Öykü

Buz Pusulası

Her yeri bir beyazlık kaplıyordu sonsuzluğa uzanan. Ve bu beyazlıkla tezat oluşturan üç nokta yavaşça ilerliyordu. Bunlardan ikisi kızak takılmış uzay roketlerine benziyordu. Üçüncüsü ise ancak çok geniş bir tıra benzetilebilirdi, neredeyse kare bir tıra. Diğer iki aracın aksine bunun hatları çok keskindi. Bu aracın üzerindeki gözetleme yerinde oturan çevresindeki karla uyumlu saçı ve sakalı yüz hatlarındaki gözleri ki onları da eskiden yüzücülerin taktığına benzer siyah camlı bir kar gözlükleri kapatıyordu ve elmacık kemikleri hariç her şeyi saklamış bir adam ana hatlarıyla ancak bir pusulaya benzeyen aleti az da olsa açıkta kalan tenini bıçakmışçasına kesen soğuk rüzgârlara aldırmadan ona bakıyordu ama düşüncelerinin çok uzaklarda olduğu belliydi.

“Dede?”

Birden daldığı düşüncelerden sıyrılıp sesin geldiği yere, yukarı merdivenlerden çıkan on sekizine daha yeni basmış olan çocuğa baktı. Kahve gözleri adam gibi gözlük takmadığı için görülebiliyordu ama aynı yaşlı adamın giydiği Eskimo kıyafetlerine benzeyen kıyafetlerden giyiyordu. Kapüşonunun dışında açık sarı saçlarından bir tutam vardı. Elinde iki bardak sıcak kahve duruyordu. Sıcak olduğunu gösteren dumanlar göğe çok az bir miktar yükseldikten sonra iz bırakmadan kayboluyordu. Yaşlı adamın yüzünde saç veya sakalı tarafından kapatılmamış tek yer olan elmacık kemiklerinden bile bu iki kişinin akraba olduğu anlaşılabiliyordu.

– Ha sen misin torun? Dalmışım bir an, ne oldu?

– Hava iyice soğudu, annem bir bak iyi mi dedi.

– Yok bir şey sadece dalmışım. Bu buz pusulaları çok ilginç, biliyor musun?

– Hayır, neden ilginçler?

Torunu bu soruyu isteyerek sormuştu. Çünkü biliyordu ki bu soru beni dinlemek ister misin demekti aslında. Ve neredeyse kırmamıştı hiçbir zaman Tayfun dedesinin isteğini. Çünkü seviyordu onun anlattıklarını. Eski bir ordu mensubunun hayata bakışını, yaşadığı olayları, hatta çok küçük bir şeyden bile ondan çıkardığı farklı anlamları dinlemeyi seviyordu.

– Aslında çoğu kimse buz pusulasının Buz Çağı geldiğinde çok azalan ve sürekli yer değiştiren sıcak bölgeleri gösterdiğini sanır ama aslında insanların çok bulunduğu bölgeleri gösterir. O kadar ilginç bir alet ki biz onun dibindeyken bile onu saptıramıyoruz. O her zaman doğru yönü yani en yakındaki en kalabalık yeri gösteriyor. Şey, aslında yanıldığı da oluyor. Bir keresinde pusulaya aynı uzaklıkta üç tane sıcak bölgeye rastlamıştık. Sen o zamanlar bayağı miniktin hatırlamazsın. İşte o zaman kitlenmiş, bizi kör topal bırakmıştı bütün bu karların ortasında. Neyse ondan sonra Allah’tan doğru yönü bir şekilde kurtuldukta ölmedik.

Tayfun tam o anda dedesi Tevfik’in elinde tuttuğu pusulaya baktı. Gerçekten de çok ilginçti. Eğer o üzerindeki daire olmasa eski bir cep saati bile denebilirdi. Ama ondan farklı olarak tam ortasında üzerinden sürekli yıldırıma benzeyen şekiller geçen camsı bir kristalden yapılan küre ve kürenin alt yarısında düzgün olarak dağılmış bir sürü küçük iğne vardı. Bu küçük iğneler üst kısmındaki elektromıknatıslara bağlıydı. Üst tarafında ise ortada dönen bazı parçaları kesilmiş pusula iğnesine benzer bir şekli kalmış olan daire vardı. Bu sistemin çalışması ise daha ilginçti. Sanki insanlardan yayılan bütün o enerji uzaklıktan neredeyse hiç etkilenmeden pusulaya ulaşıyor, ortasındaki kristal bir şekilde onu elektrik enerjisine dönüştürüyordu. Bu elektrik iğneler yardımıyla doğru elektromıknatısları çalıştırıp dairenin doğru yöne dönmesini sağlıyordu.

“Neyse aşağı inelim torun. Burası gerçekten soğudu.” dedi yaşlı adam ve pusulayı cebine atıp merdivenden aşağı inmeye başladı. İçerisi aslında bayağı genişti. Bir tuvaleti, bir duşu, su ısıtma ve arıtma tesisi, direk olarak dışarıdaki soğuk havadan faydalanarak soğutan bir buz dolabı, elektrikle çalışan bir ocağı, bir mikrodalga fırını ve yirmi kişilik bir yatakhanesi vardı. Benzinle çalışmasının yanında, ilk akla gelen güneş olmak üzere birçok değişik enerji kaynağından yararlanabiliyordu. Aslında bir araca göre devasa sayılırdı. Asıl buz çağı gelmeden önce dört yıllık bir soğuma süreci gelmişti. Bu arada bütün araba markaları ve askeri sanayi bu aşırı soğumaya göre araçlar tasarlanmıştı. İşte bu araçta mürettebatın zor koşullarda hayatta kalması için her şeyi olan bir silahlı karavan denebilirdi. Üzerinde, sağ ve sol yanında ve de arkasında dakikada 450 mermi ateşleyen güçlü taramalı tüfekler vardı. Aşağı indiklerinde dedesi yukarı çıkan merdivenin kapağını sıkıca kapatıp, sol elindeki bastonu sağ eline alıp, torununun ona verdiği kahveyi yudumlamaya başladı. Çoğu kimse bir şekilde iş bölümüne katılmıştı. Kimileri yemek pişiriyor, kimileri çamaşırları yıkayıp kurutuyor, kimileri periskoplarla dışarıyı gözlüyor kimileri ise aracın kontrol paneli ve direksiyonunun başında duruyordu.Buradaki herkesin ya çocukları ya babaları ya da anneleri yoluyla bir kan bağı vardı. Bu kişiler 12 yıl önce gelen buz çağından canlı kurtulmayı başarabilmiş nadir insanlardan bir kaçıydı. Buz çağının geleceği 4 yıl önceden belirlenmişti aslında. Çünkü bu ara geçiş döneminde ilk 2 yılda dünya da ölçülen en yüksek sıcaklıklar, çöller dâhil; 52 dereceden 18 dereceye kadar düşmüştü. 3. yıl ise bu değer 12 dereceye düşmüştü. Ve 4. yılın ortalarında haziran ayında en kötü gecelerden biri yaşandı. Sıcaklık aniden aşırı bir düşüş yaşadı. Kimse ne kadar düştüğünü hatırlamıyor ama evde sobasını yakıp, kalın giyinen kişileri bile uykusunda sessizce öldürmüştü. Ve o karanlık gece bu aileden de büyük parçalar alıp götürmüştü.

“Geldik.” Bu Tevfik’in oğlu Tayfun’un amcası Alkın’ın sesiydi. Bu sözün üzerine yaşlı adam ve torunu içeriyi göstermeyen ama dışarısının görüntüsünü de boğmayan siyah pencereden dışarıya baktı. Burası kar altında kalmış bir şehirdi. Yerdeki sertleşmiş kar buz karışımı gökdelenleri olduklarından daha kısa gösteriyordu. Buzlanmış camlarıyla bile buranın terk edilmiş bir yer olduğu anlaşılabiliyordu. İnsanın kalbine huzursuzluk tohumlarını atıyordu burası. Ve kesinlikle tehlikeli bir yerdi gevşek karın gizlediği boşluklarla, temeli sağlam olmayan binalarla, içine sakladığı küçük ama vahşi hayvanlarla. Yaşlı adam araçtan inen ilk kişi oldu. Biraz uzağında diğer iki araçta patinaj çekerek durdu. Bastonuna dayanarak etrafına baktı. Bir tane market tabelası gördü. Kar yüzünden tabela onun bacak hizasında kalmıştı. Marka yıprandığı için okunamıyordu. Ama garip bir şekilde yanındaki “Market” ve altındaki “Sizin Marketiniz” yazıları yıpranmış olsa bile bütün harfleriyle seçilebiliyordu.”Nasıl gireceğiz oraya?” diye sordu Cahit, Tevfik’in ikinci çocuğu. Yaşlı adam ise cevabını bastonunu sert bir şekilde ikinci kattaki camlardan birine çok sert bir şekilde vurup kırıldığında içeriye girerek verdi. Bütün rafların üzeri buz tutmuştu. İçerideki tek ışık kaynağı daha demin kırılan pencereden giren loş ışıktı. Yaşlı adam daha rahat görebilmek için kar gözlüklerini çıkarıp boynuna astı. Tevfik’in arkasından kimseye söylemese de en sevdiği torunu Tayfun girdi içeriye. Tayfun Tevfik’in beş çocuğundan dördüncüsünün tek çocuğuydu. Ara dönemin üçüncü yılında doğmuştu. İşte belki de tek çocuk olması belki de dedesinin gözde torunu olması onu özel hissettiriyordu. Diğerlerinden daha güçlü, daha cesur, belki de daha özgür. Bu yüzden dedesinin arkasından gelen öncü birlik olurdu hep. Dedesi de zaten çok uzun bir zaman önce buna itiraz etmeyi bırakmıştı bir işe yaramadığını gördüğünde. İkisi birden rafların arasında konserve, yağ, salça gibi uygun gıda malzemeleri bakmaya koyuldular. Arkalarından başka kimse gelmemişti çünkü vahşi hayvan gibi tehlikeler için onlar dışarıda nöbet tutuyorlardı. Hem ayrıca daha önceden yaşanan kazalar göstermişti ki soğukta zeminler daha dayanıksız olabiliyorlardı. Buz Çağının iyi özelliklerinden biri son kullanma tarihini en azından yirmi yıl kadar uzatmış olmasıydı. Orasıyla işleri bittiğinde sağlam olduğunu umdukları aşırı şişkin poşetlerle, kollarında envai çeşit konserveyle dışarı çıkıyorlardı ki yaşlı adam arkasında büyük bir kırılma sesi duydu. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki: zeminin bir anda çökmesi, çocuğun kalan çıkıntıya tutunması, adamın yaşına göre inanılmaz bir hızla elinden yükleri attığı gibi çocuğu yukarı çekmesi… Bunların hepsinin olması belki de 10 saniyeyi geçmemişti. Çocuğun ayağı incinmişti bu yüzden onun sol omzuna dayanmasını sağladı ve sağ eliyle de alabildiğince yükü alıp dışarı çıktı. Dışarıya çıkar çıkmaz ilk duydukları “Oğluum!” diye bir çığlık oldu. Tayfun’un annesi hemen onlara koşup yaşlı adamı itip çocuğu kendi omzuna aldı. Yürürlerken babası gelip Tayfun’u kucaklayıp araca götürmeye başladı. Kadın bu arada Tevhid’e yani kayınpederine dönüp bağırmaya başlamıştı bile. “Nasıl onu böyle tehlikelere atarsın! Sende hiç akıl yok mu? Senin yüzünden tek çocuğum ölüyordu! Adi..” Bu son cümlesini asla tamamlayamayacaktı. Suratına gelen güçlü bir tokat onun hem sesini kesmişti hem de dengesini kaybedip yere düşmesine sebep olmuştu. Kadın sinirle tepesinde duran kişiye bakmıyordu artık. Çakmak çakmak parlayan gözlerdi onun ilk dikkatini çeken. Adamın nefesi sanki kaynar kazandan çıkan buhar gibi tütüyordu. Bazen ailesi onun bir ordu mensubu, eski bir albay, olduğunu unutuyorlardı. Ne olursa olsun burası onun çöplüğüydü ve o da bu çöplüğün horozu. Ve kadın yüzüne inen sert tokatla başkalarının da bir kaç kez hatırladığı üzere saygısızlığa tahammülü olmadığını hatırladı. Kadın yaşlı adamın ona bir kaç sert tokat daha atıp, ağzına gelen her şeyi söyleyeceğini düşündü, yaşlı adam da kadının hüngür hüngür ağlayacağını. Ama ikisi de olmadı. İkisi de sessizce, yavaşça araca doğru gittiler. Kimse bunun hakkında konuşmadı, kimse konusunu açmadı. Karların ormanları, şehirleri, hatta denizleri örtmesi gibi, insanların sessizliği de bir daha yüzeye çıkmamak üzere bu konuyu örttü.

Kadın kıyafetlerini çıkarıp banyonun kenarına düzgünce koydu. Alçin’in tek çocuğu Tayfun annesinin gözlerini almıştı. Ama onun dışında hafif koyu çingene teni, arkaya topladığı kızıl saçlarıyla pek bir alakaları olduğu söylenemezdi. Zayıftı ve orta boylu bir insandan biraz daha uzundu. Yaşıtlarına göre gerçekten güzeldi. Suyun sıcaklığına bakıp duşa girdi ve suyu açtı. Sanki kadın suyun her damlasında hafifliyormuş gibi hissetti. Bütün dertleri, bu zor yaşamı hepsi her bedenine çarpan küçük damlayla yavaş yavaş gidiyordu. Her şeyi bir anlığına da olsa unutmuştu orada. Sonra siren sesini duydu. Bu bir şeylerin çok kötü ters gittiğini söylüyordu. Ve bu o yakaladığı kısa huzur anını bozmuştu. Ama bu aracın içindeki herkes kadar o da sorumluydu bundan. Bu yüzden hemen kurutma ünitesini açıp daha temizlenmeyi bitiremediği bedeninin üzerinden su damlalarını hızlıca aldı. Sonra kıyafetlerini hızlıca giyip dışarıya çıktı. Dışarıda yaşlı adam herkese bir şeyler söylüyor onlar da harfiyen yerine getiriyorlardı. O anda kadına döndü ve deminki olay hiç yaşanmamış gibi ona “Kar kurtları geliyor hazırlan.” dedi. Bu her şeyi anlatıyordu. Sanki doğa bu buz çağının kendini insanlardan temizlemek için yeterli olmadığını anlamış bunun üzerine elinde kalan kartlardan birini, Turan ikliminin en vahşi hayvanlarını salmıştı üzerlerine. Bu kurtlar normal kurtlardan çok irilerdi, bir kaplanın iriliğinde, kürkleri beyaz olduğu için gözü en keskin gözcünün bile beş yüz metreden önce fark edemeyeceği bir tehlikeydi. Donuk mavi gözleri bile soğukkanlı bir katilin gözleriydi adeta. İlk saldırılarında aracın içine girmişlerdi. Eğer yaşlı adam onları korkutamamış olsaydı büyük ihtimalle çoğu buzdan oyulmuş isimsiz mezarların içinde uyuyor olurlardı. Bütün makineli tüfekler hazırdı ve hedefe doğrultulmuşlardı. Bunların ikisinin başında Tevhid’in iki oğlu bir tanesinde damadı bir tanesinde de en büyük torunu duruyordu. Dört kız torunu onlara cephane ve bomba taşıyorlardı. Kumanda panelinde ise ortanca oğlu hayattaki tek kızı ve iki gelini oturuyordu. Tevhid hemen telsize gidip diğer iki araçtaki dört erkek torunun uyardı. Ve onlar uyarıyı alır almaz araçlardaki iki kişilik mürettebattan biri aracın üzerindeki hafif makineli tüfeği ve bomba atarı hedefe yönlendirmişti bile. Aslında buradan bakıldığında bu çetenin, her ne kadar bu kelimeyi yaşlı adam sevmese de onları tanımlamaya en uygun olan kelime buydu, ne kadar iyi örgütlendiği gözlenebilirdi. Hatta küçük çaplı bir ordu bile denebilirdi onlara. Eğer başlarında eski bir albay ve de altlarındaki araçların ordu için kullanılan araçlar olduğu düşünülürse bu normal sayılırdı. O anda Tevhid gözetleme yerine çıkan merdivenlerin kapağını açıp yukarıya çıkarken orada sakat olduğu için duran tek torunu Tayfun elini tuttu. Gözlerinden onunda savaşa katılmak istediği anlaşılıyordu. Mühimmat taşımak değil eline bir silah almak istiyordu. Ama Tevhid kafasını kesin olarak olmaz anlamında salladı. “Ayağın sakatlandı bu durumda seni korumaktan onlarla savaşamam” dedi. Torununun yıkılmış ifadedeki suratı bile yaşlı adamı kararından döndüremedi. Dedesi bir eline normal bir tabanca, diğer eline de bir de uzay filmlerinden fırlamış ışın silahına benzeyen tabancasını çekip yukarı çıkmaya başladı. Tayfun bu silahı çok iyi tanıyordu, dedesi anlatmıştı ona. Bu silah sıcak mermi denen özel bir mermi ateşlemek üzere tasarlanmıştı. Hatta bu merminin yapım makinesi aracın arka odalarından birinde vardı. Bu sıcak mermilerin içine ya çok düşük bir sıcaklıkta 75 derece civarında eriyen kalay, kurşun alaşımı yani daha özel adıyla eskiden lehim denen alaşımdan konuluyordu. Mermi atıldığında yaklaşık sıcaklığı 450 dereceye kadar çıktığı için içindeki lehim tekrar donana kadar kısa da olsa bir süre geçiyordu. İşte bu sürede mermi hedefini buluyor, çarpınca patlıyor ve kurbanda çarpılan yerde geniş bir alana erimiş olarak dağılıyordu. Ayrıca havanın genelde -12, -17 derece civarlarında olduğu düşünülürse bu arada lehim katılaştığında oradan çıkarılması çok acı ve zahmet verici bir işlem oluyordu. Zaten göğsüne ya da kafasına sıcak mermi gelen bir kişi çok ama çok büyük bir ihtimalle ölüyordu. Dedesi ayrıca ona lehim yerine cam konulduğunu da söylemişti ama bunun çok tehlikeli olduğunu da eklemişti. Çünkü camlı sıcak merminin içindeki camın erimesi yüksek sıcaklıkta gerçekleştiği için genelde çarpar çarpmaz bir sürü küçük şarapnel parçasına ayrılıyor ve hatta bu küçük parçalar atan kişiye bile saptanabiliyordu. Erise bile lehim mermiler kadar ölümcül değildi daha hızlı donduğu için. Dedesi yukarı çıktığında normal tabancasıyla iki el ateş etti. O anda karla bütünleşmiş iki siluet aniden ivmesini kaybedip beyaz karı kızılın renklerine boyadı. Beş el daha ateş etti ve ikisi hedefini buldu. Tam bunlar için sıcak mermi harcamaya bile gerek yok diye düşünürken altında bir insanın üç kurt tarafından yenildiğini gördü. Beyninde her şey bir anlığına durdu. Bütün düşünceler bir anda bulandı. Öne çıkan sadece tek bir düşünce ve tek bir duygu vardı:”O benim oğlum Mustafa.” ve kızgınlık. Hem de çok fazla. Şu anda yaşlı bir adamın yerden 3,5 metre yukarıdan saatte 35 kilometreyle giden bir araçtan, zarar görmesi çok yüksek bir ihtimal olmasına rağmen neden yere atladığını soruyor olabilirsiniz. Bunun saçma hatta delice olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama inanın zaten o da o anda mantıklı düşünen bir kimse değildi. Onu şu anda bunu yapmaya iten neden içinse çok geriye gitmemize gerek yok. Karların arasından sessizce yaklaşan bir kurt arkadaki makineli tüfeğin başında olan Mustafa’nın boynuna saldırmıştı ve adam daha tepki bile veremeden onun hayatını çekip almıştı. Tevhid sol bacağının baldır kısmındaki düğme benzeri şeye basıp hareket protezini çalıştırdı. Bu protez ara dönemde sol bacağına bir sıcak mermi gelmesi yüzünden takılmıştı. Bacağın yerini tutmuyordu sadece ona dışarıdan destek olacak bir iskelet şeklindeydi. Üst bacak kaslarının kasılmasından hareketin ne olduğunu anlıyor ve bacağı ona göre şekillendiriyordu. Bacağı tamamen kullanılmaz hale gelmemiş olsa bile büyük oranda hasar görmüştü eskisi gibi rahat hareket etmesi için bu protez takılmıştı. Tevhid’in bu protezi her zaman kullanmamasının iki nedeni vardı. Bunlardan biri bütün çabalarına rağmen bunu kullanırken çektiği acıların ilk günden beri hiç azalmamış olmasıydı. İkinci neden ise güç kaynağıydı. Eğer sürekli kullanılırsa bateri, akü ya da her neyse onun ayda bir değişmeye ihtiyaç duyacağını birinci elden öğrenmişti. İkinci bir güç kaynağını ancak beş ay sonra bulabilmişti o yüzden bu protezi ancak çok gerekli olduğunda kullanmaya özen gösteriyordu. Ve bu da o anlardan biriydi. Protezin çalışmasıyla aradaki mesafeyi normal bir insanın koşabileceğinden bile hızlı aldı. 15 metre kala kurtlardan biri ona dönüp hırlamaya başladı. Yaşlı adamın cevabıysa basitti: kafasına bir sıcak mermi. Diğer ikisi ise bu durum karşısında hemen saldırıya geçtiler. Ona ilk saldıran, eğer idrak yeteneğine sahip olsaydı ve neden bastonunun normal bir bastondan daha kalın olduğunu sorsaydı bunun cevabını o an almış olurdu. Çünkü yaşlı adamın içinden biraz ince ama zarif bir süvari kılıcını çıkardığını görürdü. Ve bu kılıç boğazını parçalarken ne kadar keskin olduğunu da anlardı aynı zamanda. Üçüncüsünü karşılayan ise suratına indiğinde çenesini kıran, sert metal protezdi O da korkup kaçtı. Yaşlı adam onun uzaklaşmasını bile beklemeden Mustafa’yı kollarına alıp gözlerini açması için onu sarstı. Ama ne şimdi açacaktı gözlerini, ne de bir daha. Ve doğanın belki de hiç kulak misafiri olmadığı bir çığlık yankılandı göğde. Bu çığlığın içinde biraz çaresizlik vardı biraz, biraz yıkılmışlık, biraz hayata isyan ama en önemlisi öfke vardı içinde en fazla. Ve bu çığlık yaklaşmakta olan koskoca bir kurt sürüsünü biri ölmüş iki adama saldırmaktan alıkoydu. Önce onları durdurdu ve sonra yavaşça uzun bir süredir belki de ellerine geçen en iyi yemek fırsatını kaçırdıklarını bilmelerine rağmen geri döndürdü. Yaşlı adam arkadan araçların geldiğini duydu ama buna aldırmadı. Çünkü onun aklı kar denen piçin ondan götürdüklerindeydi. O karanlık gecede, sıcaklıkların aniden düştüğü, kendisi uyanık olduğu için kurtulmuştu ama taburdan canlı çıkan bir kaç kişiden biriydi. O an dışarıdaki kar örtüsü için ellerinde olan roket-kızağa ya da uzun deyişle Soğuk İklim Araştırma Kurtarma Aracı’na atlayıp ilk olarak eve gitmişti.Evde en küçük kızı ve annesi duruyordu. Ve orada ikisi de hiç uyanmayacakları bir uykudaydı. Tam o anda Tevhid orada kalmak istedi ikisiyle birlikte karın bir parçası olmak. Ama bu düşünceyi yarıda bölen başka bir düşünce geldi aklına. Ya diğer kızına ne olacaktı ya da onun ikisi erkek dört çocuğuna, en büyük oğluna ya da üçü erkek ikisi kız torunlarına, ya da bekar ortanca oğluna, diğer oğlu,Tayfun’un babası Kemal’e? İşte onları uyarmak için oradan ayrıldı bir daha asla dönemeyeceğini bilmeden. Son bir kez bile veda edemeden onlara. Ama en azından kurtarmak istediklerini kurtarmıştı o zaman. Ya şu anda? Geri gelecek miydi Mustafa ne kadar yakarırsa yakarsın. İşte aklından geçen düşünceler bunlardı kıyafetlerini ve karın saflığını kirleterek onu kızıla boyarken Mustafa’nın soğuk bedeninden akan kan. Ve onun için tek bir damla gözyaşı döktü sol gözünden. Bu damla yanağından aşağı süzülmeden donmaya başlamıştı bile. Elmacık kemiğinde ve sakalında beyaz bir çizgi bıraktı. Ama o donmanın acısını umursamıyordu. Hiç bir şeyi umursamıyordu aslında. Farkında olmadan o da yavaş yavaş bu dünyadan kopuyordu. Onu buraya bağlayan çok şey vardı belki ama bu acılara katlanmak hiç bir şeye değmezdi. Ölmek istedi on altı yıl önce olduğu gibi. Gitmek istedi. Ve bunu başaracaktı. Ama omzuna konulan bir el bunu engelledi. Sinirle arkasını döndüğünde ağlayan torunu Tayfun’u gördü. Arkasında kimileri dehşete düşmüş kimileri sessizce gözyaşlarına boğulmuş ailesini gördü ve neden bu acılara katlanması gerektiğini yeniden hatırladı. Onun hala bir ailesi vardı. Ve umuyordu ki bu gerçek ölene kadar değişmeyecekti. Yanağındaki o deminden kalan kırağı damlasını sildi ve “Bana benzin getirin o orospu çocuklarından hiçbirine Mustafa’yı bırakmayacağım.” dedi. Hiç kimse dediğini sorgulamadı. Benzin bu aralar az bulunan yakıt olsa bile. Ama hayır şu anda kimse bunu düşünmüyordu. Sadece benzini getirdiler ve adam dökmeyi bitirdiğinde cebinden bir kibrit çıkartıp onu yakıp yere attı. Ve herkes uzun zamandır açık maviden başka renge bürünmeyen gökyüzünün turuncu, sarı, kırmızı ve siyah renklerine boyanmasını seyretti.

Sıcak bölgeye ulaştıklarında herkes savaşmaya hazırdı, hayır daha doğrusu ihtiyaç duyuyorlardı. Düşünmek istemiyorlardı ve bunu onlara sağlayabilecek yegâne şey savaştı. Sıcak bölgeye vardıklarını önce azalan kar örtüsünden anladılar. Ve toprağın kahvesini uzun zamandır ilk kez gördüler. Uzun zamandır ilk kez çam gibi bir ağaçtan farklı, yeşil ve çiçek açmış bir ağaç gördüler. Ve biraz ilerde yıkılmış bir set gördüler. Anlaşılan oydu ki buraya pusulasız sadece şanslarına bulan ilk kişiler işlerini sağlama almak istemişlerdi. Ama elbette ki işe yaramamıştı. Dışarıdan görüldüğü kadarıyla her şey yıkılmıştı. Biraz ileriye baktıklarındaysa belki de insanlık tarihi boyunca belki de tek haklı savaşı gördüler, yaşamlar için yapılanını. Düşünsenize bir: toprak için başlayan, altın ve gümüş için devam eden ve daha sonra da petrol için yapılan savaşlardan sonra sırf ihtiyaç duyulan besinleri toplamak ve ya üretmek için yapılan bu savaş ne kadar da haklı geliyordu insana. Yaşlı adam ve diğerleri yine silah başındaki görevlerini aldılar. Ama bu sefer Mustafa’nın yerine 21 yaşındaki Mehmet adlı torunu geçti taramalı tüfeğin başına. Ve aynı zamanda yaşlı adam bu sefer zemine yatarak konuşlandı. Çünkü savaştıkları aynı onlar gibi silahları olan insanlardı. Eğer ayakta olursa muhtemelen hemen kurşunu yerdi. Herkes ne yapacağını biliyordu. Sıcak bölgeler için daha önce de savaşmışlardı ve hem küçük bölgeler olmasından hem de düşmanları zayıf olmasından dolayı hiç kayıp vermemişlerdi. Ama görülen oydu ki gitgide görülme sıklığı azalan ve küçülen sıcak bölgelere göre burası dev gibiydi. Ve bu da onlara savaşın daha tehlikeli olacağını şimdiden haber vermişti. Bu yüzden daha dikkatliydiler. Amaçları olabildiğince bölgeyi temizleyip kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar orada kalmaktı. Kumandadakiler olabildiğince hızlı sürüp vur kaç taktiğini uygulamak üzere hızı seksene çıkarttı. Diğer iki araçta buna uydu taramalı tüfekler tam önlerindeki gemiye aynı anda ateş ettiklerinde gemi ve içindekiler için son trajikti. Ama bu bir savaştı ve acıyan taraf mutlaka güçsüz düşerdi ve savaş güçsüzleri anında yutardı. Bu yüzden silah başındakiler fazla düşünmeden diğer hedefe geçtiler. Ona ateş ettiklerinde ilki kadar kolay hedef olmadıkları ortaya çıktı. Yukarıda tankların başına benzeyen bir yer harekete geçti ve onların çok az bir mesafeyle ıskalayarak sağına topu attı. Patlamanın şiddetiyle neredeyse bir roket-kızak yoldan çıkıyor ve uzun adıyla Soğuk İklim Askeri Destek Aracı yani kısaca karavan benzeri araç diğer roket-kızağı eziyordu. Tam Mehmet onu patlatmak için bir el bombasının pimini çekip atmıştı ki koluna bir mermi geldi. İşte bu Tevhid’i mantık sınırlarının dışına itti. Zaten ailesinin önemli parçalarından biri yitip gitmişti daha bir iki gün önce. Ve yine aynı yerde başka bir parçanın da eksilmesine izin vermeyecekti. Bu yüzden yattığı yerden kalkıp direk olarak üst kısımda bulunan tüfekli adamın kafasına nişan aldı. Bu burada yaptığı ilk ve tek hataydı. Nereden geldiği belli olmayan bir sıcak mermi tam kafasına isabet etti. Görme duyusuydu ilk zarar gören. Korkunç bir acı patlaması oldu ama ondan sonra hiç bir şey. Bunu garipsemişti çünkü bacağına isabet eden sıcak mermi günlerce onun kıvranmasına sebep olmuştu. Bu arada dengesini kaybedip yere düşüp bacaklarından birini çok kötü kırdı ama o bunu da hissetmedi. Çünkü mermi kafatasını da eritip beyindeki his bölümüne zarar vermişti. Ama düşünebiliyordu. Göremiyordu, duyamıyordu hatta hissedemiyordu ama garip bir şekilde düşünebiliyordu. Şu anın onun yolunun sonu olduğunu kavramıştı çoktan. En sonunda, ailesi için elinden geleni yaptıktan sonra buradan göçüp gidiyordu. Ailesinin onun yere düştüğünü görmeğini umarak kalan son gücü ile ters döndü. Çünkü ailesinin savaşı bırakıp onun yanına gelmelerini ve açık hedef olmalarını istemiyordu. Ama o bilmese de zaten tanınacak bir hali yoktu. Ve döndüğünde onlarınkine benzeyen bir kızak roket onu ikiye ayırırken ve o bunu hissetmezken ve değerli bir kaç dakikasını saniyelere kısaltırken onun tek düşündüğü ailesiyle geçirdiği iyi kötü bütün anılarıydı.

Son söz olarak size söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Herkes gibi o araçtakiler de öldü. Ama ölüm onlar için çok yakındaydı. O on altı kişiden beşi araç patladığında öldü. İkisi roket kızak ağaca çarptığında canını verdi. Kalan dokuz kişi oradan kaçtıktan sonra beş tanesi ayrı düşerek kayboldular ve üçü donarak ikisi kurtlara yem olarak öldüler. Kalan üç kişiden ikisi yakınlardaki bir şehre gidip yiyecek malzemesi ve yakacak bulmaya çalışırken ikisi enkazın altında kaldı ve son kişi de yalnız kalmaya dayanamayıp normal bir silahla intihar etti.

 

Buz Pusulası” için 2 Yorum Var

  1. Yazın kurgusal açıdan oldukça ilgi çekici ancak aile ferdi sayısının sürekli olarak artması ve fiillerin sıkça -ip,-ıp şeklinde kiplenmesi ya da en basitinden öykünün ilk yarısındaki “aslında” kelimesinin kullanım sıklığı gibi faktörler akıcılıkta aksaklıklar yaratıyor.

    Bilim kurgu hikayelerinde genelde gerçekleşmesi olası bir senaryo, en akla uygun çevre ve insanların o zamana uygun kültür evrimi tarafından desteklenerek, işlenir. Bu konuda Buz Pusulası bir kıyamet sonrası kurgusu olarak hiç kötü değil. Öte yandan kurgunda sınıfta kalan yanlar var. Örneğin insanlığın halen benzine ihtiyaç duyması veya kahramanlarımızın neden öteki sıcak noktaları terk etmek zorunda kalmış olduklarının belirtilmemesi gibi.

    Kurtlar ile ilgili olan kısmı daha kısa tutarak son savaşı şu anki haline kıyasla uzatman ve daha ayrıntılı işlemen daha iyi olurmuş kanısındayım. Karakterlere duyulan empati bağlamında başarılısın ve tek yapman gereken okuyucunun daha iyi anlayabileceği şekilde daha az karakter kullanarak yazmak olacaktır.

    Ellerine sağlık, aynı ilgi çekicilik düzeyinde ve daha çok özen gösterilmiş öykülerini devam eden aylarda görmek isterim.

  2. Geçen ay gönderdiğim gibi bir son dakika golü oldu. O yüzden cümle yapıları gibi konulardan daha ziyade hikayeyi bitirmeye özen gösterdim. O yüzden anlatım konusunda sıkıntılar var dediğiniz gibi.Karakter sayısını fazlaca tutmamın nedeni bu hikayeyi zaten geniş ve yaşamak için birbirlerine muhtaç olan bir ailenin olduğu hissini vermekti. Hikaye genellikle yaşlı adamın etrafında dönse de her bireyin onun kadar önemli olduğunu anlatmak istemiştim.

    Kurgu konusunda daha önceki sıcak bölgeleri neden terkettiklerini yazacaktım ama dedim ya son dakikada bunu yazmayı unutmuşum. Sıcak bölgeler buz çağındaki mikroklima iklim alanları. Ortaya çıktıktan sonra bazen bir gecede bazende aylarca soğumadan kalabiliyorlar. Ama er ya da geç soğudukları için yine rasgele ortaya çıkan bölgeleri aramak zorunlu hale geliyor tekrar. Benzin konusunda ise ara buz çağını günümüze çok yakın bir zaman olarak belirlemiştim. Bu yüzden teknoloji ancak kara uyum sağlayabildi. Zaten asıl buz çağında da teknolojinin gelişimi durdu. Ama sizin de dediğiniz gibi bunları hikaye de belirtmem gerekirdi.

    Aksiyon sahneleriyle sorunum olduğunu mit’in ve sizin bu konu üzerinde durmanızdan dolayı anlamış bulunmaktayım. Ama yine de kurtlarla ilgili olan bölüm bence son savaştan daha önemliydi ve bu yüzden bu kadar uzun olması normaldi. Ama son savaşında kısa olmasının nedeni her şeyin bir anda olabileceği hiç beklemediğiniz bir anda hayatın sonlanabileceğini hissettirmekti okuyucuya.

    Yorumunuz için teşekkür ederim. Umarım siz de bu yorumumu bir karşı eleştri olarak değilde bir açıklama isteği olarak görürsünüz.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *