek. Evet, fırtınanın kahkahası. Şimdiden duyabiliyorum. Duyuyor musun? Duyuyor musunuz Bay Kızıl?”
Kızıl maskeli adam çoktan uzaklaşmaya başlamıştı. Güç dedi, küllerinde kötü niyet barındıran bir gerçeklikten doğmuş kelimelerdir. Sözcüklerin nesnelerde ve canlılarda bıraktığı etki. O’dur ki yeryüzünü şekillendiren, yıkımları meydana getiren, vahşi yaratıkları ehlileştiren, bir ananın şefkatinin şiddetini gösteren.
***
Akordu çalınmış bir lavta. Yaşam suyu emilmiş şeftali ağacı. Bekâreti zorla kanatılmış iffetli bir fahişe. Yaşam böyleydi işte. Ellerinde güzel olanaklar vardı fakat bir şey eksikti ya da fazla. Maske.
Kara maskeli olana, yaşamında önemsediği tek kadına maskelerini çıkarma önerisinde bulunmuştu. Reddedilmiş ve hakir görülmüştü. “Peki,” dedi kendine. Tek başına yol almalıydı artık bu karamsar yolculukta.
Eve girdi. Yoğun bir karanlık sebebiyle sırayla birçok mum yaktı. Kitap raflarının karşısında bulunan ahşap masanın önüne geldi. Sandalyeye kuruldu. Ekşi şarap vardı masanın üzerinde. Doldurdu bir kupaya. Bir yudum aldı ve kendini özgür hissetti. “Bir kupa şarap içtim. Bu beni güzelleştirdi. Desem ki kâinattaki en hoş ve kutsal içki budur, inanın. Bunu insanlara anlattım. İşte bu onları çirkinleştirdi. İnanmadılar bana. Üstelik güzelim şarabın tadına da bakmadılar. Lanetlediler onu,” diyerek şaraba methiyeler düzdü.
Önünde duran rafa baktı. Yığınla kitap vardı üzerinde. Çoğunu okumuştu. Hiçbirini aklında tutamamıştı. Maskeye sahip olmak böyleydi işte. Bir kitap okuyorsunuz, bitirdiğinizde ise kitaptan hiçbir bilgi aklınızda yer etmiyordu. Gerçek bir şekilde okumak istedi, karşısında duran kitapları. Anlamak istedi, onları yazanları. Kurtulmalıydı bu melun maskeden. Ona hiçbir zaman itibar etmemiş ve inanmamıştı. “Tıpkı kirlenmiş bir fahişe gibidir inanç. Onu arzuluyorsunuz fakat sahip olmak istemiyorsunuz,” diye konuştu.
Bir kalem aldı eline. Çevirdi ve ağzına soktu. Kötüydü tadı. Gene çevirdi ve yazı yazmaya başladı. Acı şeyler çıktı ortaya. Sinirlendi. Kırdı kalemi. Acıdı kendine, acıya sebebiyet verdiğinden. Bir daha kalem almadı eline. Bir kelebek olmayı düşledi. Sordu kendine. Acaba onlarda maske takıyor mudur?
Ayağa kalktı. Yalnızlığına hüzünlendi. Elini maskesine götürdü. Çekti. Çekti var gücüyle. Çığlık attı. Yanıyordu yüzü. Zihni bulanmaya başladı. Hâlâ maskeden kurtulamamıştı. Masanın üzerinde bir bıçak vardı, aldı. Soktu maskenin ardına. Çığlık attı. Kan, yüzünden aşağıya hiddetle akmaktaydı. Çekti maskeyi. Kurtulmuştu şimdi ondan. Elindeydi maskesi. Baktı. Burnu da maskedeydi, ağzı da. Bir ayna buldu. Yüzünü gördü. Korku, tiksinti ve nefretle doldu. Yüzsüz bir adamdı artık. Soyulmuştu tüm derisi. Sevinç, samimiyet ve güzellik buldu gördüğü yüzde. Artık sahte değildi. Gerçekle yüzleşmiş ve onu yenmişti. Bir kitap aldı eline ve okumaya başladı. Sonra okumayı bırakıp kapadı kitabı. Hatırlıyordu her şeyi. Gerçekleri benimseyebiliyordu. Kahkaha attı. Yüksek sesle, daha yüksek, delicesine.
Evden çıktı. Yollarda koşturup, kahkaha atmaktaydı. İnsanlar onu gördü. Yaşlılar kalp krizi geçirdi. Gençler ishal olup kendi kusmuklarında boğuldular. Geriye kalanlar saldırdı artık maskesi olmayan adama. Sopalarla vurdular. Maskesiz adam ayakta zor duruyordu. Kadınlar geriye çekildi. Erkekler öne çıkmıştı. Ellerinde hançerler vardı. Yaklaştılar maskesiz adama. Arkadan sapladı biri. Diğeri tam midesine yerleştirdi. Öteki gözüne soktu. Bir sonraki kalbini hedefledi. Berideki parmaklarını kesti. Geriye çekildi adamlar. Maskesiz adam yoktu artık. Yerde yatan yaralı bir beden vardı. Karşıdan baltalı bir kadın geldi. Baltasını kaldırdı ve yaralı adamın başına indirdi. Baş, paramparça oldu. Her tarafa beyin parçaları fırladı. Ve maskesiz adam o zaman öldü. Ya da gerçek.
İnsanlar yaşamaya devam etti. Gerçekler, yüzsüz olarak anılmıştı. Daimi olarak yok olduğu, dilden dile dolaşmıştı. Aynı zamanda yaşamlarının tekrardan eskisi gibi esen bir duruma gelmesine sevindiler. Evrenin kalbi maskeydi, en azından insanlar öyle düşünmekteydiler.
Oysaki tek şey kör bir uçurumdu ve göremedi yenilmiş gözleri, yanılsamanın mukaddes ve delici olan arzu dolu kuvvetinden. Ahmaklar.
Çokça benzetme olmasına rağmen akıcılık güzeldi. Benzetmeler ayrı bir güzeldi. Elinize, kaleminize sağlık.
Merhaba. Öykü bu haliyle sona erdiğinde içimden daha fazla uzatmak geldi. Hani insan her yeni öyküye başladığında bunun yazmış olacağı en iyi öykü olabileceğini düşünür ya, işte öyle. Öykünün sahip olduğu kasvetli yapıdan dolayı ne kadar uzun ele alınırsa o derece okuyucuyu sıkacağını düşündüğümden dolayı sonuç böyle oldu, daha kısa. Hatta bu haliyle bile okuyan -umarım olmuştur- kişileri fazlasıyla sıkmış olabileceğini düşünüyorum. Çok fazla benzetme de vardı tabi bu da bir bakımdan olumsuzluk yaratmış olabilir. Ha bir de ejderha -hımm- yoktu 🙂
Öyküyü beğenmeniz gerçekten hoşuma gitti. Sağ olun.
Benzetmeler bence gayet yeterli ve yerinde hatta elzemdi bu oykude. Yoksa benzetme olmaksizin nasil anlatabilirsiniz onca seyi. -spoiler plmasin diye sey diyorum 🙂 –
Elinize saglik. Siirsel yonuyle akicikik birlesince bir anda bititiverdim.
Yorumunuz üzerine tekrar okudum da açıkçası hiç de fena öykü değilmiş. Yazar alttan alttan vermiş mesajları. Yalnız hikayenin sonunu tam olarak bağlamış olabildiğinden emin değilim. Yani ne bileyim, sanki dünyanın tüm sırrını dimağında barındırıyormuşcasına düz gitmiş, hiç hoş değil. Ayrıca nedir bu kızıl tutkusu, hıh 🙂
Spoiler konusunda olabildiğince özgürsünüz. Muhtemelen yorumlarla sadece ben ilgilendiğim için sorun olmayacağını düşünüyorum. Hem ben spoiler yesem ne olacak.
Son olarak yapıcı eleştiriniz için çok sağ olun.
Ne ara başladığımı, ne ara sonuna geldiğimi bilemedim. Öyküdeki benzetmelerin doğru kullanımıyla güzel bir akıcılık oluşturulmuş. Bazı cümleler arasındaki kafiyeler de ayrı bir tat katmış. Ellerinize sağlık diyorum. ^^
Beğendiğinize sevindim. Okuduktan sonra kaçıp gitmeden, fikirlerinizi yoruma döktüğünüz için ise ayrıca sağ olun.