Ne de nahoş bakarsın öyle. Etme daha, tez elden mamurlama beni. Var kafamda elbet bin bir türlü illet. Başlama imdi sen de. Bilmem hangi birini dersin. O gözler neleri ima eder, neye ağıt yakar? Nelere kin tutar, iffeti kimedir? Hangi yetilere haiz, hangi gizlere gebedir? Yoksa onu mu dersin? Belki de demezsin ancak ben onu anlarım bakışından. Gece olaydı, işten gelmiş, yorgun olaydım, kafam hafif telli olaydı başka başka şeyler anlardım elbet. Ama saat sabahın körü be canımın içi, saat erken be güzelim, saat çok erken. Anlatayım madem, hem sen de bir silkelen.
Koku hafiften yokluyor. Ben pek sevmem kokoreç. Ama çarşı caddesini dolduran o koku var ya, severim işte onu. Akşamüzeri, semalar alev alev. Herkes çekilmiş köşesine. Kahvehaneler, kaldırımlar tıklım tıklım. Bir seyr-ü sefer edelim dedik. O cadde yok mu o cadde… Hani yazları ter kokan, balgam kokan, rakı kokan. Dalıverdim bir baştan. Her taraf duman. Köşede minik çay ocağı, adı yok. Tentesi beyaz, delikli. Birkaç tabure ya var ya yok. Kapmış bizimkiler. Mustafa sivrildi hemen, meymenetsiz!
– Adnan ağabey. Yakıyorsun yine. Nasıl? Var mı bir şeyler geceden?
Bir de böyle ağzını yamultması, elini şöyle böyle yapması yok mu? Verir miyim hiç cevap, çevirdim kafamı yürüdüm. Arkamdan bir kıkırdama tuttular. Azcık ötede çiğköfteci Rasim Usta. Gene sinek avlıyor. Kurtlu sandalyelere çökmüş tüttürüyor. Pek sevmem ustayı, ama çırağı var ya, melül melül bakar. Bizim komşunun oğludur. Dürüst çocuktur. Yakışıklı çocuktur. Akıllı, saygılı çocuktur. Tanışırız çoktandır. Belli, sever o da beni.
– Adnan ağabey! Nasılsın ağabey?
– İyi be gülüm, sende ne var ne yok?
– Görüyorsun ağabey koşturuyoruz. Sinan söyledi, dün gece el arabasıyla taşımışlar seni.
Dudakları gerildi, anladım. Bıyık altından gülüyor şerefsiz. Hayret! Demir yapmaz öyle şey. Bana öyle gelmiştir dedim. Yürüdüm gittim. Bankanın önü sıra gene. Mecbur, salındım kaldırımdan. Ortasından dolaştım yolun. Yalnız nasıl dolaştım? Böyle bende bir haller, bir hisler. Allah hayır etsin inşallah. Bankanın altı, ayakkabıcının yanı kahve hemen, işçi kahvesi. Bir oturayım, iki laflayıp çay içerim dedim. İçeri bir girdim, herkes bi’ süzüldü, serpildi, duruldu. Oturdum köşeye. Bir sessizlik. Bakıp bakıp kulaktan kulağa falan konuşmalar. Karşı köşede Hüseyinler var. Hazzetmeyiz hiç birbirimizden. Çaylarını, kahvelerini yarım bıraktılar. Kalktılar yürüdüler. Gitsinler tabi, kalsalar daha mı iyi? Gitsinler. Benim de pek durasım gelmedi ya. Ben de kalktım, içmedim çay may. Hoş, istesem de getirmezdi ya kahveci.
Çıkarken ayakkabıcıda bir şey ilişti gözüme. Sarı kolinin içinde, tozlu mu tozlu, pis mi pis. Kafamı çevirdim yürüyorum yine çarşıya. Kalender Büfe’yi de geçtik. Yalnız bir ses var hoşuma giden, öbürkülerden ayrı. Tak ediyor, tak tak ediyor. Durdum, bakındım ses yok. Üzüldüm. Yürüdüm yine. Az ötede bizim köfteci Yakup. Demir dediydi ya, Sinan söyledi diye. İşte bu Yakup o sidikli Sinan’ın ağabeyi olur. Karnım da kazındı azıcık. Ağzını da ararım hem, bakalım bu ciğeri beş para etmez nasıl dalga geçecek dedim.
– Yakup, dedim. Bana bir yarım yap.
– Hemen ağabey!
Yakup’ta bir telaş, bir heyecan… Şaşırdım tabi, ama etmedim belli.
– Neden gülmezsin, eğlenmezsin benle Yakup? Gece yanından geçerken katıla katıla gülen sen değil misin? Alengirli laflar edip gecemi zehir eden sen değil misin? “Delikanlıya gel, delikanlıya!” diye bağıran sen değil misin?
– Kusura bakma Adnan ağabey. Beklettim az, ızgara ısınmadıydı. Kusurumuz olduysa affet ağabey!
– Yok dedim, güzel olmuş. Güzelce bir yedim, doyurdum karnımı. Bir onluk uzattım Yakup’a.
– Estağfurullah ağabey! Bu seferki de bizden olsun.
Hiç ikiletir miyim? Etmem elbet. Eyvallah dedim, yürüdüm gittim. Durakların olduğu dört yol ağızını da geçince hemen köşede bizim terzi Rasim dayı var. Bir gözü toprağa öbürü kumaşa bakar. Laf atmadan geçmem Rasim dayıya, ama o gün olmadı, atamadım. Vitrinde bir ceket ilişti gözüme. Kapkara, güzel mi güzel. İçime bir duygu doldu. Girsem mi girmesem mi derken yürüdüm gittim. Ama o ses geldi yine, çınladı kulağım. Tak etti, tak tak etti. Bakındım, yok kimse. Başladım yürümeye yine. Az ötede başka bir tak tak duydum. Çevirdim kafamı, amcanın elinde tesbih. Taşları bir güzel, bir parlak, sesi de tok mu tok. Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Başka olmasına başkaydı bu tak tak, ama aldı işte canımı, oturdu yüreğime. Durmadım hiç.
Sokağın aşağısında sosyetenin gittiği çay bahçeleri olur. Oralara inince sokak değişiverir birden. Ne kokoreç kokar artık, ne duman. Bizim fırlamalar karı kız götürmeye inerler anca oralara. Dedim bir de ben geçeyim bakınayım, ne var ne yok.
Binaların bittiği yerde Güral’ın çay bahçesi başlar. Sessiz sakin yerdir. Orada biri ilişti gözüme, tanıdık mı değil mi derken yaklaştım tabi. Bir anda bir gürültü, bir hareket. Herkes ayağa fırlayıverdi. Korktum, az geri kaçıldım. Çay bahçesinin sahibi geldi.
– Hoş geldin ağabey dedi. Gel Adnan ağabey, istediğin yere otur. Ne istersin ağabey? Ne getireyim, ne yapayım, ne yaptırayım sana?
– Hoş bulduk Güral dedim, hoş bulduk. Oturmayacağım, geçiyordum.
Baktım. Tanıdım hergeleyi. Sen de buradaymışsın. Sen de kalkmışsın ayağa. Kız mız da yoktu yanında. Kızmadım, çevirdim kafamı yürüdüm. Arkamdan oturdu herkes. Manavın yanından geçerken Mustafa’yı gördüm. Hemen geldi, halimi hatırımı sordu.
– Bir isteğin varsa söyle ağabey dedi, manavdan bir şey istersen ben taşırım dedi, sen zahmet etme.
Manavdan ıspanak alacaktım ben de. Girdim Alaattin Amca geldi hemen.
– Buyur Adnan Bey oğlum. Ne istersen al, dükkân senin dedi. Yok dedim amca, sen bana iki kilo ıspanak sar.
– Sen olmasan ne yapardık Adnan Bey oğlum? Kızım Hatice’nin namusunu kurtardın, bizim namusumuzu kurtardın. Daha ne isteriz senden.
Aldım ıspanağı, laf etmeden çıktım dükkândan. Bizim meymenetsiz Mustafa kaptı hemen elimden. Yalakalık eder bilirim, kanında var şerefsizin. Gene de bilir insana yaranmasını. Sokağın sonunda Yamanların sarraf var. Camı ayna gibi, tertemiz. Durdum bir dakika, derin derin baktım cama. Altınların üstünden biri döndü, o da manalı manalı baktı bana. Ceketi omuzunda, yumurta topuk, pırıl pırıl ayakkabıları, elinde oltu taşından tesbih. Benden az daha yaşlıca. Ayağını kaldırdı, vurdu topuğunu. Tak etti, tak tak etti. İçim gıcıklandı gene. Çevirdim kafamı, yürüdüm geldim buraya.
Gelmesine geldim de, namus dedi ya Alaattin amca. “Namus” dedi. Bir gülme aldı beni. Gülerim ne zaman hatırlasam. Sen de güler misin bir tanem? İçten içe güler misin ben gülünce?
Ne yazsam eksik kalacak ama iki kelam etmeden de gitmek istemem elbette. Hikayeyi okudum, bitirdim ve şöyle bir sahne oldu; hayal edin: Gözler daha iyi görmek için yuvalarından biraz daha öne çıkmış, şaşkınlık kalpte ritim bozukluğu yaratmış, el klavyeye gidiyor sonra başa alınıp tekrar okunuyor hikaye. Beyinde neon ışıklı levhalar yanıyor, “işte bu işte bu”.
İşte bu. Ana karakter temanın kendisi. Kapatmasının evinde başlıyor anlatmaya. O anlatıyor biz de film izler gibi takip ediyoruz onu. Finali de gayet iyi.
Anlatım ve dil fikrimce kusursuz.
Çok beğendim. Hikaye varlığıyla zaten söylemiş söylenmesi gerekeni.
Öncelikle şaşırdığımı itiraf etmem gerekir. Yazarın bir önceki öyküsünde premodernist ve modernist ögeler dikkat çekmekte iken bu öyküsünde postmodern ögeler baskın. Hâl böyleyken öyküde metinlerarası bir öge de aradım ancak bulamadım. Yazarın üslup arayışı içinde olduğunu düşündüğümü belirtmiştim, sanırım bu da kanıtı. Öte yandan her ne kadar eksikler dikkat çekmekte ise de yazarın bir önceki öyküsü gibi son derece başarılı bir öykü olmuş, öyküyü beğendim. Hatta postmodern öykü denildiğinde ilk akla gelen o malum derginin son sayısındaki öykülerden daha iyi olmuş. Eksiklerden söz etmem gerekirse ilk dikkatimi çeken yazım yanlışlarının çoğalmış olması. Bir önceki öyküde yalnızca bir yazım yanlışı bulabilmiş iken yazarın bu öyküsünde daha fazla sayıda buldum. Okurken kendimce etkinin dağılması ve eksiklik hissettim. Bu da öykünün biraz aceleye geldiği izlenimi oluşturdu bende. Yoksa yazarın elindeki bu malzemeyle ortaya çok daha iyi bir öykü çıkarabilecek yetide olduğunu düşünüyorum. Yazarı takibe aldım.
Kaleminize sağlık. Öykünüzü oldukça beğenerek okudum.
Merhabalar. Gerçekten güzel bir hikâyeydi, kendimi bir mahallede gezer gibi hissettim. Ama nedense tam olarak kendimi veremedim, bir ara bir daha okuyacağım.