Öykü

Bana Tahtakurularını Anlatsana

-Çocuklar, herkes, yarın ki dersimize, oturduğu evini anlatan bir mektup yazıp getirecek.

Sabahtır aklını kurcalayan cümle buydu. Okuldan çıktığından beri bunu düşünüyordu. Aklını o kadar kurcalıyordu ki bu cümle, okuldan eve yürürken arkadaşlarıyla doğru düzgün muhabbet bile edememişti. Ali ve Melek ile aynı mahallede oturuyorlardı ve okula arnavut kaldırımı yollardan beraber gidip geliyorlardı her gün. Sıra sıra dut ve portakal ağaçları vardı yolun her iki yanlarındaki kaldırımlarda. Mehmet bakkal, Nuri berber, Ayşe manav, Mehmet tüpçü… Sıra sıra dut ve portakal ağaçlarına bakan kaldırımların duvarlarındaki dükkanlardan bazıları. Evi gidiş yolları yokuştu. Küçücük ciğerleri soluk soluğa kalırdı üçünün de. Terleyen enseleri, boyunlarına astıkları beslenme çantasının ipinden tahriş olurdu her eve dönüşte. Sırtlarındaki minik bedenlerine nazaran ağır olan çanta, omuzlarını arkaya düşürürdü. Fakat her dönüş yolunda bu zorluklara rağmen üç kafadar hep gülerlerdi. Bugün dönüş yolunda da her zamanki gibi Ali ve Melek gülüyorlardı fakat Hakan gülemiyordu. Düşünüyordu. Devamlı evlerini düşünüyordu. Ne yazabilirdi ki. Türkçe dersini de hiç sevmezdi zaten! Ali bir ara Hakan’ın omzuna vurup “Neyin var lan?” dese de Hakan suratına alık alık bakınca bir şey olmamışçasına devam etti Melek ile muhabbetine. Ev ile okul yolunun tam ortasında bir tane kocaman bir çınar ağacı vardı. Onun gölgesine geldiklerinde biraz dinlenme kararı almışlardı. O sırada Hakan ikisine de baktığında yazılacak olan mektuba karşı nasıl bu kadar kayıtsız olduklarını bir türlü anlayamıyordu. Acaba kendisi mi abartıyordu. Hiç de bile! Babasına da ne zaman müdürü bir iş verse, babası da hep düşünceli olur, o gece Hakan ile hiç ilgilenmezdi. Hakan, “Ben babama mı benziyorum acaba?” diye düşündü. Dışından düşünmüştü. Ali ve Melek aniden dönüp Hakan’a baktıklarında Hakan tebessüm ediyordu. İkisinin ona baktığını görünce “ Ne var? Niye bakıyorsunuz?” diye sordu bir anda ciddileşip. Ali ile Melek bir şey demeden kafalarını sağa sola sallayıp, biraz da gülümseyerek yollarına koyuldular tekrardan. Hakan da arkalarından…

Eve gelince ilk iş çantasını kapı eşiğine attı. Annesini öptü. Odasına koştu. Hemen okul kıyafetlerini üstünden çıkardı. Bembeyaz iç çamaşırları ile hemen kitaplığına geçti. İlk iş önüne beyaz bir kağıt çıkardı. Yazmaya başlayamadı. Yazamıyordu. Yazamadıkça yere değmeyen ayaklarını sandalyenin ayaklarının arasındaki boşlukta daha çok sallıyordu.(Hakan bu hareketin ona ilham verdiğini düşünürdü. Bunu da matematik dersine böyle çalışıp sınavından elli alınca keşfetmişti. Çünkü o güne kadar hep otuz alıyordu.)Ne hikmetse ilham gelmiyordu. Sonra ayağa kalktı. Odada zıplamaya başladı. Tahtalar çıt çıt ses çıkarıyordu o zıpladıkça. Arada yatağına çıkıyor oradan da salonda fazlalık olup da odasına atılan çekyata zıplıyordu. Bir süre bunu yapıp sandalyeye oturuyor ve ayaklarını yeniden sallamaya başlıyordu. Sonuç … Yazamıyordu. Yoksa hayat, ayak sallama ilhamını ondan almış mıydı? Buna inanamazdı. O yüzden ayaklarını sallıyor da sallıyor ve kalkıp tekrar zıplıyordu. Odada, oradan oraya koşuyordu. Tahtalar yine çatırdıyor, çekyatın tellerinden yine isyan sesleri yükseliyordu. Teller,“Nedir bu çocuktan çektiğimiz?” diyordu. Saatler geçmesine rağmen kağıt hala bomboştu. “Acaba?” dedi Hakan, odanın sessizliğini bozarak. Doğru düşündüğünü düşünüp, beyaz iç çamaşırlarıyla yarı çıplak evin içinde koşmaya başladı. Evin verandasına çıktı. Mutfağına koştu. Salondaki koltuklar zıplamak için onu bekliyordu. Annesi ne olduğunu anlamamış, Hakan’ı oradan oraya koşarken izliyordu. Hakan’ı görünce bulaşık yıkamayı bırakıp, elleri köpüklü köpüklü Hakan’ın peşine takılmıştı. Gülüyordu. Hakan’ı salonda, üçlü koltukta yakaladı. Hakan’ın beyaz külotunu, poposunun sağından sıyırıp, hemen oracıkta kocaman bir saat konduruverdi. Anne oğul ikisi de o kadar eğleniyorlardı ki. Bir ısırık daha kondu Hakan’ın poposuna. Sonra saatler kapandı beyazlıkla ve köpüklü eller pıt diye bir şaplak vuruverdi popoya. Tahtalara çarpan kahkahalar evin dört bir yanına dağılıyordu. Bizim Hakan poposuna aldığı ısırıklardan memnun odasına koşuyordu. Odasına geldiğinde kollarını yanlara açtı, bir uçak gibi odasının içinde iki tur daha dönüp sandalyesine kondu. Ayaklarını sallamaya başladı. Yazmaya çalıştı. Ayakları daha da hızlı ileri geri yapmaya başlamıştı. Sonuç yine aynıydı. Kağıt, bembeyaz kalmıştı. Eline elyaf topunu alıp odada oynamaya başladı. Duvarları dövüyordu. Üzülmüştü. Mektup yazmaya umudu gitgide azalmaya başlamıştı. Topu bir köşeye bıraktı. Uzaktan kumandalı arabasını aldı. Evin içinde, önde sarı arabası, arkasında o, tur atıyorlardı. Bahçeye çıkası geldi. Odasına gidip üstüne bir şeyler giydi. Aldı arabasını, bahçede turlamaya başladı.

Bahçenin sokak kapısında yaseminden bir taç vardı. Evlerine saray havası katıyordu. Evlerinin muhafızı ise Hakan’dı. Evlerini anne ve babasının bilmediği sayısız tehlikeden kurtarmıştı. Mesela geçenler de tam üç dört köpek sokaktan eve doğru posta koyarcasına geliyorlardı ki Hakan, çat diye sokak kapısını suratlarına kapatmıştı. Ne ile karşılaştıklarını anlayamayan siyahlı kahverengili köpekler kuyruklarını aralarına kıstırıp gerisin geriye dönmek zorunda kalmışlardı. Bir keresinde de kocaman bir karınca yuvası vardı bahçede ve bu düşman karargahı çok fazla sayıda düşman karınca içeriyordu. Karıncalar bahçenin her bir tarafına yayılmış, evi kuşatma hazırlığındaydılar. Hakan çalışma masasında iki gün ara ara oturmuş, ayaklarını sandalyesinde sallamış ve bir hücum taktiği belirlemişti. Anne ve babası ve tabi ki güzelim evleri için kendini öne atması gerekiyordu. Gözünü bile kırpmamış ve yapılması gereken neyse onu yapmıştı. Gitmiş ve düşman karargahını sapsarı bir sele boğmuştu. O anda düşman karıncaların çoğunu etkisiz hale getirmişti. Ama bunu yaparken annesine yakalanmamaya dikkat etmişti. Bunun için fırça yiyebilirdi. Ne kadar ailesini kurtarmak için yapsa da çişini, annesi onu anlayamayabilirdi. Tam da bu anılar gözünün önünden, kulağına hafiften gelen kahramanlık şarkıları ile geçerken, kafasını kaldırdığında, evini tam olarak karşısında gördü.

Ev anneannesinden kalmıştı. Kırmızı kiremit çatısı üçgenin uzun kenarı gibi yere doğru iniyordu. Üçgenin kenarının bitişine yakın bir yerden, toprağa doğru evinin karşıdan görünümünü indirmişlerdi. Tam çatının altında evin en güzel yeri verandası vardı. Veranda kısmı bahçeden, işlemeli, tahta bir korkulukla ayrılıyordu. Verandada, tahta bir divan ve yanında da sallanan bir koltuk vardı. Aralarında da bir masa. Masanın tahta ayakları; işlemeli. Yerde anneannesinin çeyizinden kalma bir dokuma halı. Duvarda bir gaz lambası. Odanın güneşe açılan kapıları; pencereler. Açılıp kapanırken her halükarda gıcırdayan ve bu sayede hırsızlığa göğüs geren ahşap kapılar. Veranda ile bahçeyi on basamaklı bir ahşap merdiven bağlıyordu. Merdivenin altında odalar vardı. Bir odada bir öğrenci kalıyordu. Diğeri ise kiler olarak kullanılıyordu. Hakan’ın korkulu düşlerinin mahzeni. Ali’nin bir gün gelip de Hakan’a evlerinin kilerinden bahsetmesinden beri, o düşlerden kaçamıyordu. Gudubet Ali işte, ne olacak! Hiç Melek gelip böyle şeylerden bahsediyormuydu. Mehmet abisine gidip sormuştu bir keresinde yan duvardan nasıl sesler geliyor diye ama Mehmet abisi gülmüş, “Nasıl sesler olacak Hakan, bağrışmalar, çığlıklar filan işte.” demişti. Evin muhafızı olarak bu duruma bir çözüm bulmalıydı bir an önce ama şu an için nasıl çözebileceğini bilmiyordu. Ama yarına mektubu nasıl yazacağını bulmuştu. Erik ağacına tırmandı. Kopardığı bir eriği üstüne silip ağzına atıyor, ardından kopardığını da cebine tıkıştırıyordu. İki cebinin de yeteri kadar dolduğunu düşündüğünde ağacın dalından toprağa atlayıverdi. Arabasını ve arabasının uzaktan kumandasını bahçede bırakıp odasına koştu. Hemen sandalyesine oturup yazmaya başladı. Evet, yazmaya başladı. Kelimeler, kaleminin karasından çıkan izlerle kağıda dökülüyordu. Yazdıkça yazdı. Yazarken bir ara kapı zili çaldı. Annesinin “Hakaaaan, kapıya bak.” seslerine aldırış etmeden yazıyordu. Yazdıkça mutlu oluyor, kafasındaki düşünceli hal, tuzla buz oluyordu. Ruhunun hafiflediğini hissediyordu. Odasındaki tahta tavana bakıyordu, tahta pencere çerçevelerine bakıyordu, ahşap duvarlara bakıyordu. İlham denen şey, bu tahtaların arasından ışık oluyordu Hakan’a. Böylece Hakan, kafasındaki sise veda ediyordu. Sis tamamen kalktığında Hakan kalemi bırakıverdi ve mutfaktan bir ses geldi: “ Hakan, hadi gel. Yemek hazır.” Bu dünyadaki en nadide sesti.

Yemek masası aile saadetini tasvir ediyordu. Annesi babasına, babası annesine sonra ikisi Hakan’a bakıyor ve gülümsüyorlardı. Hakan da yerinden kalkıp yağlı ağzıyla ikisini de öpüyor sonra gelip yerine oturuyordu. Arada masanın altına çatalını düşürüyor gibi yapıp, annesiyle babasının ayağını gıdıklıyordu. Babasının bu akşam keyfi çok yerindeydi. Belli; yemeğe tatlı getirmişti. Kocaman bir mozaik pasta. Bir de yanına sade dondurma almıştı.

Yemekler yenmiş, üstüne çaylar içilmişti. Hakan’ın sadece bir bardak çay izni vardı. O yüzden bir bardağını içer sonra da babası müsaade ettiği derecede babasıyla oynardı. Bu gece de öyle yaptı ve gidip babasının kolundan kocaman bir ısırık aldı. Bu savaş demekti. Babası da kocaman kaslı kollarıyla (takdir edersiniz ki Hakan’ı kaldırmak için anca böyle kollara sahip olmak gerekir.) Hakan’ı ters çevirdi ve oracıkta Hakan’ın ısırığına karşılık, poposundan bir ısırık aldı. Ne var ki kötü talih yapmıştı yapacağını. Babası da annesinin ısırdığı yerden ısırmıştı. O yüzden poposu, şu anda biraz sızlıyordu ama Hakan sesini çıkarmamıştı. Çünkü muhafız olmak kolay iş değildi.

Uyku vakti geldiğinde odasına geldi. Çantasını akşamdan hazırladı ama mektubu, yastığının altına koyup uyudu. Saatler çabucak geçmiş ve sabah olmuştu. Hakan tüm düşüncelerinden kurtulmuş olmanın verdiği mutlulukla yatağından kalktı. Dişlerini fırçaladı. Hazırlandı. Annesine hoşçakal deyip mahallenin köşesindeki ağacın dibinde Ali ve Melek’i beklemeye başladı. İkisi de geldiğinde, güle oynaya, okul yolunun yokuşunu inmeye başladılar. Hakan tekrar bağlanmıştı muhabbetlerine. Okula geldiler ve herkes yerini aldı. Hakan sırasının örtüsünü düzeltti ve kenarlardan güzelce mandalladı. Öğretmenini bekliyordu dört gözle. Çıkarın mektuplarınızı demesini bekliyordu. Belki aralarından bazılarını seçip okurdu. Acaba onunkini de okur muydu? İçini birden heyecan kapladı. Kendi kendine sırıtmaya başlamıştı ama bir yandan da arkadaşlarına belli etmemeye çalışıyordu. O sırada öğretmeni girdi kapıdan içeri.

-Günaydın çocuklar. (Tek bir ağızdan)

-Günaydın öğ-ret-me-nimmmm.(Hep bir ağızdan)

“Mektuplarınızı verin bakalım.” demişti sonunda öğretmen. O an gelmişti. Heyecanı bir kat daha artmıştı. Çantasını kucağına aldı. Mektubunu nereye koyduğunu hatırlamıyordu, o yüzden çantasının her bir köşesini, kitaplarının her bir sayfasının arasını taramaya başladı. Yoktu. İnanamıyordu. Bütün gün yazmaya çalıştığı mektup, yastığının altında kalmıştı. Şimdi ne yapacaktı. Heyecan, yerini sınıfa rezil olma korkusuna bırakmıştı. Neredeyse herkes, mektubunu teslim etmişti. Bir şeyler yapması lazımdı. Rezil olması an meselesiydi. Bir anda prostatı varmış da çişini tutamıyormuş gibi tahtaya koştu ve kıvrana kıvrana, öğretmeninin kulağına doğru “ Çok çişim geldi öğretmenim. Lütfen tuvalete gideyim .” dedi. İzni koparıp eve doğru koşmaya başladı.

O sırada evde…

Annesi, Hakan’ın odasını toplamaya girişmişti her sabah yaptığı gibi. Bir yandan ıslık çalıyor, bir yandan da yatağını topluyordu. Tam yastığı düzeltirken mektubu görmüştü.

Değerli öğretmenim ve arkadaşlarım,

Benim çok güzel bir evim var. Evimin çok güzel olmasının sebebiyse annem ve babam. Ben onları çok seviyorum çünkü. Öğretmenim, öğretmenlere yazılan bir şarkıda, öğretmenler için ana ve baba olduğu söylenir. O yüzden sizi de seviyorum. Ama annemle babamı daha çok seviyorum.

Bizim evimizin kocamaaan bir bahçesi var. Ağaçlar var içinde. Ben erik toplarım bi tanesinden, her bahar geldiğinde. Sonra portakal ağacı var. Bahçemizin bi köşesinde marul ve taze soğanlar var. Bahar geldiği zaman, bizim bahçemizde her taraf papatya olur. Annemin en çok sevdiği çiçekmiş. O yüzden, babam da her yere papatya dikmiş. Güller var bahçe kapısı ile evimizin giriş kapısı arasındaki yolun yanlarında. Bu çiçeklere bahar zamanı arılar gelir. Ben biliyorum, bal yapmak için geliyorlar. Bahçemizin bi köşesinde de çeşme var. Annem, ben yaz tatilindeyken, çeşmenin altındaki suyun gittiği deliği tıkar ve musluğu açıp altındaki havuzu suyla doldururum benim için. Sabahtan akşama kadar onun içinde olurum oyuncaklarımla beraber.

Öğretmenim bizim evimiz tahtadan. Ama her yeri tahta. Ali ve Melek’in evleri, beton ve uzun bir binanın içinde. Bizim tahta evimizin iki tane katı var. Arada da merdiven var. O da tahtadan. Evimizin üst katında uzun bir balkon var. Adı verandaymış, annem öyle dedi. Ben orayı çok severim. Hatta geçen sene yaz tatili için verdiğiniz ödevi, verandamızdaki tahta divanda yaptım.

Benim kendi odam var. Kocaman bi penceresi var. Biliyormusunuz öğretmenim, odamın da her yeri tahtadan. Sadece pencerede cam var. O da tahtadan olsa zaten dışarıyı göremezdim di mi? Göremezdim. Biliyorum, çünkü tahta saydam bir madde değil. Hatırlarsanız, geçen hafta ışık geçiren maddelere saydam madde demiştiniz de, ben de öyle öğrenmiştim tahtanın saydam bir madde olmadığını. O dersten önce sadece, tahta, ışık geçirmez diyordum. Teşekkür ederim öğretmenim bu ve öbür öğrettiğiniz bilgiler için. Odamdaki tahtalarda dalgalı çizgiler var. Onları izler dururum her zaman. Benim babaannem Muğla’da oturuyor. Yaz tatilinde yanına gittiğimizde denize gideriz. Odamın tahtalarındaki çizgileri, akşamüstüleri Recep’le kumsalda top oynarken ki, denizden bize doğru gelen dalgalara benzetirim işte. Annem onların, ağaçların yaş halkaları olduğunu söyledi. Annem ne kadar da zeki kadın di mi öğretmenim? Ben de, o günden beri, odamdaki tahtaların kaç yaşında olduklarını bulmaya çalışıyorum. Hala benimle aynı yaşta bi tahta bulamadım ama iki yüz yaşında tahtalar var odamda. Dedemden bile kocamanlar. Bi de, yatağa yattığım zaman odamdaki tahtalardan sesler geliyor, kırt kırt diye. Annem onların tahtakurusu olduğunu söyledi. Tahtaları içten içe yerlermiş onlar. Keşke bi dilek hakkım olsaydı evimizden dileyebileceğim. O zaman tahtalardan, bana, tahtakurularını anlatmalarını dileyebilirdim. Şimdi aklıma geldi de, aslında bi tane de, evin kilerindeki maceraları öğrenebileceğim bi hakkım olsa, fena olmazdı.

Bi gün annemler evde yokken, giysi dolaplarını karıştırdığımda, annemin dedeme yazdığı mektupları bulmuş ve okumuştum. Bunu anneme söylemeyin ama tamam mı öğretmenim. Kızabilir belki bana. İşte ben de mektubumu orda yazan şekilde bitirmek istiyorum. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim. Herkese benden selam söyleyin. Hepinizi çok seviyorum.

HAKAN BARAKA

Biricik Öğrenciniz…”

Hakan eve geldiğinde, annesinin ona bakışlarında bir gariplik sezmişti. Annesi, tebessüm ile ama duygulu bakıyordu. Hakan soluk soluğa kalmıştı ama daha da acele etmesi lazımdı. Sonuçta bir insan kaç dakika çişini yapabilirdi.

-Ne oldu oğlum? Kimden kaçıyorsun? Niye okulda değilsin bu saatte?

-Odamda bir şey unutmuşum anne, onu almaya geldim.

-Çabuk ol madem. Alacağını al, sonra doğru okula. Öğretmenin kızmasın.

Hakan, hemen yastığına koşmuştu. Yatağı düzenlenmişti. Annesi okumuş muydu yoksa mektubunu? Eğer okuduysa, annesine karşı olan sırları gün yüzüne çıkmış demekti. Yastığına baktı. Bıraktığı gibi duruyordu. Mektubu da altındaydı. Ohh! Annesi mektubu okumamıştı. Sırları hala kendisine saklıydı ve de öğretmene vermesi gereken bir mektubu vardı. Acele etmesi lazımdı. “Anne ben çıkıyorum.” diye bağırıp, gerisin geriye okula doğru koşmaya başladı.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *