Dün gece oturup bir sezon dizi izlediğim için yalnızca otobüste ayakta uyuduğum uykuyla işe gelmişim, henüz afyonum patlamamış ve bana söylenen ilk şey: “Dışardaki kıza bir bak istersen. 3 saattir duvarın üzerine oturmuş gözünü bile kırpmadan buraya bakıyor.”
“E bi’ sorsaydınız derdi neymiş diye ya da en azından içeriye alsaydınız donmuştur orada.”
“Bir kadın olmadan içeriye gelmeyeceğini söyledi başka da bir laf alamadık ağzından.”
“Tamam ben bir bakayım.”
Dışarı çıkıp caddeden geçtim. Kız gözlerini bana mı kilitlemişti yoksa binaya mı emin olamıyordum ama yaklaştıkça o kocaman kara gözlerin herhangi bir yere bilinçlice bakmaktan çok uzak olduğunu fark ettim. Hatta öylesine boş bakıyordu ki aynı anda hem her şeyden habersiz ufacık bir çocuk, hem de çok şey görüp geçirmiş yaşlı bir teyze gibi görünmesine yol açıyordu. Minicikti. Muhtemelen bizimkilerden birinin, bu ayazda donmasın diye omuzlarına bıraktığı ceketin altında kayboluvermişti neredeyse. Yanına gidip yardım edebileceğim bir şey olup olmadığını sorduğumda bile bana dönmedi.
“Anlatmam gerek.”
Bir sürü çirkin, şiddet dolu olasılık geçti aklımdan. Ya tecavüze uğramıştı ya da dayak yemişti. Ya da babası onu satmıştı. Ya da kardeşini doğurmuştu. Ya da daha kendisi çocukken çocuğunu kaybetmişti belki de. Ya da… “Ya da”lar böyle uzayıp gidiyordu ne yazık ki tüm dünyada. Hikayesini az çok tahmin edebiliyordum yani. Ama yine de dinlemenin kolay olmayacağından emindim. Hiçbir zaman olmazdı. Kızı ürkütmemeye çalışarak, yumuşak hareketlerle caddenin karşısına geçirip içeriye yönlendiriyorum. Boş odalardan birine girmesini işaret ederek “Ben sana yiyecek bir şeyler bulup geliyorum hemen,” diyorum. Tepki vermeden yalnızca itaat ediyor. Birkaç dakika sonra, içi ısınsın diye aldığım çayı da poğaçalarla birlikte önüne itiyorum. Gözünün ucuyla bile bakmıyor. Altında eziliyormuş gibi göründüğü için belki de içgüdüsel olarak omzundaki ceketi alıyorum. Kendi kıyafetindeki kan lekeleri tokat gibi çarpıyor yüzüme. Tepki vermemeye çalışıyorum ama versem de kız farkına varmazmış gibi duruyor.
“18 yaşını doldurdun mu? Reşit değilsen ona göre bir yol izlemem gerekiyor.”
Konuşmaya başladığında sesi de bakışları gibi bomboş. O kadar saat gece ayazında kalmaktan olacak, kısılmış gibi.
“İki gün önce 18 oldum.”
“Peki. İstediğin zaman başlayabilirsin.”
…
…
…
“Adım Narin. Evim arka sokakta. Annem, babam, 2 de kardeşim…”
Sanki cümlesini nasıl bitirmesi gerektiğinden emin değilmiş gibi sesi solup gidiyor.
“Eskiden insanlar özellikle yanardağların eteklerine yerleşirlermiş. Verimli topraklar varmış. Sıcak su kaynakları bol bulunurmuş. Ama aynı zamanda sürekli deprem olurmuş. Her günlerini yanardağın patlama tehlikesiyle yaşarlarmış. Ciğerleri aldıkları her nefeste külle dolar. Yaşam kaynağı olması gereken her nefesleri onları biraz daha zehirlermiş. Size saçma sapan şeyler anlatıyorum gibi gelebilir. Ben babamı işte o binlerce yanardağdan birine benzetiyorum. Evet bize yiyecek sağladı. Giyecek. Ev. Ama asla güvenli yuvamız olamadı. Annem, yine de o halklar gibi hiçbir zaman yanardağını bırakmadı. Babamın gürlemesinin hepimizi sarsmasına, yumruklarının bizi tek tek yere sermesine göz yumdu. Aynen deprem gibi, bir kez başladı mı o yumruklar tepemize yağmaya, yapacak hiçbir şey olmazdı. İster karşı koymaya çalış ister kaderine razı kendini korumaya uğraş… Hiçbir şey… Yalnızca kendi canı istediğinde işkencesi sona ererdi. Hele bir de içki dahil olmuşsa olaya… Yanında aldığımız her nefes onun neye karşı olduğunu bilmediğimiz nefretiyle dolup taşar, bizi zehirlerdi.”
Yorgundu. Yaşamak onu yormuştu ve belki de ilk defa bir yabancıya anlatmak da onu daha da tüketiyordu. Bense gözyaşlarımın akmaması için üstün bir çaba gösteriyordum.
“Dün okuldan döndüğümde karşılaştığım manzaranınsa bu ‘ufak’ sarsıntılarla alakası bile yoktu. Kapıyı her zaman anahtarımla açarım. Anahtarı çevirmeme rağmen kapıyı açamadım dün. Yüklenip iterek içeri girebileceğim kadar araladım. Açmamı engelleyenin sabah beni Allah’a emanet ol diyerek okula uğurlayan annemin soğuk bedeni olduğunu gördüm. Bütün çocuklarına aktardığı o kocaman kara gözleri kapalıydı. Anlatamam. İnsan annesini kendi kanında yatarken görünce ne hissettiğini nasıl anlatır ki?..”
İlk defa sesi titredi. Ağzını açtığı andan beri yanaklarından süzülen yaşlar sanki ilk kez alışkanlıktan değil de acısından dolayı akıyordu.
“İstersen ara verebiliriz.”
Ağlamamak için kendimi sıktığımdan sesim boğuk çıkıyordu. Kız başını şiddetle salladı. Ama beklediğimin aksine “hayır” anlamında.
“Durursam devam edemem. Kardeşlerim benden önce gelirler eve. Gözlerim onları aradı. Göremeyince koridorun sonundaki odalarına yöneldim. Kapıdan girmeden gördüm onları. Yasin ile Deren. İkizler. Odanın en uzak köşesinde kendini kabuğuna çekilerek tehlikelerden korumaya çalışan minik bir kaplumbağa gibi büzülmüş Deren. Ama tek fark; onun kabuğu yok. Hemen önünde ise Yasin. Yasin oldu olası Deren’e karşı hep korumacı olmuştur. Yine Deren’e kalkan, yumuşak bedenine kabuk olmaya çalışmış, belli. Ama nafile. İkisi de soluksuz şimdi. Kanları birbirine karışmış. Geldikleri gibi birlikte gitmişler. Bilmiyorum ne kadar süre gözlerim kardeşlerimde dikildim. Babamın Deren’in yatağında uyuduğunu fark ettim. Uyumuş. Onca hayatı küle çevirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi, uyumuş. Odayı, hatta bütün evi dolduran kan ve içki kokusuyla aldığım her nefeste içim nefretle doluyordu. Yanardağların eteklerinde yaşayan insanlar çok fazla ölümle karşılaştıklarında Tanrıların gazabını yatıştırmak için onlara insan kurban ederlermiş. Hatta o kurbanlar çoğu zaman gönüllü olurmuş. Kendi istekleriyle yanardağın içine atlarlarmış. Ben de kendimi kendi yanardağımıza kurban ettim. Babamın yanında duran bıçağı aldım ve üstüne atladım. Sonrası karanlık. Kendime geldiğimde saat gecenin 3’üydü. Nasıl olduğunu bilmesem de annemin yanına dönmüş, son kez dizlerine yatmışım. Sonra da kalkıp buraya geldim. Kendi hayatımı bitirdiğimi biliyordum, çok geç kaldığımı da. Ama belki başka hayatlar kurtulur diye kendimi kurban ettim ve pişman değilim.”
Son sözlerini söylerken ilk defa başını kaldırıp gözlerimin içine bakıyor. Sanki içimi okuyor, geçmişimi en ince ayrıntısına varana kadar görüyor gibi…
Çaresizliğin yıkıcı gücünü taa şuramda hissettim. Kaleminize sağlık. Çok dokunaklı bir öykü gerçekten. Keşke kadın cinayetleri bitse de biz de yazmasak…
Ustalıkla hazırlanmış bir öyküden öte… Bir hakikat betimlemesi olmuş bu anlatı. Özellikle o son cümleler bu hakikatin nerelere kadar sızdığını, nereleri yakıp dağladığını, nereleri köze çevirip parçaladığını çok yetkince betimliyordu.
Yaşanan her şey için üzgünüm. Bu karakterlerin hayali değil binlerce, milyonlarca olduğunu, koca gezegenin hemen her yöresinde yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını biliyorum.
Üzgünüm.
Öyküde bir yerde -di’li geçmiş zaman yerine şimdiki zamana geçmiş anlatı. Birkaç yerde de basit anlatım bozukluğu ve yazım yanlışı var ama toplasak o ‘’birkaç’’ gelip 3 etmez. Zerre kadar dert değil.
Bizi daha da bilinçlendirdiğin için tüm dünya adına teşekkür ederim.
Gerçekten çok üzdü, çok yıprattı ama anlatması gerekti ve anlattı. Böylesine bir çaresizliğe ses olup bu öyküyü yazdığınız ve dahası cesaret edip yazabildiğiniz için tebrik ederim.
Merhabalar,
Neden öyküyü diyaloglarla anlatmayı seçtiniz bilmiyorum; bunun doğru bir seçim olduğunu düşünmüyorum. Sırf bu seçimden dolayı öykünün gerçekliği doğal durmuyordu. Ayrıca temanın kullanımında da eğretilik vardı.
Her şeye rağmen meramını anlatabilen güzel bir öyküydü.
Kaleminize sağlık.
Zamanınız ve yorumunuz için teşekkür ederim