Öykü

Ayaz Ata

Köye varmalarına 20 dakika kala otobüs aniden durdu. Ekip başkanı Zafer Hoca hafifçe doğruldu yerinden.

“Ne oldu? Neden durduk?”

Bilim ekibinin diğer üyeleri gibi Erman da uyuşukça gömüldüğü koltukta toparlanmaya çalıştı. Son birkaç saatte dışarıdaki ısı her kilometrede biraz daha düşmüş, otobüsün iklimlendirme sistemine rağmen soğuk iyice hissedilir hale gelmişti.

Zafer Hoca’ya cevap veren olmadı. Erman ön tarafta heyecanlı bir dalgalanma fark etti. Otobüsün kapısı tıslayarak açıldı.

“Hadi, kalk,” dedi hemen önündeki koltuktan Aytaç. “Biz de inelim.” Sanki daha iki dakika önce hafif horultularla uyuyan o değilmişçesine, her zamanki yaramaz çocuk enerjisiyle cevap bile beklemeden fırlayıp gitti.

Erman isteksizce doğruldu, yola çıkmalarından önce verilen çantadan yalıtımlı ceketini aldı, gene isteksizce giyindi. Ön kapıyı açık bırakmışlardı ve içeri dolan acıtıcı soğuk güçsüz bedenini ısırıyordu. Oldum bittim sağlıksız, zayıf bünyeliydi. Bu tür bir maceraya uygun değildi. Ayaklarını sürüyerek en son o indi.

Otobüs, az eğimli bir tepeden Van Gölü kıyısındaki köye inen yolun tam ortasında durmuştu. Normal şartlarda manzara bundan ibaretti; üstte solgun mavi gökyüzü, uzakta sisler arasında yükselen Artos dağı, gölün durgun yüzeyi ve kıyısında, belli belirsiz seçilen binalarıyla küçük köy. Ceketlere rağmen titreşen on iki kişilik gruptan kimse manzarayı fark etmedi, şoföre yeniden, “neden durduk?” diye soran da olmadı.

Kar yağıyordu.

Hayatlarında gördükleri ilk kar! Üstlerine yağmıyordu, hayır. Dikildikleri asfalt yolun biraz ilerisinde, cetvelle çizilmiş gibi net bir sınırdan itibaren başlıyordu. Rüzgârsız, dupdurgun havada, akla pamukları, tüyleri, battaniyeleri, çiçekleri getiren bembeyaz topaklar süzülerek aşağı dökülüyordu.

“İnanılmaz….” dedi gruptakilerden biri nefesini boşaltırken.

Gerçekten çok güzeldi. Şaşkın gülümsemelerle birbirlerine baktılar. Karla kendilerini ayıran görünmez sınıra ilk yürüyen elbette Aytaç oldu. Elini beyaz topakların altına uzattı. Diğerleri de onu izledi hevesle. Ekipte yaşı otuzun üstünde bir tek Zafer Hoca vardı, o bile hava sıcaklığının 15 derecenin altına düştüğü bir gün yaşamamıştı.

“Şu anın önemini anlıyor musunuz çocuklar?” dedi huşu içinde. “Daha incelememize başlamadık bile ama son elli yıldır dünyada sıfır derece soğuğu ve karı gören ilk bilim insanları bizleriz.”

Ekibin coşkusunu paylaşmaktan uzak olmasına rağmen, sırf göze batmak istemediğinden Erman da yaklaştı ve elini kara uzattı. Perde gibi salınarak inen kar ani bir rüzgârla dalgalandı, toparlandı ve şiddetle Erman’a çarptı. Darbe o kadar beklenmedik ve sertti ki Erman kendini yerde buldu.

Aytaç kalkmasına yardım etti. “İyi misin?” Bir yandan da şaşkın bir ifadeyle, yeniden sakin salınımına dönen kar yağışına bakıyordu. “Bir yerine bir şey olmadı, değil mi?”

“Yok, iyiyim.”

İyi değildi. Sırtının acısı bir yana, çok rahatsız edici, mantıksız bir hisse de kapılmıştı. Kar ona saldırmıştı.

* * *

Bir ucunda, dalları karların ağırlığıyla yerlere eğilmiş yaşlı bir ağacın, diğer ucunda iki katlı gri bir binanın yer aldığı küçük meydanın ıssızlığı şaşırtıcıydı. Canından bezmiş genç bir teğmenle iki er dışında ekibi karşılamaya gelen olmamıştı. Köy kahvesi kapalıydı. Kimsenin içeri almaya zahmet etmediği masa ve sandalyeler buzlu zemine saplanıp kalmıştı.

“Rahat inebildiniz mi?” diye sordu genç Teğmen Zafer Hoca’nın elini sıkarken. Köyde etkisi iyice hissedilen soğuktan korunmak için kat kat giyinmişti, sesi boğuk çıkıyordu. “Köye gelen yola tuz serptirmiştim. Gerçi Allahın belası buzlanmayı durdurmaya yetmiyor ya.”

“Şoförümüz alışkın olmadığından biraz zorlandık ama sorun çıkmadı.”

“Hangimiz alışkınız ki buna?” Eliyle gökyüzünden dökülen karları işaret etti. Otobüsten daha yeni inmişlerdi ve şimdiden her yanları bembeyazdı. Ayağının altında buzun çıtırtısını hisseden Erman çalışma arkadaşlarının da karla tanışma heyecanının sönmeye başladığını görüyordu.

Bezgin teğmen ekibi gri binaya götürdü.

Erman onları izlemeden önce bir an etrafına bakındı. Yaşlı ağaç, kahve, köyün içlerine uzanan yol, gri binanın arkasından görünen göl kıyısı… Hiçbirinde tanıdık bir yan bulamadı. Belki de yoğun kar yağışı yüzünden, diye düşündü. Çocukluğunun ilk yıllarında bu meydanda koşup oynamıştı mutlaka ama güneşli, sıcak bir günde görüntüsü bambaşka olmalıydı.

* * *

“Bizim birliğimiz sekiz gün önce intikal etti bölgeye. Kar ve buzlanma haberleri üç ya da dört gün öncesinden ulaşmaya başlamıştı.”

“Hemen gelmediniz mi?”

“Komutan inanmadı ilk başta. Ben kaç gündür buradayım hâlâ inanamıyorum.”

Konukevi olarak kullanacakları binanın giriş katında, bu kadar kişiyi ağırlamak amacıyla yapılmadığı belli bir odadaydılar. Odanın ortasına dökme demirden kocaman bir soba yerleştirilmişti.

“Üst katta yatak odaları hazırladık. Sahanlıkta böyle bir soba daha var, ayrıca her odaya da ısıtıcı koyduk ama ne kadar işe yarar bilmiyorum. Komutanım kampta kalmanız için davet ettiğini tekrar hatırlatmamı istedi.”

Zafer Hoca teklifi eliyle geçiştirdi. “Hayır, git gelle olmaz. Burada daha iyi bilgi toplarız. Bize kampınızın yerini söyleyin, ihtiyacımız olduğunda geliriz.”

Teğmen sıkıntıyla kımıldandı. “Kampımız…. şu anda dağ yolu üzerinde, kabaca on kilometre açıktayız.” Sustu.

Aytaç, “Neden o kadar uzağa yerleştiniz?”

“Aslında ilk önce oraya yerleşmedik. Erat kar yağışının altında kalmak istemiyor, huzursuz oluyor. Kuru alanda kalmaya çalışıyoruz. Orası da soğuk ve zemin sık sık buzlanıyor ama kar yağmıyor. Şimdilik.”

“Şimdilik mi?”

“İlk kampımızı köyün hemen girişine kurmuştuk. Sekiz günde üç kere taşımak zorunda kaldık.” Zafer Hoca’ya dik dik baktı. “Sayın Hocam, bu neyin nesidir benim kafam basmıyor ama giderek genişliyor.”

Bilim ekibi haberi sindirmeye çalıştı. Otobüse bindiğinden beri, hatta bölgeye yapılacak araştırma gezisini duyduğu ilk andan beri içine yerleşen tedirginliğin baskısı Erman’ı eziyordu.

Zafer Hoca huzursuz sessizliği dağıtmak amacıyla, “Köy halkından birileriyle görüşerek başlamak istiyoruz,” diye başladı. “Olayın başlangıcını ve gelişmesini….”

Teğmen’in başını iki yana salladığını görünce cümlesini yarıda bıraktı. “Hevesinizi kırmak istemem ama buradakilerin işbirliğine çok bel bağlamayın hocam. Biraz tuhaflar.”

Meraklı Aytaç, Zafer Hoca’dan önce atıldı. “Nasıl tuhaf?”

“Gelirken gördünüz belki, burası bölgede kalan tek köy. Diğerleri yıllar önce boşalmış. Burada da toplasan 300 kişi ya var, ya yok. Kendi başlarına kala kala kafayı yemişler bence.”

Erman kendisini şaşırtan bir içerleme duydu Teğmene karşı. Daha birkaç gün öncesine kadar aklına bile gelmeyen, hiçbir anısı bulunmayan bir yere karşı sahiplenici bir hisse kapılması saçma değil miydi? Üstelik, Aytaç’ın ısrarı olmasa kesinlikle gelmezdi ve imkan bulsa hemen şimdi çıkıp giderdi. Yine de adamın konuşma şeklinden hoşlanmamıştı.

“Bir de dinsizler,” diye ekledi huysuz Teğmen. Neredeyse tamamı ateist ya da agnostik olan bilim ekibinde istediği etkiyi uyandıramadığını görünce, “Camii falan hak getire,” diye sürdürdü. “Bence hiçbir kutsala saygıları yok. GeldiğimizDe Komutanım da bilgi almaya çalıştı ama kime konuşuyorsun! Zaten bizi görünce ortadan toz oldular. Zorladıklarımız da doğru dürüst bir şey demedi.”

* * *

Sonraki birkaç saati yerleşmekle geçirdiler. Toplandıkları yerin binadaki en büyük oda olduğunu görünce ekipmanlarını, belgelerini ve diğer araştırma gereçlerini buraya aldılar, Aytaç’ın deyimiyle, operasyon merkezi yaptılar. Üst katta Teğmenin dediği gibi sadece yatak odaları vardı. Herkesin tek tek kalmasına yetecek sayıda olmadıkları için Zafer Hoca dışındakiler ikişerli, üçerli odalara dağıldılar. Giriş katında operasyon merkezi dışında büyük bir mutfak, küçük bir kiler ve bir oturma odası vardı.

Bu işler sürerken köyden yanlarına gelen kimse olmadı. Teğmen belki biraz saygısızdı ama köylüler hakkındaki yargısı tamamen haksız değildi anlaşılan. Kimsenin ev sahipliği yapmayacağı netleşince yemek ve ısınma için bir plan oluşturdular. Aytaç ve Erman üst katın sobasını yakma işini üstlendi.

Odunluğa gidebilmek için binanın arkasına dolandılar. Hava kararmaya başlamıştı ve ısı hızla düşüyordu. Zafer Hoca ılıman iklimden başka bir şey görmemiş ekibini -ve tabii kendisini de- havanın olumsuz etkilerinden koruyabilmek için özel çaba harcamış, istisnai koşullar için sınırlı üretilen giysiler ayarlamıştı. Giysiler onları sıcak tutuyordu ama ağızlarından çıkan bembeyaz buharın, çatıların çevresindeki buzdan sarkıtların, kör edici beyazlığın yarattığı rahatsızlığı gideremiyordu.

Binanın arkası gölün kıyısından sadece birkaç metre uzaktaydı. İşe başlamadan önce iki arkadaş önlerinde uzanan akıl dışı sahneyi izledi. Gölün yüzeyi buz tutmuştu. Kar aralıksız yağıyordu ama kesik kesik esen rüzgâr kar tanelerini sağa sola savuruyor, cam gibi yüzeyde birikmesini önlüyordu. Teğmenin dediği doğruysa, bu garip hava durumu dalga dalga ilerliyordu ve yağış gölün bir yerinde kesiliyor olmalıydı ama bulundukları yerden bakılınca bütün dünya sonsuz bir beyaz yumağın içine batıyor gibiydi.

“Korkutucu ama çok da güzel görünüyor,” dedi Aytaç.

Erman huysuz bir sesle, “Bir an önce ne bulacaksak bulsak da gitsek,” diye yanıtladı.

“Dur ya, daha şimdiden…” Bir an Erman’ı inceledi neşeyle. “Hem bana bak, burası yaradı sana, yüzüne kan geldi.”

“Beynim donmasın diye vücudum bütün kanı oraya pompalıyor çünkü.”

Oysa kendisi de yolculuğun üzerinde tahmin ettiği kadar kötü bir etki yapmadığını, hatta her zamankinden daha iyi hissettiğini fark ediyordu.

“Mızmız seni. Oğlum Zafer Hoca’yı görmüyor musun? Adam yerinde zıplayacak neredeyse. Şuraya baksana bir! Kar yağıyor, buzlar var. Kutuplardaki son buzlar bile eriyeli yirmi yıl oldu. Ve bütün dünyadan önce biz geldik buraya. Ne kadar gizli tutabilirler sanıyorsun? Yakında herkes üşüşecek.”

Aytaç sonuna kadar haklıydı. Erman biliyordu haklı olduğunu. Bu beklenmedik -ve sınırlı- hava durumunun uzun sürmeyeceği açıktı. Dünya her yıl ortalama 1,5 derece ısınıyordu. Belki bir hafta, belki on gün ama kar yağışı duracaktı. Sonra da yazacakları en yavan, en sıradan makaleler bile, yanına ekleyecekleri üç beş görselle dünyanın bütün bilimsel yayınlarında yer bulurdu. İstedikleri her ülkeye gidebilir, her araştırma grubuna girebilirlerdi. Onlar gerçekten kar yağışı gören yegane bilim insanları olacaktı.

Yine de….

Erman içindeki kaçma hissine engel olamıyordu. Bütün iklimbilim departmanının katılmaya can atacağı bu araştırma ekibine Aytaç’ın forsuyla girmişti. Departmana ve öncesinde fakülteye de girdiği gibi. İkisi Erman’ın liseye başladığı yıl tanışmıştı. Okulun popüler çocuğu, herkesin sevgilisi Aytaç, hiçbir zaman yerini bulamayan, ne söyleyeceğini bilemeyen, utangaç Erman’ı sahiplenmişti. Onun samimi dostluğu Erman’ın hayatla arasındaki göbek bağıydı. Genellikle öyleydi yani. Buz tutmuş bir dünyanın ortasında dikilirken bir kez olsun içindeki sese kulak vermiş olmayı, arkadaşına karşı koymayı ve buradan gitmeyi istedi.

Aytaç’ı ikna etmeyi umarak ağzını açtı ama göl kenarından yaklaşan birini görünce sustu. 15-16 yaşlarında bir oğlandı gelen ve üst üste o kadar çok kıyafet giymişti ki zor hareket ediyordu. Erman köydeki ıssızlığın sebebini bir anda kavradı ve aptallıklarına inanamadı. Dünyanın geri kalanı gibi bu insanlar da daha on beş gün öncesine kadar sıcakla çok sıcak arasında bir hayatı yaşıyordu. Onlara termal giysiler sağlayacak bir iklim departmanı da yoktu arkalarında. Aniden bastıran soğuk günlük hayatlarını felce uğratmış olmalıydı.

Çocuk yanlarına sokuldu ve örtülerin altındaki gözleri ikisi arasında gidip geldi. Aytaç’a bakarak, “Erman sen misin?” diye sordu. Erman elini kaldırarak kendini tanıtınca kısa bir tereddüt oldu. “Aysu Eje seni çağırıyor.”

Tete… Erman’ın soluğu kesildi bir an. İstemsizce başını salladı.

“Kim?”

Çocuk Aytaç’a cevap vermedi. Soğuktan titreyerek Erman’a bakıyordu. Erman sessiz kalınca. “Seni bekliyorlar,” dedi. Halindeki bir şey gerekirse onu sürükleyerek götüreceği izlenimini veriyordu.

Aytaç, Erman’a yeniledi sorusunu. “Kim? Kimmiş bekleyenler?”

“Nasıl…?” Sesi gıcır gıcır çıkmıştı. Toparlayarak devam etti. “Nereden… öğrendi geldiğimi?”

“Rüya gördü. Hayvan atası haber verdi birkaç gün önce.” Bu açıklama yeterliydi ona göre belli ki.

“Ne?”

Erman Aytaç’ı gene duymazdan geldi. Yığından odunları alıp el arabasına yerleştirmeye başladı. “Vakti olunca uğrayacakmış dersin. Yarın ya da öbür gün. Buraya çalışmaya geldik.” Böyle ters konuşursa belki de çocuk giderdi.

Tabii ki gitmedi.

“Aysu Eje neden geldiğinizi biliyor. Sana cevaplar verecek.”

Erman inatla odun yığmayı sürdürdü ama çocuk Aytaç’ın ilgisini uyandırmıştı. “Cevaplar mı? Havanın soğumasıyla ilgili mi? Kar yağışı neden başladı biliyor musunuz?”

“Ben bilmiyorum ama Aysu Eje biliyor.”

Aytaç Erman’a, “Neden bahsediyor bu velet? Kim bu seni çağıran?”

“Kimse değil.” Sıkıntıyla iç geçirdi. “Annemin anneannesi, benim büyük ninem.”

Arkadaşı faltaşı gibi gözlerle Erman’ı süzdü. “Sen… Sen burayı biliyor musun?”

“Hayır. Yani, evet ama…. Çok küçüktüm ayrıldığımızda. Bir şey kalmadı aklımda.”

Aytaç çocuğa döndü. “Bir dakika bekle, içeri haber verelim. Sen de ısınırsın. Sonra da gideriz.” Erman’ı kolundan tuttu. “Sana inanamıyorum. Böyle bir bağlantın var ve bana söylemiyorsun. Hayır! Sakın itiraz etme. Aile ziyaretine gidiyoruz. Bu araştırmanın kralları biz olacağız.”

* * *

Karlara bata çıka çocuğu göl kıyısı boyunca takip ettiler.

“Ne acayip adamsın! Neden söylemedin buralı olduğunu?”

“Buralı değilim. Ailem buralıydı bir zamanlar ama benim bir ilgim kalmadı. Hatırlamıyorum bile.”

“Neyse ne. Bu kadar sıradışı bir fenomen yaşanıyor, biz araştırmaya geliyoruz, insan hiç değilse laf arasında bahseder.”

Erman omuz silkti. “Bahsedecek bir şey yok ki. Ben 5-6 yaşlarındayken annem ve babam şehre taşınmaya karar verdi.”

“Neden?”

Erman’ın içine belirsiz bir huzursuzluk yayıldı. “Zaten herkes gidiyordu sanırım. Teğmeni duydun. Daha iyi koşullarda yaşamak, bana daha iyi bir eğitim sağlamak istediler herhalde.”

“Herhalde mi?”

“Bu konudan bahsetmedik pek.”

“Peki gelmediniz mi hiç? Madem yaşayan akrabalar var. Tatillerde falan, ne bileyim?”

Sahiden, neden hiç gelmemişlerdi? Gelmeyi bırak, annesi lafını etmezdi geride bıraktığı evinin. Babasının bahsetmesine de izin vermezdi. Erman şimdi düşününce, özellikle de başlarda çok üzüldüğünü, sevgili Tete’yi çok özlediğini hatırlıyordu. Eje demeye dili dönmediği için Tete’ye alışmıştı. Annesi onun anılarını da silmeyi başarmıştı bir noktada demek ki.

Huzursuzluğun kara dumanları ruhunun her yanına sızıyordu.

Önünde bir grup insanın dikildiği yuvarlak bina belirdiğinde düşünceleri dağıldı. Evin görüntüsü, Tete’nin evinin görüntüsü, içinde bir yerin sarsılmasına neden oldu. Geldiğinden beri ilk kez bir aşinalık yakaladı. Tam bir anımsama değil, zihnine sürtünüp geçen bir tül gibi.

Yaklaşırlarken başlar onlara döndü. Önlerindeki çocuk garip bir şey yaptı, elini arkaya uzatarak parmağıyla Erman’ı işaret etti. Duymadıkları bir soruya cevap vermişti sanki. Fazla bir tepki vermediler ama hallerinde belirgin bir heyecan ve merak vardı. Kapıya yakın biri içeri seslenmiş, birkaç kişinin daha dışarı çıkmasına neden olmuştu.

Erman arkasında Aytaç’la evin kapısından geçene dek onların bakışlarını üzerinde hissetti ama yüzlerindeki ifadeyi okuyamadı.

* * *

Ev zamanın içinde donmuştu. Yusyuvarlak ve büyük tek bir odadan ibaretti, bu şekliyle ve kubbemsi çatıyla birleşen tavanıyla, evden çok çadıra benziyordu. Koyu renk ahşaptan yapılma, az sayıda eski eşyayla ve halılar, yastıklar, kumaşlarla döşenmişti. Bu görüntü ve evin kendine has kokusu Erman’a çarptı. Pencerelerin önünde yığılı bembeyaz karlar hariç, her şey çocukluğundaki gibiydi.

“Erman…”

Yaşlı kadın onların geldiğini duymuş, karşılamak için ayağa kalkmıştı. Tete en azından 90 yaşında olmalıydı. Omuzlarına saldığı saçları bembeyaz, incecik elleri ve küçük yüzü buruş buruştu. Ancak bedeni hâlâ sağlam duruyordu.

“Tete…”

Kadın Erman’ı kucakladı. Buhareketle birbirlerinden ayrı geçirdikleri 25 sene bir anlığına eridi. Kendini her yerde eğreti ve yabancı hisseden, herkesin yanında uyumsuz ve tuhaf kalan Erman, eve dönme duygusunu o kadar güçlü hissetti ki burnunun direği sızladı. Aytaç’ın önünde ağlayacağını düşünerek bir an sonra istemeden Tete’den kendini ayırdı.

“Hoş geldin oğlum.”

Erman içindeki karmaşık duyguları bastırabilmek için alelacele Aytaç’ı tanıştırdı. Evin içinde sessizce ve saygıyla hareket eden birkaç kişi, üçünün sobanın yanına yerleşmesini sağladı, önlerine sıcak çay ve yiyecekler getirdi, sonra da hepsi ayak altından çekildi. Dışarıdan ara ara duyulan seslerden uzağa gitmedikleri anlaşılıyordu.

Sabırsız Aytaç çayından bir yudum almadan lafa daldı. “Bizi getiren delikanlı kar yağışıyla ilgili bilginiz olduğunu söyledi.”

“Evet, var. Daha yağmaya başlamadan neler olduğunu anladım.” Parlaklığından hiçbir şey kaybetmemiş gözleriyle Erman’ı süzdü. “Sen de bir şeyler sezdin, değil mi? O yüzden mi geri döndün?”

“Ne? Ben, ne? Hayır! Benim işim bu. Araştırma yapmaya geldik.”

“Araştırma mı?”

“Evet. Ben iklim bilimciyim. Biliyorsun, kar şöyle dursun, birçok yerde yıllardır yağmur bile yağmıyor. O yüzden de bu ani iklim değişikliğine neyin sebep olduğunu bulmak istiyoruz.”

“İklimle ilgisi yok,” dedi Eje. Sesi kararsız çıkmıştı. İçeri girdiklerinden beri ilk kez yüzünde umutsuz bir ifade vardı. “Yani sen… Buraya sadece bu yüzden mi geldin?” İnanmaz bir ifadeyle başını salladı. “Anlamıyorum… Sanmıştım ki sen…” Sesi azaldı.

“Madem iklimle ilgisi yok,” diye nazikçe zorladı Aytaç, “O zaman ne sebep oluyor buna?”

Eje bir karara varmaya çalışır gibi bakındı. Daha az önce eve dönme coşkusuyla sarsılan Erman köşeye sıkıştığını, Eje’nin şimdi söyleyeceklerinin -çünkü söylenecekti o sözler, bu kadarını görebiliyordu- hayatı boyunca onu kovalayan bir şeyin nihayet ensesine yapışmasına neden olacağını birden anladı.

“Bir tesadüf olamaz,” dedi Eje. “Annen seni alıp giderken de söylemiştim, hiç kimse çağrısından, ona yüklenen görevden kaçamaz. İşte buradasın. O yüzden anlatacağım.” Derin bir nefes aldı. “Hava soğuyor çünkü Ayaz Ata uzun uykusundan uyandı.”

Ayaz Ata… Bu iki kelime Erman’ın derisini dondurdu adeta. Dibine oturdukları sobanın başa çıkamayacağı bir soğukluk duydu.

“Neyin nesidir bu Ayaz Ata?” diye sorguladı Aytaç.

“Ayaz Ata kışın, karın, soğuğun ve buzulun efendisidir. Doğayı oluşturan ruhlardan biridir. Güçlüdür. Burada günlerdir süren karlı havayı başlatan o ve eğer kimse engellemezse gücünü arttırarak devam edecek.”

Erman sinirli bir ses çıkararak güldü. “Benle ne ilgisi var bu masalın?” diye söylendi.

“Bu masal,” dedi Eje vurgulayarak, “Senin kaderin. Senin görevin.”

“Nedir Erman’ın görevi?”

Eje sakince Aytaç’a döndü. “Ben bu köyün Şaman’ıyım evladım. Sadece köyün değil, buradan Artos’a kadar bütün bölgenin şamanıyım. Ben ve atalarım yüzyıllardır buradayız ve başka görevlerin yanında Ayaz Ata’yı hizada tutmak da bizim işimizdir. Torunum… Erman’ın annesi, oğluna şamanlık çağrısı geldiğinde bunu kabullenemedi.”

Erman ayağa fırladı. “Yeter bu kadar. Tete… Seni gördüğüme çok sevindim. Gerçekten. Bundan sonra daha sık gelirim. İnancına da saygı duyuyorum ama beni bu saçmalıklara sokma.”

“Annen seni buradan götürmemeliydi. İyi niyetliydi, seni düşünüyordu ama hata etti.”

Erman kapıya doğru bir adım attı. Yanından geçerken Eje eğildi ve onun bileğini yakaladı. Bu temasla Erman’ın gözlerinde bembeyaz ışıklar patladı, bir boşluğa kayar gibi oldu.

* * *

Gene aynı odadaydı, aynı eşyalar, aynı koku… fakat sıcaktı. Pencerelerden gün ışığı, gölün pırıltılı yüzeyi, ağaçların yeşil dalları görülüyordu. Soba yoktu. Erman kocaman yemek masasının altında oynuyordu. Annesi gergin bir telaşla onun sağa sola saçılmış eşyalarını bir çantaya topluyor, Tete, sevgili tatlı Tete onun arkasında dolanıyor, konuşmaya çalışıyordu.

“Hayır,” dedi annesi kim bilir kaçıncı kez. “Hayır, anneanne, buna izin veremem.”

“Senin kararınla olmaz kuzum. Çağrı çok açık. Oğlun bir sonraki şaman olacak.”

“Hayır. Hasan’la konuştuk. Onu götürüyorum buradan.”

“Zeynep…”

“Hayır, hayır, hayır….” Soluğu kesildi, elinde çanta durdu bir an. Eje’ye baktı. “Anneanne, çok küçük daha. Bir yanlışlık olmalı. Hem erkek çocuğu… sen demiştin ki, kızlar seçiliyor.”

“Genellikle bizim ailede öyle oluyor dedim. Sen olacaksın sanmıştım kuzum. Biz bilemeyiz sıranın kime geldiğini.”

Annesi kendini toparlamıştı. Erman’ın son bir iki oyuncağını ve o güzelim mavi ceketini de çantaya tıkıştırdı. “Hemen bu akşam yola çıkacağız. Oğlumu bu işlere sokmayacağım.” Elini masanın altına uzattı. “Gel tatlım, elimi tut. Tete’ye hoşça kal dedin mi?”

Masanın altından gönülsüzce çıktı. “Gitmek istemiyorum,” dedi.

“Baban bekliyor ama hayatım, orayı çok seveceksin, göreceksin bak.”

“Çocuğa iyilik etmiyorsun Zeynep,” dedi Eje. “Şamanlık çağrısını görmezden gelmenin bedeli ağırdır. Mutsuz olacak. Güçsüz olacak. Onun yeri burası. Bir görevi var.”

Annesi Erman’ı kapıya sürükledi.

* * *

“İyi misin? Erman! Erman, aç gözlerini…”

Gözlerini araladı. Yanlamasına koltuğa dayanmıştı. Aytaç’ın onu yere düşmeden yakaladığını fark etti. Belinden tutmuştu, neredeyse üzerine yığılmıştı arkadaşının. “Hah… Kendine geliyor. Ne oldu oğlum birden?”

Şaşkın bir yüzle odaya bakındı, Eje’yi arandı. Yaşlı kadın elinde uzunca bir sopayla yaklaştı. Erman’a hüzünlü bir yüzle baktı. “Kusura bakma,” dedi. “Buna mecbur kaldım.”

Erman toparlanıp doğruldu. Aytaç neler olduğunu çözmeye çalışarak ikisine baktı ama yorum yapmayacak kadar kafası çalışıyordu.

“Benden ne istiyorsun?”

Eje ona elindeki uzun, tahta sopayı uzattı. “Bu benim asam. Daha önce teyzeme aitti. Şimdi de senin olacak.” Erman otomatik bir hareketle asayı aldı. Teninde bir elektriklenme hissetti. Eje koltuğa oturdu, alnı terlemişti. “Biraz soluklanayım, artık böyle numaralar beni yoruyor. Senin buraya gelişin bir rastlantı değil. Görevi benden devralmalısın. Ben yaşlandım. Ayaz Ata’nın uyanmasının ve saldırganlaşmasının bir sebebi de bu. Bir şamanın burada olması, O’nu kontrol altında tutması gerekiyor.”

“Diğer sebebi nedir?” Eje soran bir bakışla Aytaç’a döndü. “Yani siz yaşlandınız, Erman burada değildi, peki diğer sebep ne?”

Erman şaşırmıştı. İnanmış mıydı Eje’ye? Yoksa ağzından başka bilgiler mi kapmaya çalışıyordu?

“Ah… O kısım bizi aşıyor. Bana öyle geliyor ki dünyanın haliyle ilgili. Yüzyıllar, binyıllar boyunca Ayaz Ata kış aylarında ortaya çıktı. Dünyanın her yanında hüküm sürdü. Bazen yıllar süren kışlar boyunca yeryüzünün hakimiydi. Oysa şimdi… Her yer daima sıcak. Bekliyor, bekliyor, bekliyor ama kış hiç gelmiyor.” Yorgun gözlerle iki arkadaşı süzdü. “Ayaz Ata kötü değildir. Ya da doğa ne kadar kötüyse o da ancak o kadar kötüdür. Sabırsızlandı. Geri dönmek istiyor. Oysa daha uykusu sürmeli. Dünyanın iyileşmek için zamana ihtiyacı var.”

Erman’a döndü. “Artos’a gitmelisin. Aşağıya, mağaralara inmeli, Ayaz Ata’yı uykusuna geri göndermelisin.”

“Nasıl?” Bu tek soruyla teslim olduğunu, her şeyi kabullendiğini anladı.

“Bunu sana ben anlatamam. Kimse anlatamaz. Gittiğinde yolunu kendin bulacaksın. Şaman ataların ve hayvan atan sana yol gösterecek.” Aytaç’a baktı. “Sen de,” dedi. “Onunla git. Görüyorum ki kaderiniz bağlanmış.” Başını arkaya dayadı. “Şimdi gidin. Biraz dinlenmeliyim. Omuzlarımdaki yükü indirebilmek için çok uzun zamandır bekliyorum.”

* * *

Evden çıktılar. Dışarıda, kar altında bekleşen köylüler, elinde asayla geçen Erman’a saygıyla yol verdi. Geldikleri yoldan konukevine doğru, bu kez sadece ikisi geri yürüdü. Evi ve köylüleri arkada bırakana dek konuşmadılar.

“Ne yapacağım şimdi ben?” dedi Erman yılgın bir sesle.

Aytaç ona ve elindeki asaya baktı. “Belli değil mi? Artos’a, Ayaz Ata’yı uyutmaya gideceğiz.”

“Gerçekten mi?” Kendisi gidecekti. Bunu anlamıştı çünkü Tete haklıydı, görevden kaçılmıyordu. Ama Aytaç? “İnandın mı yani duyduklarına? Benim Şaman olduğuma?”

Aytaç başını salladı. “Evet. İnandım,” dedi. “Çünkü seni tanıdığımdan beri ilk kez dimdik duruyorsun.”

Kar yağmaya devam ediyordu.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for UfuKufU UfuKufU says:

    Bu hikâye bir kitabın bir bölümü mü bilmiyorum. Öyle ise devamını bekliyorum. Eğer öyle değilse bu kitabın yazılmasını yazardan talep ediyorum. Çok beğendim. Akıcılığı, heyecanı çok yerinde. Merak uyandırması -ki bu devirde edebiyat da en çok tercih edilen şeydir - tam kararında. Karakterler arasındaki diyaloglar sıkıcı değil. Ruh hallerinin bize hissettirdikleri gayet sahici. Çok beğendim, teşekkür ederim. Kaleminize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for UfuKufU Avatar for OykuSeckisi

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *