Öykü

Ateş Çağı

“Ey sevda kuşanıp yollara düşen,

Bilesin bu yollar dağlar dolanır.

Yare ulaşmadan düşersen eğer

Yarına sesinin yankısı kalır.”

– Grup Yorum, Uğurlama

Büyünün yaratıcısı ve koruyucusu Mavi Kanatlı Kartal’ın müritlerinin yaşadığı manastırda hiyerarşinin her basamağından bütün büyücüler aynı gergin bekleyişin içinde geçiriyordu saatlerini. Büyücülerin yaşadığı manastır kıtanın her şehrinde bulunan diğer tüm büyücü manastırları gibi şehrin ve etrafındaki köylerin oldukça uzağında, çevredeki en yüksek dağın en dik ve ulaşımı zor yerinde bulunuyordu. Şehirlerin kurucuları ve yöneticileri olan Eoril ailesinin fertleri bu şehirleri yönetiyor, vergilendiriyor ve Siol-Marfo kıtasının her tarafını başkentte oturan imparatorun otoritesi altında tutuyordu.

Eoril ailesini özel kılan şey güç kazanmalarından çok önce kıta halklarının inandığı tüm tanrıları reddetmeleriydi. Atalarını kazandıkları askeri başarılarla yücelterek azizleştirip, kendi dayanaksız ve ruhani bir boyutu olmayan dinlerini tüm kıtaya yayarak egemen olmak istiyorlardı. Başarmışlardı da. Dini bir birlik olmasa da, kıtada sağlanan siyasi birlik tüm dünya tarihini takip eden büyücüleri şaşırtmıştı.

Siol-Marfo kıtasına ait yüzden fazla klandan çoğunun dini birbirinden farklı ve özgündü. Manastırlarında kaygıyla bekleyen büyücülerin hangi klana mensup olduğu çoktan unutulmuştu, imparatorluk fetihlerine başladığı sırada sanatlarının yardımıyla köy ve şehirlerinin düşmesine engel olmuş, bu şekilde direnmek isteyen pek çok klanın da katılmasıyla başka türlü bir siyasi otorite haline gelmişlerdi. Eoril İmparatorluğu kıtanın birliğini sağlarken yalnızca büyücülere boyun eğmiş, kıtanın tüm şehirlerine yayılmalarına göz yumarak bu şehir ve köyleri yakıp yıkamadan teslim almışlardı. Şu anda büyücüler kapalı ve kalabalık sayılabilecek komünler halinde kıtanın her tarafında özgürce yaşıyorlardı.

Manastırdaki gerginliğin sebebi güney yönünde birkaç saatlik mesafede bulunan şehrin sokaklarını karıştıran gerginlikti. İnsanın kibri Eoril ailesinin tiranlığıyla birleştiğinde sokakları karıştıran halkın yıllardır gizli gizli taptığı tanrıçaları Gaia’nın, ya da bilinen adıyla Doğa Ana’nın kabul edemeyeceği bir adaletizlik ortaya çıkmıştı. İnsan doğanın ayrılmaz bir parçasıydı, diğer tüm hayvanlar ve bitkiler gibi. Zenginlerin ve soyluların kapılarında kölelik eden halkın yiyecek ekmek bulamaması doğadaki düzene aykırıydı. Gaia’nın öğretisini takip eden Nadd klanının yüzyıllardır gizlilik içinde devam ettirdikleri eski geleneklerine uygun bir şekilde yetiştirdikleri druidleri vasıtasıyla müritlerine ateş çağının geldiğini müjdelemişti. Şehrin sokakları bu yüzden karışıktı.

Büyücü manastırının Zümrüt Salon’undaki onlarca aynada şehrin çeşitli yerlerindeki olaylar izleniyordu. Kartal’ın Seçilmişi Üstad Abel beyaz mermerden tahtında oturmuş, etrafındakiler tarafından neye işaret ettiği tam olarak anlaşılamayan, belki öfkeli belki heyecanlı ancak kesinlikle sakin olmayan bir yüz ifadesiyle tüm aynaları birden takip etmeye çalışıyordu. Nadd halkı yoğun olarak yaşadığı mahallenin her sokağına barikatlar kurmuş, mahallenin meydanına dev bir ateş yakmışlardı. İmparatorluk askerleri barikatlara ve halka zaman zaman saldırıyor, ancak Nadd halkı ilkel silahlarıyla kendilerini zor da olsa koruyabiliyorlardı. Üstad Abel’ın dizinin dibinde oturan onlu yaşlarına henüz girmemiş çocuk Nadd halkının ortak özelliklerini hemen belirledi. Nadd klanı yarı çıplak, esmer insanlardı. Silahları genelde yontulmuş sopalar ve sapanlardı. Askerler gibi kılıçları ve gürzleri yoktu. Başka bir aynaya baktı, bir imparatorluk askeri endişeli gözlerle sokakları tarıyordu. Ciddi bir kalabalık evlerinden çıkmıştı. Nadd klanının ayaklanması olarak görülen bu ayaklanma herkesi sokağa dökmüştü. Adaletsizliğin tek kurbanı Nadd klanı değildi.

Üstadın dizinin dibindeki çocuk ne olup bittiğini tam olarak anlamadığından daha sakindi. Etrafına bakındı. Birkaç büyücü kucaklarında kocaman defterler tutuyor, aynalarda gördükleri her şeyi not alıyorlardı. Ortadaki en büyük ayna ise mahallenin merkezindeki ateşin çevresinde dans ederek bir ayin gerçekleştiren druidlerin görüntüsünü yansıtıyordu. Üstad Abel ahşap piposunu parmağını şıklatarak yaktı. Druidlerin hareketlerinin anlamını çözmeye çalışıyordu. İki asırlık hayatında görmediği şeyler yaşanıyordu şehirde.

“Ne yapıyorlar üstad?” Dizinin dibindeki küçük çocuğun sesi dikkatini dağıtmamıştı.

“Bilmiyorum Nestor, göreceğiz.”

“Bunlar da büyücü mü?”

“Hayır değiller. En azından büyücülükleri bizim sanatımıza benzemiyor.”

Birkaç dakika geçti. İmparatorluk askerleri hafif yaralanmalar dışında kayıp vermezken, büyücüler halktan beş ölüyle birkaç yüz yaralı kaydetmişti. Sokaktaki kalabalık düşünülüğünde bu rakamlar iki tarafı da zayıflatacak gibi değildi. Özellikle her ölü ve yaralıdan sonra daha da alevlenen isyancılar kesinlikle pes edecek gibi durmuyordu. Çatışmanın yaşandığı mahallenin nüfusu buradaki halkın onda biri etmezdi.

Tüm aynalarada askerlerin aynı anda tüm barikatlara saldırıyı arttırdığı bir anda Nestor yine sordu. “İnsanlar neden imparatora karşı ayaklanıyor?”

Üstad küçük çocuğun yaşanan olayın bir ayaklanma olduğunu bu kadar çabuk kavramasına şaşırmamıştı. Tüm gerginliğine ters düşen yumuşak bir sesle yanıtladı. “Büyücülüğün ilk ilkesi dengedir, Nestor. Yalnızca büyücülük değil, bütün dünyanın bir dengesi vardır. Bu denge iyi ve kötü arasındaki denge de olabilir, mutluluk ve mutsuzluk arasındaki denge de olabilir. İnsanların ayaklanmasına sebep olan şey insanlar arasındaki dengenin bozulması, bazı insanların kibirle diğer insanların karşısına geçmesi. Ancak ezilen o insanlar tüm dengelerin birleşimi, en mükemmel dengeyi sağlayan Doğa Ana’yı arkalarına aldılar ve bozulan dengeler yeniden sağlansın diye uğraşıyorlar.”

“Hangi denge bozuldu ki?”

“Şehirleri yönetenler de sokaktakiler kadar insan. Onları görmezden gelip çektikleri sıkıntılara kulaklarını tıkadılar. Onları ait olmadıkları kurallara zorladılar, insanların emekleriyle yaratıp gönüllü olarak paylaştıkları her şeye ortak olup daha da zenginleştiler. İnsanların kanlı zaferlerinin ardında kendilerini yüceltip kendi doğalarını unuttular. Ancak şimdi Doğa Ana…”

Lafı aynalardan yansıyan görüntülerle kesildi. Şehrin dışındaki ormanlardan gelen binlerce vahşi hayvan şehre doğru karanlığın içinde tuhaf bir ışık saçarak ilerliyordu. Şehri yansıtan aynalarda da askerlerin arkasından barikatlara doğru ilerleyen halk yüzlerindeki gülümsemeyle askerlere doğru ilerledi. Askerlerden bir kısmı arada kalma korkusuyla halka saldırıp birkaç kişiyi daha yaraladılar ve kısa bir zaman içinde halk tarafından etkisiz hale getirildiler.

Halkın geri kalanı barikatları aşıp ateşin çevresinde toplandı. Barikatların olduğu sokaklarda adım atacak yer yoktu. Askerlerin anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri de sokaktaydı. Herkes asker yakınını yanına çağırıyordu. Askerler arasında tanıdığı kimse olmayanlar bile silahlarını bırakıp barikatın önüne geçmişler ve ellerini askerlere uzatmışlardı. İmparatorluk askerlerinden birkaçı deri zırhlarının üstündeki imparatorluk armasını söküp miğferlerini çıkardılar ve kılıçlarını yere bırakıp barikatlardaki halkla kucaklaştılar. Birkaç kişiyle başlayan bu saf değiştirme katlanarak arttı. Askerlerin sayısı yarım saatte çeyreğe düşmüştü. Druidlerin dansı devam ediyordu.

Üstad Abel sabırsızlıkla elini kaldırıp yanındaki büyücülere seslendi. “Zamanı geldi.”

Nestor ve salondaki yirmi kadar çocuk bir kenara çekildi ve Üstad Abel eşliğinde tüm büyücüler elle başladı. Büyücülerin elleri mavi bir alevle yanmaya başladığında Nestor güneye bakan pencereye koştu ve şehrin her tarafından gelen vahşi hayvanları izlemeye başladı. Bir an için büyücülere bakmak için arkasını döndü, başını tekrar pencereye çevirdiğinde bedenleri büyünün mavi aleviyle parlayan binlerce yırtıcı kuşun şehre doğru çoktan harekete geçmiş olduğunu gördü.

* * *

Kartal’ın Seçilmişi Üstad Nestor kalan birkaç öğrencisinin yardımıyla bütün kişiler eşyalarını, kitapları, notları, günlükleri ve arşivlenen dokümanları eksiksiz şekilde at arabalarına yükledi. Ağzında hocası Üstad Abel’dan kalan pipo vardı. Hayatının ilk asırının dolmasına birkaç sene kalmış olmasına rağmen kim olduğunu bilmeyen biri en fazla elli yaşında olduğunu söylerdi. Birkaç metre ötede Nadd klanından iki druid ile birkaç savaşçı duruyordu. Druidlerden biri Nestor’a yaklaştı.

“Emin misiniz üstad? Bu dönüşü olmayan bir karar.”

“Eminim dostum… Dünyanın insan kibrinden arınmasıyla kurulan o muhteşem dengeyi öğrencilerime uzaktan öğretmek istemiyorum. O dengenin içinde var olabildiğimiz sürece onun koruyucusu olabiliriz. Devamında dünyanın bize de ihtiyacı olmayacak ve en son doksan sene önce uyandığımız uykuya tekrar yatacağız. Mavi Kanatlı Kartal’ın öğüdü böyle.”

Arabaya binmeden önce güneye, bir zamanlar şehrin bulunduğu düzlüğe baktı. Doğa Ana’nın doksan senede başardığını insanların dokuz bin senede dahi başarması mümkün görünmüyordu. Bir zamanlar sokaklarında zulmün, evlerinde açlığın, zindanlarında işkencenin, mahkemelerinde adaletsizliğin kol gezdiği o şehrin yerinde şimdi dev bir orman bulunuyordu.

İki druid öne çıkıp ellerini açtılar ve sol ayaklarını aynı anda yere vurup danslarına başladılar. Yerden uzanan sarmaşıklar manastırın duvarları boyunca uzarken Nestor at arabasına yürüdü. Seyahat pelerininin başlığını başına geçirip birazdan yerle bir olacak olan manastıra son bir kez baktı. Muhtemelen birkaç dakika içinde birçok ağaç enkazın içinden filizlenecekti. At arabasının sürücüsü Nadd klanından genç bir çocuktu. Elini uzattı, Nestor at arabasına tırmandı. Genç büyücüler hayatlarının dersini alıyor olabilirlerdi. Nestor dolan gözlerini pelerinin başlığıyla gizleyebiliyordu ama yüzünde saklayamayacağı kadar büyük bir gülümseme vardı.

At arabaları druidleri arkada bırakarak ormana giden patikayı inmeye başladı. Ormanın derinliklerindeki Nadd şehri bundan sonra herkesin evi olacaktı. Ateşin çağı bitmemişti. Nadd klanı imparatorluğun zulmünden kendini kurtarmıştı, ancak Siol-Marfo’nun her yanında tüm insanlar artık katlanamadıkları zulümlere karşı kendi bildiğince savaşıyordu. Druidler ve büyücüler bir konuda hemfikirdi: imparatorluğa karşı bu öfke dinmedikçe, savaşın ateşi sönmedikçe ateşin çağı bitmeyecekti.

 

Mehmet Ayvalıtaş,

Abdullah Cömert,

Ethem Sarısülük,

Medeni Yıldırım,

Ali İsmail Korkmaz…

Kimse ölmedi.

Sadece on omuz eksildik,

Bu yüzden surat asıyoruz.

Ateş Çağı” için 3 Yorum Var

  1. Elinize sağlık. Güzel bir öykü. Rahat ve anlaşılabilir bir anlatım. Kurguda sanki devam niteliğinde olan bir şeyler sezmedim değil. Dengenin sağlanması konusundaki vurgular yerinde olmuş.

  2. Merhabalar.
    Açıkçası şu an okuduğum hikâyeler arasında son olaylara göndermeyi en iyi şekilde yaptığını düşündüğüm hikâye. Direniş teması fantastik motiflerle çok iyi işlenmiş. Ellerinize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *