Öykü

Basat Oğlu Barak

Dokuz asker kayalığın yanında bekliyordu. Aralarından en genç olanı kendisine “Genç Oğlan” yakıştırması yapıldığından beri diğerlerine göre fiziksel gücünü daha çok ön planda tutmaya çalışıp dayanıklılığını ayakta durarak sergiliyordu. Gözü yerde giden solucana takılmıştı. Çamurun içinden çıktığından beri solucanı takip ediyor, yaptığı eylemleri gözlüyordu. Önce çamurun içinden çıkmış daha sonra engebeli çamur ariziyi aştıktan sonra su birikintisinin yanında durmuş, sağa sola biraz hareket ettikten sonra doğru yolu bulup su birikintisini aşmıştı. Biraz ileride başka bir kayalığın altında gözden kaybolmuştu.

Yanındaki asker Genç Oğlan’ı dürterek göz kırpmıştı.

“Bakıyorum solucana daldın gitti öyle” dedi.

Genç Oğlan kafasını yana eğerek “O da çamurdan çıktı işte” dedi.

“Çamurdan çıkacak tabi. Solucan o başka nerden çıkacak?” diyerek yere çömeldi Ayazbahçeli.

Diğer tüm askerler ayakta duruyor, her an Albay gelir diye bekliyorlardı. Yağmurun altında hepsi ıslanmış vaziyette denizin kayalıklara nasıl çarptığını izliyorlardı. Deniz öfkeliydi. Kayalığa her vurup geri çekilmesinde daha öfkeli bir şekilde kayalığa vuruyordu. Denizin kime, ne öfkesi olabilirdi? Genç Oğlan bu sefer denizin kayalığa  çarpışına dalıp gitti.

Ayazbahçeli çömeldiği yerden:

“Şuna bak deniz köpürüp köpürüp kayalığa vuruyor. İyi vuruyor ama” dedi.

“Ya da…” deyip sözünü yarıda kesti Genç Oğlan. Herkes sözünü tamamlamasını bekledi ama    o hiçbir şey demedi.

“Ya da ne?”

“Ya eğer oraya gerçekten vurmuyorsa. Yani kayalığı cezalandırmak için değil, kendisini cezalandırmak için vuruyorsa. Baksanıza, kayalık sabit, bir yere gittiği yok. Oysa deniz çarpıp çarpıp duruyor. Ya işlediği bir günah yüzünden kendisine zarar vererek cezalandırıyorsa?” dedi Genç Oğlan. Bir süreliğine sessizlik olmuş, diğer askerler birbirlerine bakmıştı.

“Yahu saçma sap…” diyordu ki ormanın içinden birilerinin geldiğini fark edince hemen ayağa kalktı Ayazbahçeli.

Gelenler konuşa konuşa ve çamura bata çıka geliyordu. Birisinin ayağında çizmeleri, üzerinde siyah paltosu ve başında siyah kalpağı vardı. Bu Albay Basat’ın kendisiydi. Yanındaki ise Albay’a haber vermesi için kendi aralarından seçip gönderdikleri bir askerdi. Bu asker sessiz sakin birisiydi ve herkes ona yüklenirdi. Askerler kendi işlerini ona yaptırdıklarından dolayı Yertutan derlerdi.

Albay hızlı adımlarla geliyor, Yertutan ise ona yetişmek için çaba sarfediyordu. Askerler hemen hizaya girip Albay’ın gelmesini beklediler. Albay başıyla deniz fenerini işaret edip:

“İçeride mi?” diye sordu.

“İçeride komutanım!” diye sesini yükselterek cevap verdi Ayazbahçeli. Arkadan Yertutan gelip:

“Evet komutanım, içeride” dedi.

Albay arkasını dönüp Yertutan’a baktı. Askerlere tekrar dönüp eliyle iki kişiyi seçtikten sonra:

“Sen ve sen, gidip getirin.”

Seçtiği iki asker öne doğru çıkıp ellerine tüfeklerini aldılar.

“Onları yere koyun, kesinlikle zarar verilmeyecek” dedi Albay.

Askerler önce birbirlerine baktı, itiraz edecek gibi oldular ama en sonunda tüfekleri bıraktılar.

İki asker deniz fenerinin kapısını zorlayarak içeri girdi. İçeri giriş anında Albay dahil herkes nefesini tutarak uzaktan izledi. Albay askerlerin önünde hiç ses çıkarmadan deniz fenerini izliyordu. Derin bir sessizlik vardı aralarında. Duyulan şeylerden birisi yağmur damlası diğeri ise denizin kayalıklara çarpış sesiydi. Askerler acaba ne diyecek, ne tepki verecek diye Albay Basat’a bakıyorlar, ancak o hiç kıpıdamıyordu. Arkasını dönüp bir şey diyecek oldu fakat tekrar önüne döndü.

“Aranızdan hanginiz burada olduğunu öğrendi?” diye sordu.

İri yapılı bir asker “Ben komutanım” dedi.

Albay hafifçe omzunun üstünden bakarak bu iri yapılı adama baktı. Konuşması gayet düzgündü ve diğerleri gibi köylü ağzıyla konuşmuyordu. Albay eliyle deniz fenerini işaret ettikten sonra geri indirdi.

“Daha öncekini yine sen bulmuştun… Doğru mu?”

“Doğrudur komutanım, ben bulmuştum.”

“Bunun da bir önceki gibi kaçıp buraya gelebileceğini tahmin ettin, doğru mu?”

“Doğrudur komutanım.”

Albay tekrar önüne dönerek başını yukarı aşağı salladıktan sonra:

“Aferin asker” dedi.

Diğer askerler daha önce böyle bir kaçış olayı olduğunu bilmiyorlardı. Herkes bu iri yapılı, düzgün konuşan askeri süzerek baktı. Kendisine bu olaydan sonra çok soru sorulacağını biliyordu bu iri yapılı asker. Ancak Albay Basat’ın kişisel meseleleri hakkında konuşup etrafa yaymak istemiyordu. Çok fazla gürültü patırtı yapmadan, bu olaylar fazla duyulmadan bir an önce bu adadan ayrılmayı, başka bir yerde görevlendirilmeyi bekliyordu.

Albay tekrar arkasını dönüp askerlere:

“Sigaranız var mı?” diye sordu.

Askerler önce birbirlerine baktı. Aralarından birisi:

“Var ama gazete kağıdına sarıyoruz biz komutanım” dedi.

“Gazete kağıdı mı?”

“Komutanım bildiğiniz gibi buraya çok fazla erzak falan göndermiyorlar. Gönderdiklerinde de sadece gıda gönderiyorlar. Kaptan ile konuştuk, zorla tütün getirttik” dedi.

Bu son sözlerini sesini kısarak söylemişti çünkü ada içerisinde askerlerin sigara içmesi yasaktı. Albay elini uzatarak:

“Ver hadi ver” dedi.

Sigarayı çıkartıp verdiler. Ateşi eliyle siper ederek sigarayı yaktı. Yağmurlu havuda Albay Basat sigarasını içiyor, arada sırada gözü yağmur damlasının sigarasının sarılı olduğu gazete kağıdına damlayıp ordaki yazıyı kaybetmesine bakıyordu.

Bir süre sonra içeri giren iki asker tekrar dışarı çıktı. Koşturarak Albay Basat’ın yanına geldiler. Üst başları hırpalanmış birisinin suratında derin bir çizik vardı. Nefes nefese kalmışlar, zorla laf veriyorlardı:

“Komutanım… İçeri girdik, bizi görmesiyle üzerimize atıldı… Boğuştuk biraz… Tam alt ettik getiriyoruz derken elimizden fırladı… Ben bunun ayağından tutup çekerken suratımı cırmaladı köpoğlu köpek…” derken Albay Basat konuşan askerin suratının çizik olduğu tarafa ağır bir tokat indirdi. Tokadın etkisiyle çamurlu yere yığılıverdi asker.

Albay Basat’ın kafasındaki kalpak yere düşmüş çamurlanmıştı. Eli kanlı, ağzında sigarayla yerdeki askere sinirli sinirli bakıyordu. Yağmur damlası eline düşüyor, elindeki kanı silip yere damlatıyordu. Diğer askerler çıt çıkartmadan ikisini izliyordu. Albay yere düşen kalpağını alıp silkeledi. Sinirli adımlarla deniz fenerine doğru yol aldı.

“Ne dedim ben şimdi ya! Bana niye vuruyor? Hem emirlerini yerine getirelim hem tokat yiyelim. Şu işe bak ya! Başlarım böyle işe” diyerek ayağa kalktı yere düşen asker. Tokat yediği yanağını tutuyordu.

“İyi ama emirlerini yerine getiremedin” dedi Ayazbahçeli. “Gidip getirin demişti. Siz getiremediniz”

“Yahu yapamadık diye tokat mı atması gerekir?”

“Yapamadığın için tokat atmadı,” dedi iri yapılı asker. “Köpoğluköpek dediğin için tokat attı.”

“E haksız mıyım içerideki şeyin suratı köpek gib…” derken durakladı. Gözlerini iyice açıp suratında şaşkınlık ifadesi oluştu. “O içerideki şey… Oğlu mu yoksa?”

Gözlerini kapatıp evet dercesine başını salladı iri yapılı asker.

“Bu adaya ilk geldiğimde Albay Basat zaten buradaydı. Albay buraya atandığı zaman karısıyla birlikte gelmiş. Karısı o sırada hamileymiş. Doğumuna iki ay kala kadını şu deniz fenerinin altındaki kayalıklarda ölü olarak bulduklarını söylüyorlardı önceki askerler. Karnı yarıkmış ve içindeki çocuk yokmuş. Bunu yapanın kim olduğunu öğrenmek için ormanı araştırırken bir gün sonra çocuğu bir ağacın altında çamurlu ve kanlı vaziyette bulmuşlar. Annesinin karnından çıkartıldıktan sonra doğruca oraya konmuş sanki diyorlar. Suratı ise… köpek gibi bir şeymıiş işte. Bir önceki gelişimde kendim gördüm. Albay ise bu çocuğu hep sakladı. Tam on iki sene olmuş. Çocuğun dış dünya ile bağlantı kurmasını hem doğru bulmadığı hem başka insanların onu garipseyip kötüleyeceğinden korktuğu için başka yere görevi çıktığı halde kendisi hep burada, bu adada kalmayı tercih edip, çocuğa burada baktı. Hep aynı rütbede burada öylece devam etti. Son iki yıldır çocuk hep kaçıyordu. Albay onu zincirlemesine rağmen bir şekilde kaçmayı başarıyordu. Önceleri sadece kendisi gider, başka askerlerin onun suratını görmesini istemezdi. Daha sonraları ekipler halinde onu aramaya çıkmaya başladık. En son kaçtığında buraya gelmişti. Ben de tekrar buraya gelmiştir diye tahmin ettim. Deniz fenerinin tepesinde, ucunda duruyordu.”

Askerlerin gözleri açılmış, duyduklarına inanamıyorlardı. Çocuğun suratı hakkında söylediklerine inanmak istemeseler bile tokat yiyen askerin çocuğun suratı hakkında ses etmemesi her şeyi açıklıyordu.

“Peki ya… Peki kadının karnını yaran neymiş? Çocuk neden o şekilde doğmuş?” diye sordu Ayazbahçeli.

“Kimse tam olarak bilmiyor. Bazıları kırmızı saçlı bir kadının ortaya çıkıp hamile kadını ayağından sürüyerek buraya getirdiği ve kadının karnını yardığını söylüyor ama ben Albay Basat’ın karısından başka bu adaya gelen bir kadın tanımadım. Çocuğun suratının neden o şekilde olduğunu ise kimse bilmiyor” dedi iri yapılı asker.

Herkes sessizce köpüren denizi izlemeye devam etti. Albay deniz fenerinin kapısından çıktı ve sarılarak çocukla beraber yürüyorlardı. Çocuğu zorla zaptetmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Kimse çocuğun suratını görmesin diye üstüne paltosunu atmıştı. Çocuk ise elleri kenetlenmiş bir şekilde kaçmaya çalışıyordu. Çamurda ilerlerken ikisi beraber kayıp yere düştüler. Çocuğun kafası paltodan sıyrılıp diğer askerlere göründü. Suratı bir köpeği andırıyor, ıslak köpekler gibi suratındaki tüyler damlaların ağırlığıyla aşağı doğru sarkıyordu. Vücudu ise daha çok insan vücudu şeklindeydi. Albay, çocuğun ayağından tutup kendine doğru çekti. El çabukluğuyla paltoyu alıp tekrar çocuğun üstünü örttü. Ancak çocuk diğer ayağıyla Albay Basat’ın suratına tekme atıp ayağa kalktı ve kaçmaya kalkıştı. Diğer askerler ise kaçmasın diye tam hamle yapmıştı ki Albay Basat uzaktan:

“Gelmeyin, uzak durun!” diye bağırdı.

Askerler olayları uzaktan izlemekle yetindi. Albay tekrar çocuğu yakalayıp kendine çekti. Üzerine çıkıp hareket etmesini engelledi. Çocuk ise var gücüyle yerde son nefesini veren boğazı kesilmiş koyun gibi debeleniyordu. Albay artık iyice sinirlenmişti. Tüm bu yükümlülükler, bunca uğraş, üzüntü…

Askerler Albay Basat’ın öfkelendiğini görebiliyorlardı. Albay ayağa kalktı. Çocuğu bacaklarından yakalayıp omzuna kaldırdı. Çocuğun üzerindeki palto yere düştü. Albay kayalıklara, köpüren denizin cezalandırdığı kayalıklara doğru yürümeye başladı. Sert bir kayalığın üzerine çıktı. Yağmur şiddetlenmeye, şimşekler çakmaya ve köpüren deniz adeta savaşmaya başlamıştı. Tüm doğa birlik olup Albay Basat’ın yapmaya çalıştığı şeyi sanki engellemeye çalışıyordu. Albay derin bir nefes aldı, etrafına baktı. Gözlerinden yaş gelmeye başladı. Çocuğu havaya kaldırdı, çocuk ise eziyet görmüş bir köpek gibi inlemeye başladı. Askerler uzaktan izliyordu. Albay, çocuğu köpüren denize attı. Deniz son kez kayalığa tüm gücüyle vurdu.

Askerler gözlerini yumdu. Bu olayı gözünü kırpmadan tek izleyen Genç Oğlan olmuştu. Deniz aldığı bu canın günahını bir dahakine ne zaman çıkartacaktı?

Basat Oğlu Barak” için 3 Yorum Var

  1. Merhaba, güzel bir öykü kaleme almışsınız. Biraz daha uzun olabilirdi belki ama bu haliyle de kesinlikle merak uyandıran, güzel yazılmış, finali güzel bağlanmış bir öykü bu. Diyaloglardaki samimiyeti de sevdim.
    Kaleminize kuvvet.

  2. Güzel bir öyküydü. Kurgusu da hiç fena değildi. Çok güzel bir diyalog yakalamışsınız, fakat bitişini aceleye getirmişsiniz. “Yahu saçma sap…” diyordu ki, yerine daha anlamlı bir cevap verirse üstteki diyalogun vurgusu da artar. Mesela “He he, o halde rüzgar da öfkeli, yağmurda. Hareket eden her şey öfkeli. Aşktır belki de öpücük veriyordu” Yüzüne pis bir sırıtış kondu: “Öpücüktür onlar öpücük.” gibi. Yani dinleyen askerin, konuşan askerin dediklerini saçma bulmasını göstermeli, anlatmamalı. (Anlatma, göster kuralı)

    Tütünü gazete kağıdına sarmak. Gerçekliğini bilmiyorum ama harika bir detay.

    Elinize sağlık.

  3. Yazarın bir süredir yazdığını görüyorum, lakin anlam veremediğim bir şekilde bu öykü oldukça acemice yazılmış. Tekrarlanan kelimeler, paragrafta düşünce akışına uymayan cümleler, yazım yanlışları… Hikaye ve öykünün çıkış noktası oldukça güzelken yazar dili, kelimelerin büyüsünü iyi kullanamamış, acemi bir yazar gibi kurguyu yerli yerine oturtamamış. Öykü ile varılmak istenen sonuca ulaşıldığını düşünüyorum ancak sonuca ulaşan yol bozuk. Yazarın her gün düzenli yazarak bu sorunları azaltabileceği de bariz.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *