Öykü

ASET

Evrene düşüşleri muhteşem olmuştu, onlar buna ıstırap dediler. Onlara bir görev verildi, buna kölelik dediler.

Bu hikâye, farklı yerlerde farklı zamanlarda uydurma isimler takma cüretinde bulunduğumuz tanrıların evrene geliş sebeplerinin bir özeti, artık kendilerinin bile unuttuğu o eski ülkelerinden kovulma hikâyelerinin sadeleştirilmiş bir raporudur.

“Beni tahtın kraliçesi ilan ettiğin için sana şükranlarımı sunmaya geldim, yüce Taron. Ruhumun kıvılcımını çaktırmandan bu yana yaşadığım en heyecan verici olaydı bu. Hâlâ o coşkulu kalabalığın müzikli gürültüsünün zihnimde dalgalandığını hissedebiliyorum ve bu evrenin bir töresi olan o geçip gitmiş anı ruhumun bir köşelerinden çıkarıp tekrar tekrar yaşama sevincini duyuyorum. O ne muhteşem bir kutlamaydı! Türümüzden hayatta kalan herkes aynı büyük heyecanla tacımı giymemi seyretti ve Tauron efendim, ben, o tanıdık varlıkların gölgeler halinde birbirlerine üzerine sarıldığı tek-vücudun önünde, bu yepyeni evrende bir tanrıça olarak var olmanın heyecanını ilk kez yaşadım ve şunu anladım ki: Her ne kadar artık çok değişmiş hatta bambaşka bir varlığa dönüşmüş dahi olsam da yaşamak, var olmak, bir kimliğe ve anılara sahip olmak çok, çok büyük bir onur!”

“Evrene düşüşünden beri yaşadığın bunalımı atlatabilmen için düzenlendi tüm bu tören zinciri, düşüşün alçaltıcı etkisini hafifletmek için. Ve ne mutlu sana ki artık bir ismin var, sana yeni dilimizde tahtın kraliçesi anlamına gelen Aset diyecekler.”

“Alışması zor, tuhaf bir isim bu. Ve niye bu kadar kısa?”

“Artık eski mekânımızda değiliz, Aset’im – burada zaman, çarkları öyle büyük bir hırsla ve dönülmez bir hızla dönen bir canavardır ki tüm canları dişlileri arasında katarak ilerler, sayısız canın kurtulmak için attığı iç parçalayıcı çığlıklarını duymaz bile. Zaman, bu evrende her canlının ortak düşmanıdır. Bu nedenle burada hepimiz zamana köleyiz, ama ona karşı koymak, yıpratıcı gücüne boyun eğmemek, işlerimizi istediğimiz düzende ve hızda yürütebilmek için türümüzün yaşamına dair pek çok şeyi kısa tutmak zorundayız. Senin ismin de kısa tutmamız gereken şeylerden biridir.”

“Konuştuğumuz bu basit dile, bana layık gördüğünüz bu isme ve evrenin nice yeni ve garip törelerine alışmaya çalışacağım. Bana bu evren denilen ışıltılı cisimlerin kara boşlukta yüzdüğü yörenin törelerinden bahseder misin?”

“Bu evren, dualisttir, Aset. Burada, tek doğru ve tek yanlış yoktur; tek gerçek yoktur, hiçbir sonuç tek sebebe bağlı değildir, ortak bir zihinsel mekanizma tarafından algılanan tek bir zaman boyutu, tek bir duygu, tek bir arzu olmadığı gibi tek bir doğru da yoktur.”

“Biz çatışmalar evrenine mi düştük yani?”

“Doğru bir çıkarımda bulundun, güzelim Aset. – Burası, çatışmalar evrenidir. Ama her şey her zaman göründüğü gibi kötü değildir, nurlu suratın binlerce parlak yıldızı karartacak denli asılmasın. Şunu hep aklında bulundurmalısın: Çatışmanın olduğu yerde uzlaşma da vardır. Sıkıntının olduğu yerde huzur da var olacaktır. Denge, benim uysal Aset’im, bu evrenin en kısa süren orjisidir, zevk-ü sefasıdır. Dualist evrenin iki kutbu bir denge haline ulaşmak için sürekli çarpışıp duracak, birbirlerini sonsuza dek yok etmeye çalışan aykırı kutuplar, halkların bir kutupta ne kadar güçlü olursa olsun, hep var olacaktır. Ne iyi ne de kötü gelmesi kesin olan ama hiç gelemeyecek gibi görünen “sona” dek bakidir. Ne tam huzur ne de tam bir sıkıntı hali bu evrene hâkim olabilir. Yüzler ne hep asıktır ne de hep güleç. Ne sürekli çalışma vardır ne de sürekli dinlenme. Hep bir denge durumu en kalabalıktan, en kuytusuna kadar evrenin her yerine hâkimdir. Acı da rahatlama da, önceden tayin edilmiş mükemmel bir adaletle evrendeki ruhu olan tüm canlılara eşit olarak paylaştırılmıştır, burası bizim geldiğimiz evrenden çok farklı bir mekân. Parlak yüzlü Aset’im, bu evrendeki hayatından şimdiye dek memnun kaldın mı?”

“Bu evren bizim gibi meraklı türler için ideal bir mekân. Sürekli yenilenen bu çeşitlilikten aklımı kaybedebilirim! Üstelik tüm bu halklar, hayvanlar, bitkiler ve sistemler öyle süslü ve biricikler ki hepsini anlayabilmem için bu evrende geçirdiğime denk bir zaman boşlukta bir oraya bir buraya seyahat etmem gerekecek. Ve tabii ben gezmek, yeni yerler tanımak için arkamı döndükçe başka bir yerlerde yeni hayatlar, düzenler fışkıracak ve bu sanırım böyle sürüp gidecek.”

“İşte bu nedenle artık yeni çocuklar doğurmalısın. Sizlere tayin edeceğim halkların liderleri olmanızı ve onları tek doğru yol üstünde tutmanızı istiyorum.”

“Nasıl olacak bu, bizden tam olarak istediğin nedir?”

“Yıldızların çıplak tepelere düşürdüğü ışığın güzelliğinden ya da aslanın pençesinin ağırlığından sorumlu değilsiniz. Otların hoş kokusundan ya da böceklerin yuvalarını tasarlama biçiminden de sorumlu değilsiniz. Bu evrenin düzenini değiştirmeniz engellenmiştir. Siz ancak insanları değiştirebilirsiniz. Ki ne mutlu aranızdan bunu başarabilenlere! Onlara yaşama dair her şeyi öğretmenizi istiyorum. Dilinizi, doğayı ve onun kanunlarını, yaşamayı, hayatta kalmayı, anlaşmayı, uzlaşmayı, inşa etmeyi, torunlarına miras bırakacak eserler üretmeyi ve bunun neden önemli olduğunu… Onların kaderini yöneteceksiniz, onlardan yardımınızı esirgemediğiniz koruyucuları, tanrıları ve tanrıçaları olacaksınız.”

“Bizim dilimizi anlayabileceklerini mi düşünüyorsun?”

“İnsanların bir kısmı çoktan bu dili konuşmaya başladı. Yaratıcı’nın gazabına uğramadıkları sürece hep bu dili konuşup gideceklerinden eminim. Öyle çatık kaşlı bakma, Aset’im! Evet, bu konuştuğumuz bir halkımızın dilidir. İsyan etmeye başlamadan önce bunun benim buyruğum sonucu olduğu fikrine kapılma, bu bizzat Yaratıcı’nın emridir. Bize emredildiği üzere artık bu dili konuşacağız. Halklarımız, birkaç seçilmiş öğrencimiz dışında, bu dilin içerdiği ölçülerden bihaber olacaklar. Meleklerin ışıltılı dudaklarından fışkıran kutsal emir budur. Söylediklerine göre, Yaratıcı çatıları ayaklarının dibine dek yükselen, haritasını meleklerden başkasının bulamayacağı, diğer tüm evrenlerin karanlığından arınmış bir mekân yaratmış. İlk insanı bir sebeple buradan çıkarmış ve böylece hikâyeleri bizimkinin neredeyse tıpkısı olan düşmüş bir soy ortaya çıkmış. Görüyorum ki hangi talihsiz halktan bahsettiğimi anladın, zeki Aset. Ama ne olursun acı bir şekilde seyahat yollarımızın anısını canlandıran yaşlar akıtmayı kes!”

“Bahsettiğin o düşmüş halk, İnsanoğlu mu? Ben Yaratıcı’nın ikramından kovulmuş bir halka mı Tanrı olacağım? O zavallı cüce halka mı? O gökyüzüne ulaşamayanlara mı, yıldızların tenine dokunamayanlara mı? O küçük ve kırılgan ve faydasızca kaynayıp duran topluluğa mı? Onlar yalnızca başka canlıların ölüleri üzerinde beslenen aç böcekler değiller mi? Takvim tutmayı beceremeyen, sayıların hesabını yapamayan, bedenlerindeki en ufak kusurda ikiye bölünmüş solucanlar gibi kıvranan, aptal, taklitçi, doğaya karşı duyarsız, kendi özlerinden habersiz, gözleri ve kulakları yalnızca tek bir boyuta açık olan halkı mı kastediyorsun? Kendilerini tek bir gezegene mahkûm etmiş ırkın Tanrısı mı olacağım? Benim hak ettiğim bu mu? Işık ve karanlığın bir, yönlerin çok olduğu, seyahat yollarımın yoğun ama kıpırtısızca önümden akıp gittiği, zamanın güldür güldür çağladığı ama cismimin hiç yıpranmadığı, dostumu ve düşmanımı pek de farklı bilmediğim, hiçbir şeyden sorgulanmadığım, yürümek için toprağa, solumak için havaya ihtiyaç duymadığım, bildiğim tek yuva olan o dertsiz, tasasız evrenden düştükten sonra ben bu silik halkın yönetimini mi hak ediyorum, kudretli Tauron?”

“Doğru – bahsettiğim halk onlardır. Ve evet, onların silik bir kimliğe sahip oldukları da doğrudur, hatta bir derece beceriksiz oldukları ve pek de cevval olmadıkları da doğrudur. Hayır, senden saklamayacağım: Üstelik bu halk çok da gençtir. Böyle itibarsız görünen bir yükümlülüğe mahkûm olman senin için yıkıcı olabilir ama yine de bana karşı takındığın bu asi tavrı hiç beğenmedim! Bu evrene düşen yalnızca sen değilsin, ben de bu evrene düşmenin şaşkınlığını yaşıyorum ve şunu takdir edecek kadar zeki olduğundan şüphem yok: Benim gibi kudretli bir varlığın düşüşünün etkisi daha kesin bir felakettir. Üstelik evrenimiz karanlık küller altına gömüldüğünde sen zaten çoktan kaçıp bu evrene sığınmıştın, ben ise soyumuzun geri kalan kısmını kara deliklerin püskürttüğü bilinmeyen maddelerin küllerinin altından çıkarmakla meşguldüm. Ah, ne büyük bir yıkıma tanık olmuşum! Yuvalarımız, saraylarımız yıkılmıştı ve seyahat yollarımızın selinin önüne bir set çekilmişti. Hâlâ buralara kadar nasıl gelebildiğime şaşıp duruyorum ve nerede yanlış yaptığımızı düşünüyor, düşünüyor, ama hiçbir soruma cevap bulamıyorum. Tüm cevaplar karanlık küllerin örttüğü ağızların içinde ve o ağızlardan bundan sonra anlamlı bir ses çıkamayacağından korkuyorum. Sanırım küllerin altında kalan soyumuzu unutmalıyız, çünkü onlar için artık bir gelecek yok! Şimdi ne kadar yalnız ve zavallı olduğumuzu anlıyor musun, öfkeli yaşlar akıtan Aset? Bu yaşlar yıkılan hayallerin için mi yoksa o dehşetli yıkımından sonra bir daha asla eski görkemine kavuşamayacak olan medeniyetimiz için mi? Bu evrende var olmamıza izin verilmesinin ne kadar büyük bir şans olduğunu anlayamıyor musun? Hâlâ yaşıyoruz ve evet, bir parça değişmiş ve ne yazık ki cisimleşmiş olmamıza rağmen yönetim hakkını elde ettik. O küçük savaşta alt etmediğimiz tek bir cisimsiz varlık kalmadı, evren artık bizim hükmümüz altındadır. Buna sevinmeli ve yüce Yaratıcıya şükretmeliyiz. Aslına bakarsan başımıza gelen o korkunç felaketlerin doğrudan Yaratıcının bir dileği olduğundan neredeyse emin gibiyim. Yalnızca onun bu kadar gaddar olabileceğine inanmak istemiyorum; ancak o büyük yıkımın emrini verenin O’ndan daha az kutsal bir ağız olduğunu sanmıyorum. Renksiz göklerin çatırdaması, boşluğun yaprak gibi titreşmeye başlaması ve o Yaratıcının anlam yükleyemediğimiz sesi olduğuna kanaat getirdiğim korkunç çınlamalar! Bundan daha sert ve daha kararlı bir ses yoktur. Sınırları olmayan sarayımın hoş kokular püskürten fıskiyeleri önünde sohbete dalmış olan hizmetkârlarım olayın ilk başladığı sıralarda yalnızca benim konuştuğum dilde söylenen bir sözün gökyüzünden üzerlerine yağdığını duymuşlar: “Yok olun!”. Bazıları bunun göklerin çatırdamasıyla birlikte ruhları bin parçaya ayrılan zayıf varlıkların tekrarlayıp durdukları son sözler olduğunu söylüyor. Bense benim konuştuğum dili sizden bile iyi bilen hizmetkârlarımın bu dehşet verici sözü yalnızca duymuş olabileceklerini düşünüyorum çünkü onların hiçbiri, o bir kâbusun yeniden canlandırılmasına benzeyen anda böyle bir şeyi uydurabilecek kadar zeki ve plancı davranabilecek canlılar değildi. Evrenimizin yok olması emri gökten üzerimize dalga dalga yağdı, önce akıntı sonra da sel olarak; zaten bundan sonra da tüm cisimsizlerin parça parça olup benzerini görmediğim bir fırtınada burgaçlar halinde dönüp durduğunu gördüm. Sarayım hakkında son hatırladığım şey bir kül yağmuru altında temeline kadar çökmesiydi. Yurdumuzu terk ederken gördüğüm tek manzara ise tepemizde kazara değil kesinlikle bir tasarımla açılmış kara deliklerin hesapsız yıllar boyu yaşamış olduğumuz saraylarımızın üzerindeki aç sırıtışlarıydı. Hikâyenin geri kalanı kül yağmuru, her şeyin silinmesi, seyahat yollarının akıntısının durması ve zoraki kaçış olarak özetlenebilir. Ve işte şimdi buradayız.

Güzelim Aset, hakkında pek az şey bildiğin bedeni narin, ruhu kaba olan İnsan ırkı için kötü şeyler söylemene de izin vermeyeceğim, hayır onları düşünen bir canlı ırkı olarak değil de basit bir hayvan halkıymış gibi kötüleyişini duymak istemiyorum. Çünkü onlar kendilerine özgü, korunmuş ve senin tarafından, ki sen beceremezsen bile senden türeyecek çocukların tarafından ya da doğrudan benim görevlendirdiğim tanrılar tarafından korunacak olan bir halktır.

Sen onların o kara haleli, zeytin tanesi gözleriyle gökyüzündeki yıldızları tararkenki meraklı hallerini, farklı esen her rüzgârın sesine kulak kabartışlarına henüz tanık olmadın. Doğanın çıldırmışlığıyla hoplayan yüreklerinin müziğini de duymadın! Onlar, şimdiye dek senin gözünde bu evreni tanımak için çıktığın seferlerden birinde yoluna çıkan mavi bir küreciği, karınca sürüsü azmiyle sarıp sarmalamış bir halktı. Ama sen hiç onlara şöyle bir eğilip baktın mı? Yaşamlarını bir tanrı gözüyle değil ilgili bir kâşif gözüyle inceledin mi? Kendini bir tanrı olmanın kibrine fazla mı kaptırıyorsun, Aset? Unutma, bu evrende anlatılagelen hikâyelerin en hazin sonla bitenleri kibirle yola çıkanların hikayeleridir.”

“İnsanlar! Bana onlardan bahset…”

“Onlar… Nereden başlamalı? Görmek, duymak ve dokunmak istiyorlar. Gezmeyi, görüp öğrenmeyi seviyorlar. Tıpkı sizlerin düşüşten bu yana yıldızların arasında mekik dokumanız gibi, sınırların ötesine geçme arzunuz gibi, sonu var gibi görünen her şeyin ardında ne olduğunu merak etmeniz gibi onlar da doymak bilmeyen bir merak içindeler. Onlar ne hayret uyandırıcı canlılardır ki öleceklerini bilirler, hatta bazıları öleceği zamanı önceden sezecek kadar olgunlaşmıştır. Zamanın onları çürüttüğünü bilirler, unutulup gideceklerini, zamanın içinde bir çöpe döneceklerini söyleyip dururlar.”

“Söylediklerini dikkatle dinliyorum. Anlamaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Bana şu sorunun cevabını da verebilecek misin, Yüce Tauron: Sence bu evrende tutunabilecek miyiz?”

“Bizler, güçlü ve sabırlı bir soyuz. Ne cisimli ruhlar ne de cisimsizler bizi şirretlikleriyle öldürebilir. Bizi öldürse öldürse kullarınızın vefasızlığı, başka inançlara olan meyli öldürebilir. Bu da manevi bir ölümdür, bizimki gibi kudretli bir soyun çöküşü ancak göz ardı edilme ile vuku bulabilir. Ve beni hiç merak etmeyin. Bu evreni her ne kadar tam anlamıyla yönetmeye gücüm yetmese de, olaylara müdahale etmede yetersiz kalsam da ve onları yalnızca anlayabilsem de, ben güçlüyüm ve her zaman var olacağım. Sizin bu evrendeki varlığınız da -ne gariptir ki kullarınızı aynı değişmez kanun bağlamaktadır- bu evrenle yapacağınız uyumun kusursuzluğuna bağlıdır. Bu evrenin bir parçası olan her şey, her cisim, her canlı, her düşünen varlık onunla barışık yaşamayı öğrenmelidir. Bu yolda, anlamanın önünü perdeleyen isyana yer yok.”

“Aynı şey kullarım için de geçerli olmalı.”

“Geçerlidir. Ve onlar da tıpkı sizin gibi zamanın okunun gösterdiği yöne gidecekler: İleriye!”

“Kullarım, onlar için yapacağım kıymetli şeylere rağmen yine de baş düşmanları olan Zaman’ı mı takip edecek? Tauron, sen herkes için değişimden bahsediyorsun: Yoksa ben de mi değişeceğim? Lütfen, majesteleri kudretli Tauron! Bana dürüstçe söyleyin, çünkü eğer değişeceksem şimdiden kendimi öldürmenin yollarını aramaya başlasam iyi olur… Benim gibi bir Tanrıça nasıl olur da değişebilir? Cismimin cilasının bir gün söneceğini bile bile artık nasıl yaşayabilirim ben! Bu nasıl bir cana kıymadır, bu nasıl bir adalettir, gözlerinde yıldırımlar çakan Tauron!”

“Aset’im! Sen sözlerimi hiç dinlememişsin. Sana isyanın anlamayı perdelediğinden bahsetmiştim. İşte şimdi yaptığın tam da budur. Uyan artık, görmeye çalış, zihnini aç, kullarınla ortak olan o algı fıçısını çalıştır. Bırak düşüncelerin yürüsün gitsin. Sen yücesin, üstünsün, kendi kendine yapmadıkça sönmezsin, söndürülemezsin! Şimdi dinle bakalım hikâyemi, isyan bayraklarını indir, bunu duy, anla! Kullarımızın bilmeleri gerektiği kadarıyla hikâyemizi anlatmaya başlayacağım ve bunu yalnızca bir kez yapacağım. Sen gücün yettiğince tekrar et, gerisinden bana ne! Şöyle diyerek başlayacağım: ‘Diyecekler ki başlangıçta hiçbir şey yoktu. İsyana tahammülü olmayan Tauron’dan başka ve bir de anlamak istemeyen Aset vardı. Ve Tauron konuştu, Aset anladı…”


Ayşegül Nergis

ASET” için 2 Yorum Var

  1. Silmarillion’dan bir kesit okurmuş gibi hissettim. Başka bir mitoloji, başka bir yaratım…

    Mesajını başarıyla ileten, keyifli bir hikâye.

    Tebrik ederim!

  2. İşte senin bu huyunu seviyorum Ayşgegül. Senin öykülerinde iki tür okuyucu olduğunu düşünüyorum. Birisi normal okuyucu, okuyup beğenen kısım. Diğeri ise tüm benliğini vererek okuyup, hikayelerden doyumsuz bir tat alan kitle. Cidden kendini kaptırdığın ve dış dünyadan koptuğun zaman inanılmaz bir hikaye akışı ile karşı karşıya kalıyoruz.

    ASET’te bunlardan biri olma özelliğini taşıyor… Tanrının çaresizliği ve oradaki hitabet ile düşünceleri bize aktarman, olağanüstü. Ellerine sağlık 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *