Uçuşan yaprakların hışırtısı ve yağmurdan sonraki toprak kokusuna eşlik eden krem mantolu, kot pantolonlu, sarışın kız, yeşil gözleriyle göçmen kuşlara baktı. Burada kaybettikleri sıcaklığı uzaklarda bulacak olan kuşlara.
‘Bazı şeyleri kaybetmek güzel galiba’ diye düşündü. Güzel kız ‘yeniden kazanmak için çaba harcamak güzel, güneşe tekrar kavuşmak kadar sıcak bir duygu.
Sonra içinde gezindiği parkta oturmuş soluklanan yaşlı bir kadının yanına geldi ve “Oturabilir miyim?” diye sordu.
Kadının onayıyla beraber oturdu ve kendisinin yaşlanınca nasıl görüneceğini düşündü elinde olmadan. Sonra gülümsedi ve küçükken tanıdığı yaşlı bir adamın sözleri geldi aklına.
“Çok merak ettiğin bir bilgiyi öğrendiğin zaman, o bilgi eskisi kadar harika ve gizemli görünmez sana.”
Yaşlı adamın gülüşünü düşündü, ürperdi.
* * *
Caddenin köşesinde ya da dikkat çekici bir yerinde değildi Dede’nin Dükkanı. Diğerleri gibi ışıklı, led tabelaları ya da şehrin farklı yerlerinde reklamları yoktu. Sadece eskimiş, griye çalan mavi çerçeveli renkli kapısıyla, vitrini eski eşyalar dolu dükkan ve eski hatıralar dolu Dede vardı.
Masmavi gözlü bu Dede’nin kışları bir çeşit yün kalpakla örttüğü kel bir başı vardı. Boynu henüz bükülmemişti, hafifçe ton ton, sevecen ve gayet akıllı biriydi.
Yine bir sabah erkenden dükkanını açmış eski ama hala çalışan pikabını çalıştırmış, sandalyesinde arkasına yaslanmış, ifadesizce gâh gazetesini okuyor, gâh önündeki kağıda bir şeyler yazıyor yahut masasından biraz uzaktaki dolapta bulunan yoğurt ve ayranları kontrol ediyordu.
Yapacak bir iş bulamayıp sandalyesinin hemen yanında ellerini arkaya doğru atıp gerinirken, birden, uzun zamandır silinmemiş vitrinlerin camından, tıpkı onun gibi gerinen, küçük, sarışın bir kız çocuğuna çarptı gözü.
Dede kendisine bakınca, küçük kız birden gülümsedi. Dede de onunla birlikte ihtiyar. neşeli bir gülüşe bıraktı kendini.
Sonra eliyle ‘gel’ dedi yaşlı adam. Küçük kız da aynı şekilde ‘gel’ yaptı elini. Dede, ellerini beline koyup gülümsedi, kız çocuğu da aynısını yaptı.
Dükkan sahibinin en ufak mimiğini bile muhteşem bir tatlılık ve olağanüstü bir yetenekle taklit ediyordu küçük kız. Sonunda yaşlı adam bütün o eğlenceye rağmen yaşlı kemiklerinin ihanetine uğradı ve derin bir nefes alarak oturdu eski sandalyesine.
Küçük kız da oturacak bir sandalye aradı, etrafa şöyle bir bakındıktan sonra pes etti. Küçük ellerini ovuşturdu, ümitsizce yere bakmaya başladı. Bunu gören Dede seslendi.
“Küçük kız!” derken, kızın yeşil gözleri parladı. “İçeri gelmeyecek misin?”
Yeşil gözler, kapıdan içeriye bütün dünyanın merakıyla baktı. Artık dönüp durmayan pikaba, kitap raflarına, eski koleksiyon eşyalarına, masadaki daktiloya, çeşitsiz tükenmez kalemlere baktı. Her şeyi keşfetmek, her şeye dokunmak için tek şansı içeri girmekti.
Kız adımını içeriye attı. Karşısındaki duvarda sade bir tabloya merakla bakacakti ki sordu Dede.
“Adın ne senin?”
…
“Adın yok mu yoksa?” diye sordu kaşlarını havaya kaldırarak.
“Yok.” dedi ve kıkırdadı küçük kız.
“Nasıl yok?” dedi ve eline bir kalem alarak devam etti Dede.
“Bak, bu benim kalemim, Tevfik. Hiç sevmem Tevfik’i.”
Küçük kız az öncekinden daha canlı kıkırdadı.
“Bu da tükenmez kalemim. Akif. Gördün mü? Her şeyin bir ismi var, kalemlerin bile. Şimdi sen de söyle bakalım. Seninki ne?
Küçük kız soluk almadan gülmeye devam ediyordu. Tevfik ve Akif’i çok komik bulmuştu anlaşılan.
“Tevfik’le Akif mi?” dedi kıkırdamaların arasında. “Tevfik diye kalem mi olur? İnsan ismi gibi.”
“Neden olmasın? Onlar da senin gibi güler, ağlar, hatta kavga ederler. Hatta sen yapamazsın belki ama, onlar seni de ağlatıp güldürebilir.
“Nasıl*”
“İsmini söylersen söylerim.” dedi ihtiyar.
Küçük kız çaresiz, gözlerini kaçırarak “Aslı.” dedi.
“Yalan söylüyorsun. Yaşlılar yalan söylersen anlarlar.”
Yanakları emen kızardı ufaklığın.
“Banane ya.” dedi. “Önce sen söyle adını. Herkes Dede diyo, benim dedemin adı var, senin adın yok mu?”
Kıkırdama sırası Dede’deydi. Küçük kız devam etti.
“Tevfik’le Akif’in bile ismi var bak.” dedi bilmiş bilmiş.
Dede iyice köşeye sıkıştı.
“Tamam.” dedi yenilgiyi kabul ederek. “İsmim Ahmet.”
“Sümeyye benimkiiii!” dedi ve dükkanda hızlı hızlı koşuşturup, nefes nefese sorular sormaya başladı.
“Şu duvardaki terlikler ne? Raflarda gördüğüm şey klavye mi? Hem o kadar eski hem de kablosuz klavye nası oluyo? Şu dolaptaki beyaz şeyler ne? Peki ya kırmızılar?”
Hızlı hızlı konuşurken gözleri tekrar duvardaki süssüz, sade tabloya kaydı. “Aaa…” dedi. “Unutmuşum soracaktım girdiğimde, orada ne yazıyor?” diye sordu sorusunu ve susup Ahmet Dede’nin gözlerinin içine baktı.
Dede yaşlılara özgü o ‘anılara dalma’ ânından sonra düşünceli düşünceli cevap verdi.
“Ulaşılamayan, güzeldir.”
“Hmm…” dedi Sümeyye, sanki anlamış gibi. Sonraysa sordu “Ne demekmiş yani bu?”
Ahmet dede tekrar güldü.
“Yani bulutlar, ulaşılamayan dağ zirveleri, yeraltındaki henüz keşfedilmemiş mağaralar… Yani insanoğlunun bildiği ama ulaşamadığı, dokunamadığı şeylerin güzel olduğunu anlatıyor bu yazı.”
Küçük kız kaşlarını kaldırdı, “Sadece iki kelime mi bu kadar şey anlatıyor? Vay be.” dedi.
O gün, Küçük Kız ve Yaşlı Adam pek çok şeyden bahsettiler. Yoğurtlardan, nar ekşisinden, takunyalardan ve plaklardan… Ama en çok da, ulaşılamayan güzelliklerden konuştular.
* * *
Bir zamanlar ihtiyar bir adamın dükkakından içeriye merakla bakan küçük kız, şimdi bir parkta, yaşlı bir kadının yanında oturmuş kendi yaşlılığını düşünüyordu.
Bu güne kadar hep ‘Ulaşılamayan Güzelliğin” yaşlılık olduğunu düşünmüştü. Oysa şimdi, bu yaşlı kadının yanında otururken çok önemli bir şeyin farkına varmıştı.
Milyonlarca insan yaşlılığa ulaşıyordu. Bilinmeyen yaşlılığı yaşayarak öğreniyorlardı. Tamam, yaşlanmadan ölen bir çok insan vardı ama sonuçta birileri bu duyguya ulaşabiliyordu.
‘Ahmet Dede olsa ne derdi acaba…’ diye düşünürken acı bir gerçeği daha anladı.
Artık ne Ahmet Dede, ne o eski dükkân, ne de o küçük kız çocuğu yoktu. Geçmişe, Ahmet Dede’ye, Tevfik ve Akif’e ulaşamıyordu artık. Geçmiş, kimsenin ulaşamadığı en harika şeydi.
Güzel bir hikayeydi Alperen. Neşesi de hüznü de tam kıvamında olmuş. Verdiği mesaj da çok anlamlı. Herkesin hayatında en az bir kez karşılaştığı ‘tonton dede’ karakterini iyi betimlemişsin doğrusu.
Tek eleştirim – her zamanki gibi – imla hataları üzerine olacak. İyi bir yazar kurgu kadar yazım kurallarına da önem vermeli bence. Aksi taktirde harcadığın onca emek ‘acemice’ görünmeye mahkum oluyor.
Kalemine sağlık…