Öykü

Akrostiş

Kasvetli bir pazartesi günüydü. Kuş cıvıltılarıyla uyanan insanlardan farklı bir biçimde uyanmıştım. Penceremin önünde duran bir karga, yaşanacak olan olaylara karşı beni uyarmaya gelmiş gibiydi. Belki de bu yüzden aceleyle uyandırmıştı beni. Kara pençeleriyle panjurumun beyaz çıkıntısına tutunmuş, kanatlarını da hayali bir ateşi söndürmek istercesine çırpıyordu. Bir sağa bir sola çevirdiği gagasıyla adeta camımı dövüyordu. Uyandığımı fark edip görevini tamamladığını anlamasından mı yoksa ona doğru yaklaşmamdan ötürü korktuğundan mıdır bilinmez, ani bir kalkışla gözden kayboldu. Okulumun ikinci yarıyılı başlıyordu bugün. Saate baktığımda, ilk iki dersi çoktan kaçırdığımı fark etmiştim. Güneşi doğurmadan başlayan derslere ne saygım, ne de sevgim vardı. Dolayısıyla çok da umursamamıştım. Ayrıca diğer öğrencilere göre ayrıcalığım olmalıydı. Tatil dönemimi boş geçirmemek adına, gönüllü bir şekilde ‘Miskinler’ bölüğüne yazılmıştım. Her geçen gün daha da rütbeli bir miskin olup, okulum başlayınca terhis edildim. Aslında fırsat verseler belki ‘Albay Miskin’ olarak bile anılabilirdim. Yanlış topraklarda doğduğumun, tekrar farkına vardım şimdi. Rusya’da doğmalıydım ben. Hem belki o zaman kariyerimde ilerlememe fırsat verirlerdi. ‘Albay Mishkin’ derlerdi o zaman. Başımın üstünde yer alacak olan ushanka -yani kalpak- ile de beklediğim saygıyı görebilirdim böylece. Sonuca bakmak gerekirse terhis edilmiştim ve okula gitmek zorundaydım. Bu durum, hayallerime ayrılan sürenin bir kez daha sonuna gelmiş olduğum anlamını taşıyordu. Hızlı bir şekilde evden çıkıp, okuluma doğru yol aldım. Üçüncü derse yetiştiğimi sanarak, sınıfa girdim. Daha önce görmediğim bir yüzü, öğretmenler masasından bana bakarken buldum. Sakalsız yüzünde en dikkat çeken detay, çekik gözleriydi. Bu gözler, Türk insanının gözlerine kıyasla, daha hadsiz bir çekikliğe sahipti. Nasihat veren veli tonuna benzer bir ses yüksekliğinde, sınıfa ilk uyarısını yapmanın taşıdığı farkındalıkla seslendi: ‘’Bi-bir daha o-ol- olmasın. De-dersime geç ka-kalmayın.’’ dedi. Yeni müzik hocamızın kekeme oluşu, ortak bir sınıf bilinciyle hareket etmişçesine komik ve şaşırtıcı karşılandı. Gülüşmeleri duyan hoca, insanların zamanla her şeye alışabileceğinin farkında olduğu için, pek aldırış etmiş gibi görünmüyordu. Tekrar bana döndü. ‘’Kalmayın’’ dedi. ‘’Ka-ka.’’

‘’Mi’’ demişti o gün yeni müzik öğretmenimiz.  Dersi kekelemeden anlatması bize ilk baştaki kekeme olma durumundan daha şaşırtıcı gelmişti. Sonuçta artık her hafta onunla işleyecektik bu dersi. Anlaşılmamanın yanında, anlayamama telaşı taşımak istemiyorduk. Gerçi anlaşılma telaşını da hepimizin belki de ben hariç kimsenin taşıdığını da söyleyemezdim. Hocamızın köklerinin bir kısmı Asya’ya dayanıyormuş. Kendisini bir ‘’İstanbul aşığı’’ olarak nitelendirmesi de, neden burada olduğunun bir kanıtıydı. Hocamızın müfredatın dışına çıkmayı sevdiğini fark etmem, pek uzun sürmedi. Hüzünlü şarkılar üzerine master yapmış gibi davranıyor, bize de sanki onun yüksek lisans öğrencileriymişiz de, bu dalda bizimde uzmanlaşmamız gerektiğini bekler nitelikte davranıyordu. Sınıftaki mizah kapasitesi olarak en yüksek öğrencilerden biri olduğumdan, bir gün derste Saori Yuki’den Suki Yo şarkısını dinlememiz gerektiğini söylemiştim. Hocamızın bu öneri karşısında ne kadar mutlu olduğunu hatırladıkça, ne kadar aşağılık bir insan olduğumun farkına varıyorum. Şarkı başladıktan kısa bir süre sonra, hemen hemen bütün erkek öğrenciler gülmekten ağlamaya başlamıştı. Hocamızın ise berduş bir şekilde, elini sigara içer gibi ağzına götürüp, uzaklara doğru dalması, şarkının Asya kültüründeki etkisini bilmesinden kaynaklıydı.  Şarkının içeriğini ve sözlerini bilmeyen veya benim gibi bilmezlikten gelen arkadaşlarım ise yerlere yatıyordu. Daha sonra ses biraz yüksek çıkmış olacak ki, okulumuzun müdür yardımcısı olan Yasemin Hoca kapıya vurmadan sınıfa daldı. Yerinden fırlayan müzik öğretmenimiz ise, durumu daha sonra kavradı. Şarkı sözlerinin Türkçe için sinkaf içerdiğini, Yasemin Hoca’nın ve sınıftaki erkek öğrencilerin surat ifadesinden anladı. Hocanın düştüğü çaresiz durumu gördükten sonra bütün neşem kaçmıştı. Bir daha onun o çekik gözlerine bakamayacağımı düşünüyordum. Akabinde dersten çıkartıldım.  Kapıya doğru yürürken hocamızın Yasemin Hoca’dan kekeleye kekeleye özrün her çeşidinden dilediğini duyuyordum. Yasemin Hoca’nın ketumluğu, güzelliğinin önüne geçiyordu. Kapıyı çekti. Birlikte odasına doğru yürümeye başlayacaktık ki, kapı açıldı. Dönüp kapatmak için kapıya doğru yaklaştığımda, aralıktan hocamızın en son özür dilediği yerden bir milim kımıldamadan ders anlatmaya koyulduğunu gördüm. Sarı sesinde utanç vardı. ‘’Mi’’ dedi. ‘’M-Mi.’’

Kalın parmaklarla donatılmış bir elin, ders kitabımın beyazlığına düşürdüğü gölgelerle fark etmiştim birinin tepemde olduğunu. Gözlerimi, kitapta yer alan karikatürlere devirmiş, haliyle hocanın bana yaklaştığını görmemiştim. Kulağım kekelemeden anlattığı dersteydi.  Aklım ise başka yerlerdeydi. Son günlerde müzik hocamızın, felaket bir biçimde Yasemin Hoca tarafından reddedildiği konuşuluyordu. Hocanın düştüğü zavallı durumu zihnimde canlandırıyordum. Yasemin Hoca’dan hoşlanması doğaldı. Yasemin Hoca gerçekten güzel bir kadındı. Zarifti. Hocamızın tipini beğenmemişti belki de. Yan yana geldiklerinde pek yakıştıkları söylenemezdi. Lakin müzik hocamız, içi güzel bir adamdı. Biz de onu zamanla sevdik. Ona yaptığım terbiyesizliği unutmuştu. Belki de unutmuş gibi davranıyordu. İnsanlar onun kekeliyor oluşuna da alışmıştı. Kimse sessizce gülmüyordu artık. Onu, bizden biri gibi görmeye başlamıştık. Yasemin Hoca’nın onu istemeyişi, belki de onu bizim gözümüzde bir köpek yavrusu gibi görmemizi sağlamıştı. Koskoca adama ister istemez acır hale gelmiştik. Daha acı olan kısım ise onun bu durumu fark etmiş oluşuydu. Artık gözlerimize bakmıyordu. Önceleri ben onun gözlerine bakacak cesareti bulamıyordum. Şimdiyse sahte tebessümlerle gözlerini bizden saklıyordu. Ders biter bitmez, soluğunu sigara odasında alıyordu. Onun derslerindeki ‘Hüzünlü Şarkı Dinleme Geleneği’ni ben bitirmiştim. Afyonsuz bırakmıştım belki de onu. Bir şekilde hocaya yardım etmeyi düşünmeye başladım.  Aklıma, hocamızın kaleminden, Yasemin Hoca’ya bir şeyler yazma fikri geldi. Mektup yazamazdım, çok klişe olurdu. Hikaye yazacaktım. Onları sembolleştirerek bir hikaye yazacaktım. Bir süre sonra yazdım. Daha sonra okul çıkışında hocamıza götürdüm. Yirmi sayfaydı. Okurken onu izlediğimi, son sayfayı çevirdiğinde fark etti. Her şeyi bildiğimi bilmesine mi, yoksa çaresizliğine mi üzüldü bilmiyorum. Gözlerinden damlayan yaşları, ceketimin omuz kısmında buldum.  Hikayeyi beğendiğini, kullanacağını söyledi. Beni affedip, affetmediğini sordum. Tebessüm ederken gözleri kayboldu. Vedalaşırken sarı sesiyle bana seslendi: ‘’ Bü-büyük bi-bir ka-kal-bin v-var. A-af-ff-et-tim.’’ dedi. ‘’Büyük bir kalp.’’ ‘’Ka-ka.’’

 

Zemin kattaki sınıfımızda, bir günü daha noktalamaya hazırlanıyorduk. Okulumuzun kapanmasına birkaç hafta kalmıştı. Yasemin Hoca’nın dersiydi. Giydiği topuklu ayakkabılarının sesi, onun sesini bastırıyordu. Yasemin Hoca’yı ne zaman görsem, ruhuma bir gölge düşüyordu. Hemen gözümün önüne müzik hocamızın Werther hali geliyordu. Müzik hocamı en son dört gün önce görmüştüm. Vedalaştıktan sonra okulda hiç rastlaşamadık. Öğretmenler odasına gidip, onu utandırmak da istemiyordum. Doğal bir şekilde denk getirip, öyle konuşmayı isteyeceğini tahmin ediyordum. Zilin çalmasına beş dakika kalmıştı. Yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştık ki, Yasemin Hoca’nın çığlığı, kulaklarımızı adeta ortadan ikiye kesti. Ne olduğunu anlamadan, herkesin camda toplandığını gördüm. Birbirlerini iten insanların, gördüğü şeyi anlamasıyla çıkardığı ‘’olamaz’’ kelimesini ne zaman duysam, aklıma hep o gün gelir. Arkadaşlarımın başı üzerinden baktığımda, ben de bu kelimeyi kullanmıştım muhtemelen. Hocamın mermer üzerine boylu boyunca uzandığını, siyah ceketinden sızmakta olan kanı görmüştüm. Daha sonra yüzünün sağ kısmının yere yapıştığını, sol kısmının ise gökyüzüne doğru baktığını hatırlıyorum. Başından akan kan, bir nehir gibi uzayıp gidiyordu. Hareketsiz bir biçimde yatıyor, kolu ondan bağımsız bir şekilde dizlerine doğru uzanıyordu. Hemen ambulans çağrıldı. Müdür geldi. Camlardan uzak tutmaya çalıştıysa da, kimse onu dinlemedi. Daha sonra polisler geldi. Sorular soruldu. Müdür: ‘’Kazayla düştü.’’ demişti. Olayın kaza olmadığını, eve gittiğimde hocamdan gelen kargoyu açtığımda öğrendim. Kargo paketini açtığımda, bir kartpostalla karşılaştım. Dünün tarihi atılmıştı. Kartpostalın üzerinde Asyalı bir pilot vardı. Daha sonra araştırdığımda, bu pilotun ilk Kamikaze pilotlarından Yukio Seki olduğunu tespit ettim. Hocanın kartpostala yazdığı yazıyı, iki üç kez okudum. Yasemin Hoca’ya duyduğu aşkın, küçük düştüğü o günden itibaren başladığını, bugün de biteceğini yazmıştı. Onun kalbini bir türlü kazanamadığını, hikayeden sonra da daha da küçük düştüğünü anlatıyordu. Hayatında onurunun hiç bu kadar kırılmadığını, böyle bir intiharda da onurunu tekrar kazanacağını belirtiyordu. Yeşil kalemle yazdığı son cümleyi ise unutamıyorum: ‘’Onurlu bir ölümü, onursuz bir yaşama tercih ederim.’’diyordu. Kalın harflerle: ‘’KA-Mİ-KA-ZE.’’

Akrostiş” için 3 Yorum Var

  1. oktay hikayeni okudum.cok beğendim.sanki hikayenin içindeydim,çokta duygulandım.yeni h,kayelerini bekliyorum.tebrikler nimet börekçi

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *