[Kaldır kapağı bak, kimler can çekişiyor cennette
Kim çoktan ölmüş, kim diri kendi cehenneminde?
Sustur bütün yerli yersiz havlayan köpekleri içinde
Bu karanlık sokaklar yalnız onların değil.
Arafta / Mabel Matiz ]
Hava bulutsuzken gök gürlüyorsa bunun muhtemelen Mikail’le bir ilişkisi yoktur. Belki İsrafil… bir ihtimal. Zaten kesin olarak bir şey söylemek mümkün değil. Bu tür muğlak konuları konuşmaya ise hiç gerek yok!
İşte öyle bir gök gürültüsü tarafından tatlı uykusundan uyandırıldığında, gördüğü envai çeşit rüyanın hiçbirini hatırlamıyordu Kalfa. Saçı başı, düşüncesizliği darmadağınık olarak doğrulurken küfretti Yaradan’a gürültüyü var ettiği için. Ve cehennemin yeryüzündeki yansıması olan gürültüyü, dağınık yatağından inerken bir kez daha yarattı. Bu adam tam cehennemlik dersem yanlış olmam; bunun doğduğu yer Cehennemin dibi ve bir bumerang gibi döneceği yer de yine o pis çukur olacak.
“Uyan Lan-it.” Her sabah yaptığı gibi çok sevdiği köpeğine büyük bir nezaketle seslendi. “Uyansana lan itoğlusu!” Köpeğin yerde yatmaya devam ettiğini görünce zavallı hayvancağızın karnına sıcacık bir tekme indirdi. Köpeğin miyavlamaya benzer bir sesle sıçramasının ardından fırlatılan kösele ayakkabı, sultanlara layık bir kahvaltının ardından içilen bol köpüklü bir Türk kahvesi gibi gelmişti köpeğe. Her gün bu kahvaltıyı yiyen akıl hastası sultansa alışmıştı belli ki.
“Yürü, dışarı çıkıyoruz.” Köpek, eğer akıllı ve biraz da şirin olsaydı bakışlarıyla sahibine, ‘Hiçbir şey yemden mi, daha yeni uyandık ama?’ diyecekti. Ve sahibi de onu anlayabilecek derecede insan olsaydı bu bakışlara karşılık verecekti. Ne yazık ki karın açlığına yaşayan bu iki canlı da o tür yetilere sahip değil. Yazık mı? Hayır, ikisi de buna müstahak!
Her sabah yaklaşık olarak bu tiyatroyu izliyordu evin çürümüş eşyaları ve duvarları. Ancak mevsimden mevsime değişiyordu oyun: Baharda, burun tıkanıklığına edilen küfürler ve onların işe yaramadığının kanıtı olan gürültülü nefes sesleri; kışın ise, soğuk havanın sebebiyet verdiği çeşitli rahatsızlıklara edilen küfürler farklılık oluşturuyordu. Matinenin ardından eşyalar ve duvarlar, bu akıl hastası itle, onun bir o kadar hasta sahibini bir daha ancak gece –karanlık el verdikçe- görebiliyorlardı. Ruhları çürümüş bu iki canlının gün içerisinde ne halt yediklerini, kokuşmuş eşyaların ve küflü duvarların bilmeleri imkânsız. Bu durumdan şikâyet ettiklerini de zannetmiyorum. Çünkü o haltları şimdi size anlattığımda, siz de keşke bilmeseydim diyeceksiniz –en azından ben öyle umuyorum.
Bilge ihtiyar ne demiş?
[ Bin kilometrelik bir yolculuk bir tek adımla başlar. [ Ayıbımızda yatar şerefimiz.
Çorak Topraklar / Stephen King ] En Uzak Sahil / Ursula Le Guin ]
Rutubetli, haddinden fazla gölgeli sokakta köpeği Lan-it’le kardeş kardeş yürüyordu Kalfa. Bir abi gibi uzun adımlarla yürüyüp arkada kalan kardeşini azarlamaya, tekmelemeye, ona ve olayla ilişkisi bulunmayan onlarca varlığa küfürler yağdırmaya dayanan bu kardeşliğin sonsuza kadar bozulmaması için dua etmeliyiz. Bozulmasın ki onlarla hiçbir şekilde münasebette bulunmak zorunda kalmayalım. Allah onları başımızdan eksik etsin!
Oradan buradan, mahalledeki manavdan, bakkaldan, kuruyemişçiden tek tek helallik isteyerek topladığı elmayı, üzümü, bir avuç fındığı, bir cep dolusu leblebiyi kaldırım taşının birine oturup yemeye başladı. Mahalleli istemese de alışmıştı, bu da bizim köyün delisi diyerek geçiştiriyorlardı; tabi arkasından edilen, bir çocuğun oyuncağını paylaşmak istememesi kadar samimi olan küfürleri saymazsak. Ama şehrin merkezinde durum hiç de öyle değildi: Herkes görmemezlikten geliyordu bu ikiliyi, gözlerinin ucuyla bile bakmıyorlardı. Tıpkı sokaklarda aç susuz yatan insanları, sokak çocuklarının kurumuş yanaklarını, yaşam alanları istila edilmiş kuşları ve daha nice varlığı görmedikleri gibi.
Lanet olsun bu pis şehre! Gerçi buna pek gerek kalmamış, burası uğur aranacak bir şehir değil!
Geç kalınmış kahvaltıyı yaptıktan sonra, sabahın dinç saatlerine uyan seri adımlarla yürümeye devam ettiler. Mevsimi geldiğinde nereye gidecekleri belli olan göçmen kuşlar kadar kendisinden emindi Kalfa; köpeği Lan-it ise sürekli geride kalıyordu ama hıza ayak uyduramadığından değil, akılsız başının dağılan dikkati yüzünden yetişemiyordu sahibine. Yediği dayakların sebebi de akılsız başıydı, tabi Kalfa’nın hiç suçu yok bunda. O istediği gibi davranma hakkına sahip, nitekim kafatasının içinde gerçekten çalışan bir beyni var. Bir insanın beynine hakaret etmem –veya benliğine, ancak burada prensiplerimden vazgeçmemin kimseye zararı dokunmaz. Bu adamın beyni de kendisi gibi şerefsiz. Kalbiyse –erkek doğmuş bir kadının naylon saçları gibi- sahte ve olması gereken yerde değil. Leş gibi kokan, bol gölgeli ara sokaklardan bir sağa, bir sola saparak geçip ana caddeye çıktılar. Gitmeleri gereken yeri bilen, Kalfa’nın beyni değil, ayaklarıydı.
Sıradan ahmaklar vardır. Bir de önemli olan, büyük ahmaklar… Ve o büyük ahmakların da milyonlarca seveni vardır. Ne ahmaklık! Tabi birçok sevmeyeni de vardır. Sıradan ahmakların suçu ne, bu tür insanlara çok üzülüyorum. Hayattaki tek hatası, ahmaklığını tüm Türkiye’ye açmamış olan bu insanların ölümü birkaç yakını hariç kimseyi üzmez. Hiç kimseyi ise sevindirmez. Böyle olmamalı. Kesinlikle, senin ölümünle mutlu olacak insanlar yoksa hiç var olmamışsın demektir. Bu tür sıradan ahmaklardan sebepsiz yere nefret etmeliyiz, ölmeleri için dua etmeliyiz ki haksızlık olmasın, denge korunsun. İşte öyle sıradan ahmaklarla dolu bir caddeydi burası. Ve dengenin korunması için olmasa da belki, Kalfa buradaki tüm insanlardan nefret ediyordu. Zarar vermeyen bir nefret, karşı tarafa etki etmeyen aşk gibi. Kendine acımayan, acınası bir insan… Hayır, acımayın ona, geride kalan köpeğe acıyın. Şimdilik.
Görünmezlik pelerinine veya iksirine veya göz bağı büyüsüne veya bilimsel hiçbir zamazingoya gerek duymadan görünmez olarak dolaşıyorlardı geniş caddede. Kalfa’nın sebepsiz kararlılığı hala devam ediyordu ama hızları düşmüştü; sıradan koyunların oluşturduğu sürü yüzünden oldukça yavaşlamışlardı. Hani, dışarıda, caddede, otobüste yaşlılara veya kadınlara yardım eden, yer veren insanlar vardır ya, cennetteki yeri garantilemiş olanlar. İşte Kalfa onların yanından bile geçemezdi. Bu adamdan iyilik ummak, şimdi hiç görmeyen birine gökkuşağını anlatmak kadar zor ve imkânsız.
Kalfa’nın şimdiye kadar Lan-it dışında kimseyle konuşmamış olması, onun sessiz biri olduğunu düşünmenize sebep olmuş olabilir; durum hiç de öyle değil. Sağa sola, ona buna, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı kadına, telefonuna gömülmüş gence, sigara içen kıza, sigara içmeyen çocuğa, ağlayan bebeye, önünden bir türlü çekilmeyen lanet olasıca yaşlı adama, öten kuşa, ötmeyen böceğe, kaldırımın ortasında dikilmiş duran koca çınara… ve daha birçoklarına laf atıp küfrederek yürümek, köpeği dövmekten sonraki en büyük hobisiydi. Tabi bu sebeple etraftakiler onu kendi kendine konuşan bir deli gibi görüyordu –daha doğrusu görmüyorlardı.
Yanlarından mağaza ve bina seli akıyordu, Kalfa ise onların hepsini okuyordu –ve tabi ki küfrediyordu. Van Direksiyoncular Derneği: Kamyoncu tanımını genişletmek istemişler belli ki, Van diye daraltmasalardı olabilirmiş. Ve işte ‘meşhur Mersin tantunisi’: Kon’s Tantuni. Tantuniden nefret ederim, belki de hiç yemediğimdendir. Adı Cafer olan birinin, kafeterya ile cafe’yi birleştirmek istemesi sonucunda ortaya çıkmış gibi görünen bir isim: Cafe’r’terya. Hemen bitişiğinde ‘Mario Pizza: Bu işin ustası…’ Ve daha nice gereksiz mağaza… Ve onların hepsine tek tek giren sıradan ahmaklar…
İnsanın burnundan girip beyin damarlarına işleyen nefis kokuların; şehrin toz, ter, egzoz ve şerefsiz insan kokusuna karıştığı yerde elbette bir lokanta vardı. Bahçe bölümünde, üç kişilik bir masaya kızıyla oturup bir kişinin yerini çantasıyla istila eden anaç bir kadın, bir girişimde daha bulunup yeni bir konu açmaya çabaladı. “İnsanlar ikiye ayrılır: Patlıcan yiyenler ve patlıcan yemeyenler.”
“Bir de yiyecek patlıcan bulamayanlar var!” Muhtemelen doğarken ebesine de laf atmış olan Kalfa, iş başındaydı. Ve yine sanki hiç yaşamıyormuş gibi davranıldı kendisine, o ise hiç umursamadan her zamanki gibi yürümeye devam etti: “Hadi Lan-it, oyalanma!”
“Hey yavrum hey!” Kalfa, belli ki birine yine laf atıyordu. Üstüne alınan genç ve güzel bir insan, bu kez görmemezlik oyununa devam etmedi. “A-a, terbiyesiz! Sen kim oluyorsun da…” Sözü Kalfa tarafından kabaca –ve bu sefer haklıca- kesildi.
“Sana demedim lan! Şur’daki yüzüne gülen herkesi kendine dost bilen bebeğe dedim. Hemen üstüne alındın. Sanma bi’ tek sen özelsin; yalnız kaldım dersin!” Bu kadar mantıklı konuşması kendisini şaşırtmadı, böyle küçük bir duygu için kendini yoramazdı çünkü. Köpek burayla hiç ilgilenmediğinden o da fark etmedi. Fakat bu kadar düzgün konuşması… Kıyametin yaklaşan nal sesleri…
Bu konuşmalara kulak misafiri olan anne, hemen bebek arabasıyla oradan uzaklaştı. O sırada Lan-it –artık nedendir bilinmez- en kızgın sesiyle havladı. Kalfa, onu kendine getiren havlamanın sahibi sağa yönelirken köpeğe sağlam bir tekme indirdi ve yoluna köpeğin döndüğü taraftan devam etti.
[ Bu kadın üzerimde denkleme tesadüfen girmiş,
bölünemeyen irrasyonel sayı gibi hoş olmayan etki bırakmıştı.
Biz / Yevgeni Zamyatin ]
[ Bu dünyada tek başına bir erkek bir hiçtir ve bundan başka dünya yok.
The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat) // Karikatür Komedya / Sagopa Kajmer ]
Bu kızın güzellikten ne kadar yoksun olduğunu anlatmak için dünya kelamlarının hiçbiri yetmez. Kalfa’nın âşık olduğu kızdan bahsediyorum. Hikâyede önemli bir görevi olmasa hiç değinmezdim, ne var ki durum öyle değil. Kalfa’nın içindeki sahipsiz kararlılık amacına ulaşmıştı ya da Kalfa ona karşı gelmeyi başarmıştı; artık sadece o kız için var olacaktı, o kız için yürüyecek, o kız için Lan-it’i tekmeleyecekti. Onunla evlenecek, boy boy çocukları olacak, üç-beş-yedi-dokuz, fark etmez. Sonra her canlı gibi ölecek ve gökyüzünden torunlarını izleyecekti. Peki, bu arada Lan-it ne olacaktı? Sokaklarda geri zekâlılığıyla yitip gidecekti; çünkü o, biricik aşkı, şey –adı ne acaba- evde köpeği istemezdi. Adını öğrenmeli… Bunları gerçekleştirebilmek için bir an önce işe koyuldu.
Cehennemin kapıları bu kez onun için açılacak mı acaba? Aslında bir şansı var –eğer kızı görseydiniz ne demek istediğimi anlardınız. Köpek artık geride kalmıyordu, aksine sahibinden önde yürüyordu. Kalfa’nın kaybettiği kararlılık ona geçmişti. Zararlı bir parazit gibiydi bu kararlılık mikrobu, belki de yararlı, şimdilik bir şey söyleyemeyiz. Kalfa kendini kaybetmiş gibi gözlerini kızcağızdan ayırmıyordu. Etraf şimdi sisliydi onun için, puslu, karanlık; tek gördüğü kısa saçlı çirkin kraliçeydi. Bu yüzden Lan-it’e takılıp düşüyordu az kalsın. İyi olurdu düşseydi, belki kızı kaybederdi, ne yapacağını şaşırır, köpeğe sinirlenir, onu –bu kez gerçekten- öldürür ve bu öykü de burada biterdi. Kız da kurtulmuş olurdu, fakat şerefsiz köpeğin ölmesini hiç istemem, hayvan öldürmek bana göre değil.
Bu arada kız sola saptı, ana caddeden iyiden iyiye uzaklaşmışlardı. Gürültü azalırken gölgeler artıyor, pis egzoz kokuları yerini küflü çöp kokusuna bırakıyordu. Çarpık çurpuk, dolambaçlı yollardaki insan sayısı azalmıştı –tabi Kalfa’yı da insan olarak saymazsak bir tek kız kalmıştı. Belli ki o da bir genç kız için korkutucu olabilecek durumun farkındaydı ve bir kız olarak yapması gerekeni yaptı: Adımlarını sıklaştırdı ve koşmaya başladı. Kalfa da hızlandı ama sürekli dallara ayrılan dar sokaklarda kızı arada bir gözden kaybediyordu, tekrar gördüğündeyse yüreğine su serpiliyordu; tabi bu durum uzun sürmüyor ve birkaç saniyeliğine yine gözden kaybediyordu. Bu sokaklar tarih içerisinde labirente dönmüştü ve kız da sanki onun yaratıcısıydı, tüm dönemeçleri ezberlemiş gibiydi. Ve şimdi tamamen gözden kayboldu kız. Kalfa bir süre daha koştu ve durdu. Sağına soluna bakındı: Ne bir ışık var, ne de bir şarkı artık sokaklarında bu kaybetmiş şehrin. Bir tek Lan-it var, bakınıyor etrafına delice, dili dışarıda soluk soluğa kalmış, sahibinden hallice. Kalfa için hiçbir şeyin önemi yoktu artık, viran haldeki evlerin sarmaşıklarla sarılmış duvarları olmasa da olurdu, kafesinden kurtulmak için çaresizce çarpan kalbi çok gereksizdi şimdi. Ölmek, damarlarında akan kirli siyah yalanları akıtmak istiyordu. Tabi ilk başta gözlerini oymalıydı, nasıl olurdu da kızı kaybederlerdi.
Çaresizliğini ve yitip giden sevgilisini düşünürken aynı saniye içinde önce korkudan, sonra sevinçten öleceğini sanmasına sebep olan bir gelişme yaşandı –ama ne yazık ki ölmedi: Solundaki karanlık, dar dönemeçten çıkan bir bıçak boğazına dayandı, işte korkudan altına ettiği an buydu; bıçağın sahibi konuştuğundaysa sevincinden zıplayacaktı neredeyse –neredeyse. “Beni neden takip ediyorsun? Kimsin sen, boğazını şuracıkta kesiveririm ulan!”
Ne kadar da sert ve kendinden emin, boşuna sevmemişim diye düşündü Kalfa. “Seviyoruz, takip de mi etmeyek?!” Kalfa’nın sesi beklediğinden ince çıkmıştı, bu durum onu bir hayli sinirlendirdi ve boğazını temizlemek için bir iki defa öksürürken, unuttuğu bıçak boğazına battı, belki de kanıyordu –şimdi bunu yoklamanın sırası değil.
“Bula bula beni mi buldun la şerefsizin oğlu.” Kız bu noktada bir kahkaha patlattı ve bıçağı istemsizce gevşetti, Kalfa bundan yararlanarak kızın elinden kurtuldu. Normal şartlarda bıçağı da alıp kızı tehdit ederdi ama bunu şu durumda yapmaması gerektiğini biliyordu. “Becerikliymişsin, ama seni yine de sevemem –ben hiç kimseyi sevemem. Hem benim nasıl biri olduğumu bilmiyorsun bile.” Birkaç saniye durduktan sonra Kalfa’nın gözleri doldu, etraf sisli gözükmeye başladı onun için; boğaz, göz ve beyin üçgeni acımaya başladı. Tarifi eski kitaplarda kaybolmuş bir acı… Kızın adını daha öğrenemeden… ne kadar çabuk oldu… Beynin bir tarafı ‘Oldu da bitti maşallah!’ diye tempo tutarken Kalfa, kafasını en yakın evin sıvası dökülmüş duvarına vurup vurup patlatmak için yanıp tutuşuyordu, kanlar etrafa fışkırsın ve… Kızın bundan sonra söylediklerini duymadı, birkaç saniye sonra artık yalnızdı. Sadece özgür… Ha, Lan-it’i unutmayalım. Onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan sadık geri zekâlıyı, ama şimdi biraz uzak duruyordu, sahibinin ona gelmiş geçmiş en sert tekmeyi atmasından korkuyordu, o da bir şeyler hissediyordu tabi, beyinsiz bir köpek olmasına rağmen.
Bu kadar çabuk vazgeçmesi şaşırtıcıydı, hiç beklemezdim ondan. Yalnız kız çok net konuştu ve… Kalfa işte, ne yapacağı belli değil ki. Yön gözetmeksizin yürümeye başladı, o aradan dönüp bu araya sapıp şu araya işeyip… Aslında onu biricik köpeğinin yönlendirdiğinin farkında değildi, evet, köpek geminin kaptanlığını üstlenmişti. Labirent gibi sokaklardan kurtulup daha genişçe bir caddeye çıktıklarında Kalfa kendine gelmeye başladı; neredeydiler, kesin kaybolmuşlardı, bir insan evladı bulsak da sorsak, gerçi bizi ciddiye alır mı ki?
[ duvarda asılı tescilli hüzünler
birkaç mucize anı
belki de küçük şeyler
Tamiri Mümkün Kalbinin / mor ve ötesi ]
Hep bir şey eksik gibi ve hep bir şey yarım ve hep bir şey yok artık sanki. Âşık olduğu kız tarafından reddedilen Kalfa yanında köpeğiyle, saçma sapan bir yerde, kaybolmuş, ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi –ki sabahki kararlılık tekrar geldi, kaybettiği cüzdanının içindeki paralarla beraber bulunmasına bu kadar sevinmezdi belki –gerçi bu adamın cüzdanının olmadığına dair sizinle cüzdanım üzerine bahse girerim. Bulundukları açıklıkta en dikkat çekici yapı, gerekmediği halde bir hatayla yapılmış gibi gözüken duvardı. Ne bir bahçeyi kapatıyor, ne de başka bir görevi yerine getiriyordu. Kalfa’nın aklına kızın kısa saçlarına taktığı taç geldi, gereksizliği ve çirkinliğiyle bu duvarı çağrıştırıyordu.
Duvara, yüzü tanınmaz hale gelmiş insanların portreleri düzensiz bir sırayla asılmıştı. Dudakları sahte bir gülümsemeyle kıvrılmış, gözlerine korku, hüzün ve heyecan karışımı bir ilaç damlatılmış gibi bakan onlarca insan… Kalfa kendi portresini göremeyecek kadar dalgındı, henüz çirkin kızın hülyasından tam anlamıyla kurtulamamıştı. Lan-it’in ise umurunda değildi hayatında bir daha göremeyeceği bir şeye tanıklık ediyor olmak; etrafta kendinden bekleneni gerçekleştiriyor, duvarın dibini kokluyordu –sahibinden aldığı kararlılığı tekrar ona verince tamamıyla aptal bir köpek olmuştu. Belki de yaşanacakların kokusunu almıştı. Hayır, hayır öyle olsaydı şu an sahibine itiraz ediyor olmazdı.
“Hadi Lan-it, atla şu duvarın arkasına. Ulan bi’ kere de lafımı tekte anla be!” Tekmelerinden ve küfürlerinden kararlılık akıyordu. “La şizofrenin piçi şizofren! Kime diyorum oğlum?” Hah, köpeği piç şizofren ilan ederken ona oğlum diye seslenmesi… pek manidar doğrusu.
Sanırsın Türkiye’yi AB’ne al demişler, ne uzattı şu köpek! Uzun uğraşlar sonunda istemese de ikna oldu ve Kalfa derin bir oh çekti –niye ki, bunu bu kadar önemli yapan ne. Lan-it’i duvarın arkasına atlattıktan sonra kendisi de bir hamlede zıplayıp arka tarafa, iki ayağı üstüne düştü. Düşer düşmez başı döndü, daha doğrusu beyni, nöronları takla attı sanki. Ve hiçbir şey hatırlayamadı bir an, sonraki an hatırlayamamasına önem vermedi, salyasını kontrol edememesi de önemli değildi şu anda. Köpek, önünde hoplayıp zıplıyor, Kalfa ise ondan korkarak geriye kaçıyordu. Çok acıklı… Köpek bir süre sonra durdu ve sahibini süzmeye başladı, ne akıllı bakışlar onlar öyle, sonra yanına gidip bir maymununki gibi sarkmış olan ellerini yalamaya başladı. Kalfa bir gorille vahşi bir kuşun çığlığı karışımında bir sesle bağırdı ve kıç üstüne düştü. Köpek artık sinirlenmişti ve sert bir sesle havlayarak sahibinin doğrulmasına yardım etti. Ardından yürümeye başladılar, köpek önde, Kalfa arkada… İnsan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya; aslında bakın, insanı öldüren de hep sevdiğidir.
***
[ Galiba periler bende deliliğe daha büyük bir yetenek gördüler.
Gulyabani / Hüseyin Rahmi Gürpınar ]
Bazen bir deli,
sadece bir delidir.
Onun uzattığı,
sadece elleridir.
Hissediyor musun?
Ensende.
Sadece, deli.
En sade haliyle.
Vanilyalı. Beyaz.
Beyaz gerçektir.
Yani tüm renkler ondadır.
Ondandır.
Sebepler ve sonuçlar birleştiğinde… …Yapılması gereken bir gerçek var.
Onu ne yapmalı?
**
…Ve şimdi ben, sizin zamanda ve uzayda yolculuk yapamayan Tardis’iniz olacağım… yani tercümanınız. Lan-it’in havlamalarını insan dillerinden en güzeline çevirmeye çalışacağım izninizle.
“İnsanlardan nefret ediyorum. Çok uzunlar. Bir de çok renkli. Kahrolasıca yılanlar gibi deri değiştiriyorlar. Sadece Adem hariç, o her zaman aynı iğrenç kıyafetleri giyiyor. Yine neye takıldı bu? –Yürüsene lan şerefsiz.– Benim ağaca geldik işte. Burada bir su dökmek lazım.”
Lan-it, kirli tüyleri ve zayıf vücuduyla çirkinlikte bir numarayı zorluyordu hala, ama artık en akıllı köpeklerden biri olmuştu. Akıllı derken aldanmayın, kesinlikle şirin değil, akıl sahibi olması onun iyi bir köpekçik olduğunu göstermez, yüz metre ileride görseniz yolunuzu değiştireceğiniz bir it bu. Dış görünüşü yüzünden de değil… neyse anlatmaya başlayayım.
Köpeğin ‘Adem’ diye seslendiği kişi, bizim Kalfa diye tanıdığımız kişidir. Gerçek adı Adem midir bilmiyorum, zaten ismi mühim değil, kalfadır o. Ne çırak olup acemi şansıyla işi götürür, ne de tecrübeli bir ustadır. Tamamen gereksiz biridir, tarihin hiç var olmamış üvey çocuğudur. Bu yüzden ona Kalfa diye sesleniyorum ben, birilerine benzetmek gibi bir çabam yok. Bu arada sakallı, ihtiyar bir adam Lan-it’in yanına geldi ve onun kafasını okşamaya başladı, bu köpekte sevilecek ne bulmuştu bilemiyorum ama köpeğin de hoşuna gidiyordu, kedi gibi mırlamaya başladı. Adam da sevgi temalı olması gereken birtakım sözler mırıldandı. Sesi sevecendi, arada sırada çocukları ağaçların arasına götürüp onları taciz eden yaşlı, sevimli bir adamınki gibi. Kalfa, boş boş bakınırken adamın diğer elindeki kanları gördü ve aynı anda çığlık attı, gözlerindeki saf korkuyu görmemek imkansızdı. Fakat aklı yerinde duran Lan-it, bu kanların ölmek için yaratılmış bir küçükbaşa veya bir büyükbaşa ait olduğunu biliyordu, burnu bu ayrımı yapabilecek kadar gelişmişti.
Kan kokusunu özler misiniz? Bilir misiniz ki kan tatlıdır. Ama onu emmeye kalktığınızda demir tadı alırsınız. O, kanın lanetindendir. Gerçek tadını alamayasınız diye dilinizin üzerinde kısa bir süreliğine demir taklidi yapar. Bu sizin iyiliğiniz içindir zira lanet olmasaydı kan bağımlısı olurdunuz. Evlerden ırak!
‘Kan gördüğünde beni hatırla’ demişti biri bana. Tamam, hatırlamam gerektiğini hatırladım ancak kim olduğunu bilmiyorum. Kim demişti hakikaten? Neyse canım, çok önemli olsaydı aklıma gelirdi herhalde… Lan-it biraz daha sevgiyle okşandıktan sonra yoluna devam etti. Yaşlı adamın okşamasından sonra garip bir kararlılık hali hakim oldu köpeğe, çok tanıdık bir duyguydu. Kalfa’ya seslenip korkuttuktan sonra hızlı adımlarla sağdaki bir sokağa saptı. Köşede, kendi halinde patilerini yalayan bir kediye en içten küfürleriyle havladı Lan-it. “Şu, yanlışlık sonucu yaratılmış pislik hayvanların hepsini öldürmek gerek, nankör, şerefsiz, vurdumduymaz ve incecik sesleriyle kulak tırmalayan şerefsizlerin soyunu kurutmak lazım. Bir de bazı ademler var ki onlara tapan atalarından ders almıyor, tapmaya devam ediyorlar. O bulanıkları da öldürmek gerek. Köpekler yönetmeli dünyayı, onlar yokken biz vardık, burası bizim topraklarımız. Onlar gitsin kendilerine yeni dünyalar keşfetsinler…” Aslında haklı gibi durmuyor mu, aklım karıştı benim de bunun haklılığı olmaz. Asıl sen ölmelisin Lan-it! Hayır, bu da olmadı, biri ölmeden yaşayamıyor muyuz? Belli ki yaşayamıyoruz. Kalfa yere çömelmiş, yüzünü eliyle kapatmıştı. Korkudan ağlayacaktı zavallıcık. Lan-it’in direktifleriyle doğruldu ve yürümeye başladı.
[ İki tür cadı vardır: Kötülük etmek için şeytanla işbirliği yapan çirkin kadın;
kötülükte şeytandan da ileri güzel ve cazibeli kadın.
Dublörün Dilemması / Murat Menteş ]
Lan-it’i bu çirkin düşüncelerden kurtaran, oldukça zayıf bir dişi köpek oldu. Kemikleri derisinden her an dışarı fırlayabilirmiş gibi duran bu çirkin yaratık Lan-it’in aklını başından almıştı –tam anlamıyla değil tabi. Onu takip edecekti, kesinlikle onunla soyunu devam ettirmeli, safkan yavrularıyla köpek ırkını kurtarmalıydı, bunu bir an önce yapmak için derin bir arzu duydu. Aşk, kalbi olduğu kadar mideyi de etkiler, Lan-it’in de midesi kasılmaya başlamıştı; belki açlıktan, ama daha çok aşktan ve gariplikten. Seslenmek istedi, en nazik sesini kullanacaktı ama ses telleri greve gitmişlerdi galiba, öksürük tuttu köpeği. Nefesini kontrol etmeye çalıştı, kuvvetlice öksürdü, ne yapsa yetiremedi. Dişisi oldukça hızlanmıştı şimdi, o ise yaşlı bir bunak gibi öksürüğüyle uğraşıyordu. Ne kadar da hızlıydı, tam Lan-it’in seveceği türden. Bir de yakalayabilse…
Olmadı. Yapamadı. Şimdi hiç tanımadığı sokaklarda geri zekâlı bir ademle baş başaydı. Nefes alan başka hiçbir canlı yoktu etrafta. Boğazını kesmek istiyordu, bir bıçak bulsa da kanlarını fışkırtsa… Kalfa, yavaşça bu ara sokaktan çıkmaya yöneldi, temkinliydi, köpekten korkuyordu fakat çıkmalıydı. Oraya gitmeliydi, kesin kararlıydı şimdi. Köpek de peşinden gelecekti, bunu biliyordu. Ara gölgeliklerden açık bir yere çıktılar. Terk edilmiş gibi duran bir açıklık. Çöp kokan sarmaşıklarla dolu… Ve işte oradaydı, gümüş bir mehtap gibi parıldıyordu.
Karşılarında bir duvar…
Tanıdık mı? Evet, elbette.
Bütün duvarlar tanıdıktır.
[ Bir masal biter, sessizlik başlar…
Unutursun / Cem Adrian ]