Öykü

Cabarka Prensesi

Geniş yeşil bir orman. Ormanın bu yakasında küçük kabarık tüylü kuşlar vardı. Tıknaz gövdeleriyle sakin sakin geziniyor, gagalarıyla çer çöp didikliyorlardı. Bu kara tüylü kuşlar, yabani tavuklardı. Kendilerince toprak eşeleyip, karınlarını doyurmanın peşindeydiler. Ormanın sessizliğini kılıç vuruşmaları bozdu. Tavuklar çalılara kaçışıp gözden kayboldular. Çın çın öten kılıçların ardı arkası kesilmiyordu. Üç kişiydiler. İkisi ormanın bu derinliklerine kadar kovalamışlardı beridekini. Bu kaçıncıydı? Onuncu mu? On beşinci mi? Kaçıncı kovalamaydı? Beriki bu durumdan yorulmuştu. Yorgun ve bitkin onlarca kişinin hakkından gelmişti ancak artık hissediyordu. Tükenmek üzereydi. Bunca dövüşün bir sebebi vardı. Elinde olan ne ise çok kıymetliydi. Bunu o çok iyi biliyordu. Belli ki peşindekiler de bu önemin farkındaydı.

Dövüş ikiye bir olmasına karşın, yalnız adamın yorgun olmasına karşın kafa kafayaydı. Diğer ikisi temkinliydi. Karşılarındaki ne de olsa o millettendi. O milletten olanlardan bazısının karşısına koca bir ordu da çıksa nafileydi. O yüzden temkinli davranıyorlardı. Karşılarındakinin kendini tüketmesini bekliyorlardı. Ölmeden bunu başarırlarsa işte o zaman amaçlarına ulaşırlardı.

Yalnız adam iyice yoruldu. Belli ki cebindekini kullanamadan bu dövüşü de atlatamayacaktı. Kullanmalı mıydı? Artık bu çelişkiye düşmek de onu yoruyordu.

Elini cebine atıp bir taş çıkardı. Onun milletinde bu taşa Yada derlerdi. Bu taşa sahip olan yağmur yağdırabilir, rüzgâra hâkim olurdu. Böylelikle ekinler susuz kalmazdı. Ekin olursa karnın doyardı. Öyle bereketli bir taştı. Kimi böyle berekete kullandı bu taşı kimi ise hükmetmek için. Karşısında kimsenin duramayacağı kadar fırtınalar, yağmurlar getirdi. O yüzdendir ki bu taş bu milletin taşı oldu. Güce tapan, haksız zulmün peşinde insanların eline geçmemeliydi.

Yada taşını avcunun içine aldı. Eline aldığı vakit karşısındakilerin başlarında kara bulutlar dolanmaya başladı. Rüzgâr hiddetlendi. Sanki daha sert esiyordu. İki adam ne olduğunun farkındaydı. Bir an evvel karşılarındakine ulaşıp bu işe son vermeliydiler. Rüzgâra direnmek güçtü. Adamlar ayakta zor duruyordu.

Yalnız adam öfkelendi. Bu fırtınaya direnenleri gördükçe fırtınayı daha da büyütüyordu. Pes etmeyen bu adamlar yüzünden o kadar çok büyüttü ki kendi de kapıldı fırtınanın içine. Artık hiçbiri dengesini toparlayamaz, yürüyemez haldeydiler. Az sonra her biri savruldu, sertçe ya bir ağaca ya da yere çarptılar. Bir süre geçti. Ayağa kalkan olmadı.

Tüm bu olanları izleyen biri vardı. Uzaktan tüm olanları görmüştü. Ormana avlanmak için giren bu gezgin, fırtına dindikten sonra bir süre bekledi. Yerde yatan üç adamın yanına geldi, tek tek hepsine baktı. Üçü de ölmüştü. Yalnız olanın yanına gitti. Elinden taşı aldı. Dili bilinmeyen yerden gelen bu adam taşı aldı ve memleketine döndü. Onun ve memleketinin kaderini bu taş belirleyecekti.

* * *

Goryo kıyılarında hummalı bir iş görülüyordu. Her yer balçık gibiydi. Al ve sarı karışımı renge sahip öküzlerin çektiği arabalar gide gele burada bir çığır oluşturmuş, işte bu çamur yolda adım atmak gerçekten zordu. Arabalar kılıçlar, kalkanlar, oklar ve yaylar doluydu. Bu hareketlilik sefer vaktinin yaklaştığına işaretti.

Kubilay Hanın goryolulardan istediği binlerce gemi tamamlanmıştı. Sefere çıkacak ordunun tüm teçhizatı kıyıya çekiliyordu. Goryolular gemi yapmakta ustaydı. En azından at üstünde ömür tüketen deniz görmemiş Kubilay Han ve ordusuna bakılarak bunu demek yanlış olmazdı. Bu sefer dili bilinmeyen yere yapılacak ve Kubilay Han için en önemli sefer olacaktır. O yüzden binlerce gemi on binlerce at ve askeriyle buradaydı. Dili bilinmeyen ve Cabarka denilen bu yeri fethetmeli ve imparatorluğunu tüm acuna kabul ettirmeliydi. Tek düşüncesi buydu. Sinirli yapısı ve istediğini alma konusundaki deliliği komutanlarını korkutuyordu. Komutanlar bir şeyden daha korkuyordu. At üstünde bunca yıl cenk ile yaşamış, ölümle çarpışmış bu adamlar denizin sinsiliğine güvenmiyorlardı. Birçoğu haftalardır burada, bu kıyıda denize bakarak derin düşüncelere dalıyordu. Deniz bozkır gibi değildi. Bozkır ne de güzeldi, tıpkı bir evdi onlara.

Cabarka korku içindeydi. Sonlarını getirecek olan kana susamış, ölüm getirenleri karşı kıyılara baktıklarında görebiliyorlardı. Bu koca adanın ana karaya en yakın ucu işte o kıyılardı. Kaçacakları hiçbir yer yoktu. Bekliyorlardı. Umutlarını kendileri öldürüyor. Ölüme hazırlıyordu kendini bu dili bilinmeyen ülkenin insanları. Bekledikleri ne bir kurtarıcı ne de bir mucizeydi. Tek bekledikleri sonlarını getirecek Kubilay Handı.

Kubilay Han onlar için bir kargaydı. Bir kargayla kış gelmez. İçinde ufacık umudu olanlar diğerlerini de yüreklendirmek için konuşuyor, koşuyor, zıplıyor ikna etmeyi çalışıyordu. Onların da orduları ve yenilmez savaşçıları vardı. Hatta geçilmez kaleleri. Yüzlerce yıldır hayatta kalan bu ülke insanlarının ellerinden hiç mi bir şey gelmeyecekti. Aralarında umutlu olanlar vardı. Umutlu olan insanlar henüz farkında olmasa da umutları iki ordu arasındaki Sarıdenizdi.

Sarıdeniz onlar için bir kırlangıçtı. Bir kırlangıçla bahar gelmez. Cabarkalılar biliyordu. Koca Kubilay Han ordusunu bu adaya atsız getirmiyordu. Atsız savaşamazlardı çünkü. Cabarkalılar onların denizi bilmediklerini biliyordu. Ama öyle bir korku kaplamıştı ki içlerini bu akıllarına gelmiyordu. Sırf atları için yüzlerce gemi yaptırdılar. Denizi bilmiyorlardı çünkü gemilerini kendi değil goryolulara yaptırdılar. Denizi bilmeyenin denizi geçmesi kolay değildir. Ama bu umuda kimse kapılmıyor. Kimse böyle bir ihtimali konuşmuyordu. Hiçbirinin umudu buna bağlı değildi. Biri dışında.

Huysuz at sesleri, gergin savaşçı naraları duyulur olmuştu. Gemilerin güvertesindekiler seçilir olmuştu. Gözünü kan bürümüş savaşçılar, yüce atlar ve koca toplar güverteleri kaplıyordu. Ada insanı sonlarının gelişini kıyılardan seyrediyorlardı. Savaşçılarının sayısı azdı. Onlar da bekliyordu. Sona az kalmıştı. Birazdan aylardır kafalarında kurdukları son gerçekleşecekti. Sonlarını getirecek olan gemiler ne büyüktü.

Önce kara kara bulutlar toplandı. Aydınlık gün karardı. Ardından kırlangıca benzer yağmur damlaları görüldü. Sanki binlerce kırlangıç gemilere hücum ediyordu. Gemilerdeki savaşçıların gerginlikleri arttı. Islak at kokusu tüm gemileri kaplamıştı. Atlar çıldırdı, tepinmeye başladı. Savaşçıların ve atların bazısı denize düştü. Deniz kaynadı, kabardı. Koca gemiler dalgaların yanında oyuncak gibi kaldı. Dev dalgaların arasında kaybolan gemiler bir daha görülmedi. Deniz hepsini yuttu.

Kök boyalı, eli belinde desenli kıpçak halısını hızla adımlıyordu. Kubilay Han öfkeliydi. Şimdiden üç komutanının kellesini almıştı. Yerinde duramıyor, gözüne gözükeni affetmiyordu. Bu yüzden günlerdir çadırına kimseler giremez olmuştu.

Yüzlerce at binlerce asker telef olmuştu. Yüzlerce gemi, onlarca deneme. Uğursuz deniz. Hepsini alıp götürdü. Kubilay Han öfkesinden renkten renge giriyor, ummana küfürler yağdırıyordu. Elinden başka hiçbir şey gelmedi. Koca acuna diz çöktürecekti ama olmadı. Öfkesini ve ordusundan kalanları da alıp bozkırına geri döndü. Bir daha da tek bir gün, tek bir an denizin yanına yaklaşmadı. Peki ne olmuştu? Masumiyetin maviliğinde çarşaf gibi duran bu deniz ne olmuştu da kudurup gemileri yutar hale gelmişti. Kimse bilmiyordu. Biri dışında.

Cabarkalılar mutluydu. Sonları gelmemişti. Gelememişti. Kubilay Han’ın yaşadığı felaket onlar için bir bayram olmuştu. Bir felaket karşısında Kubilay Han’ın inadını görmüşlerdi. Bundan sonra gözlerinin önünde yaşanılan bu olayı bir kelime ile anacaklardı. Kamikaze.

Tanrının rüzgârı anlamındaki kamikaze ile bu olayı nesilden nesile anlatacaklardı. Geri dönmeyi düşünmeden gelen gemilerin nasıl da koca dalgaların arasında kaybolduğunu asla unutmayacaklardı. Cabarkalılar geri dönmeyi düşünmeyen bu askerlere saygı duydular. Onları unutmayacaklardı.

Sihir de bir mucizeydi. Tıpkı o günün bir mucize olması gibi.

Bir adamdı tüm bu mucizenin arkasındaki. Birkaç güvendiği dostuyla başarmıştı bunu. Birkaç insan şahit olmuştu bu olaya. Koca fırtınanın, dev dalgaların mimarı olan adamın elinde bir taş vardı. Koca denizi tepesini kara bulutlarla kapladı. Rüzgâr ilk kez bu kadar hızlı boraya dönüştü. Yüzlerce gemi göz açıp kapayıncaya kadar alabora oluyordu.

Bu sihir yapan adam koca bir ada milletinin hayatını kurtarmıştı. Diğerleri buna şahitti. Kubilay Han tehlikesi geçtikten sonra karar verdiler. Bu ülkeyi ancak böyle bir güce sahip insan yönetmeliydi. Cabarkayı Shogun yönetirdi. Yönetim anlayışlarına göre en tepeye verdikleri isim buydu. Bu sihir yapan adamı en tepeye koydular. O adam ve ailesi nesiller boyu Cabarkayı yönetecekti.

* * *

İbrahim’le Şam’da karşılaşmıştı. Efendisinin kaybolan çantasını İbrahim bulup getirmişti. İbrahim, efendisinin güvenini böyle kazanmıştı. Efendisinin güvenini kazanan bir adama güvenmemek olmazdı. Haliyle Kutlug Tigin de güveniyordu.

İbrahim, çok uzak bir ülkede yaşayan çok güzel bir prensesten bahsetmişti. Prenses o kadar güzeldi ki her yıl kendine güvenen binlerce yiğit onu görebilmek hatta prensesin gönlünü çelebilmek için bu çok uzak ülkeye gelirmiş. Prenses sadece gerçek aşkı bekliyormuş. Bu yüzden sadece duydukları güzellik için gelenlerin yüzüne bile bakmıyormuş. Bazısı da koca ülkenin tek prensesiyle evlenip Kral olmak istiyormuş. Yegâne arzuları buymuş. Bunların hiç şansı olmamış. Prenses bir şekilde bilirmiş karşısındakinin içini.

Ülkenin insanı prenseslerine derin saygı duyarmış. Onun sayesinde topraklarının bereketli olduğu bilirlermiş. Yıllardır prensesin ve ailesinin sayesinde en güzel günlerini yaşıyorlarmış.

Eğer o isterse gök uzar gider, günler bir anda gece olurdu. Ağaçlar yatıp uzanır, ormanlar kaybolurdu. Denizler yarılır, her şeyi yutardı. Prensesin böyle de bir yetisi böyle bir sihri varmış. Ülkesinin insanı prenseslerini çok severmiş. Ona çok güvenirlermiş. Dedesi bu ülkeyi kurtaran bir kahramanmış ne de olsa.

Cabarka prensesi, koca ülkenin ve atasının sorumluluğunun altında bekliyormuş. Gerçek aşkı bekliyormuş insanın içine uzanıp, kalbindekine dokunan prenses. Kimsenin görmediği ama herkesin sevdiği prensesin hikayesi böyleymiş.

Kutlug Tigin bu hikâyeden çok etkilenmişti. Hikâyeyi duyar duymaz efendisinden bu ülkeye gitmek için izin istemişti. Efendisi ipek yolunun sayılı varlıklı insanlarından biriydi. Çocuk yaşta yanına aldığı Kutlug Tigin’i çok severdi. Kutlug Tigin’in ondan ilk kez bir şey istemesi onu çok etkiledi. Gönlü bol bir adamdı. İzin verecekti vermesine ama nasıl gidecekti oraya bu genç çocuk. Neredeydi hem o ülke? Gerçekten var mı yok mu onu bile bilmediği bir yere sevdiği kölesini göndermek doğru muydu? Bu düşünceler içindeyken kısa zaman önce yanlarına dahil olan İbrahim eğer efendileri de isterse o ülkeye Kutlug Tigin’i götürebileceğini söyledi. Bu uzun yolculuk için biraz para lazımdı. Efendileri için gidecekleri yer belli olduktan sonra paranın bir önemi yoktu. Onlara yeterli parayı ve desteği verecekti.

* * *

Uzun ve çetin yolculuğun sonunda Cabarka karşılarındaydı. Denizin karşısında koca Cabarka ülkesi duruyordu. Bundan sonrasını Kutlug Tigin kendi devam edecekti. İbrahim, Kutlug Tigin’in neden bundan sonrasını tek başına devam etmesi gerektiğini defalarca anlatmıştı. Kutlug Tigin neden tek başına kalmıştı. Bunu sadece ikisi biliyordu.

Kutlug Tigin bir tekne kiralayıp karşıya geçti. Cabarkalılar kendisinden biraz farklıydı. Bu insanların elmacık kemikleri pek yassıydı. Kutlug Tigin’in yabancı olduğu hemen anlaşılıyordu.

Prensesin kaldığı kaleye doğru giden yolda koca bir pazar kuruluydu. Pazar kalabalıktı. Kalabalığı yara yara geçerken birden bir ses duyuldu. Ardından etrafındakilerin kimisi başlarını öne eğdi kimisi secde edip yerlere kapandı. Önce askerler geldi. Başı önde olmayanları dürtüler, tartakladılar. Bu itiş kakıştan Kutlug Tigin de nasibini aldı. Ancak anladı ne olduğunu gelen vardı. O geliyordu.

Prenses pazar alanında geçmekteydi. Kimsenin görmediği prenses böyle oluyordu demek ki. Kutlug Tigin başını kaldırıp bakmak istedi. Bakmak istedi ancak başını kaldırdığı gibi kargılarla delik deşik olacağını hissediyordu. Bu his onun başını kaldıramamasına neden oluyordu. Kendini sıkıyor, zorluyor ama bir türlü başını kaldıramıyordu. Ne biçim işti bu!

Prenses uzaklaşıp gidince pazar eski halini aldı. Kutlug Tigin’in ise eski halinden eser kalmamıştı. Bir an önce prensesi görmeliydi. Bu gece o kaleye tırmanacaktı.

Gece aydınlatan ay, yusyuvarlaktı. Kutlug Tigin’in işini zora sokmuştu. Gecenin karanlığından faydalanırım düşüncesindeydi oysaki.

Dikkatlice ve kimselere görünmeden iyice yokladı. Kalenin en ücra köşesini seçti. Yine kimselere görünmeden tırmanmaya başladı. Kalenin tepesinde prensesin odası vardı.
Uzun bir tırmanışın ardından prensesin olduğu odaya çıktı. Burada koca bir bahçe vardı. Bahçeye atladı. İlk dikkatini çeken büyükçe bir altın kafesti. Kafese yaklaştığında içinde bir kız olduğunu gördü. Vaktinin dar olduğunu biliyordu. Acele etmeliydi.

Kıza seslendi ama dili bilinmeyen bu ülkeden biriyle nasıl anlaşacaktı? Sahi prensesi bulunca nasıl konuşacaktı onunla? Bilmiyordu. Ama yine de önce prensesi bulmalıydı. O yüzden kıza seslenip şansını denedi.

Kafesin içindeki kız Kutlug Tigin’i görünce önce şaşırdı. Ardından dinlemeğe başladı. Kutlug Tigin sordu: “Prenses nerede? Gerçek aşkı arıyormuş doğru mu? Bana onun yerini söylersen seni buradan çıkarırım. Bana yardım edersen ben de sana yardım eder seni özgür bırakırım.” Kız tepki vermedi. Sonra Kutlug Tigin’e doğru yaklaşıp konuşmağa başladı: “Prensesi bulduğunda ne yapacaksın? Gerçek aşkı sen misin? Benim özgürlüğüm sana ne fayda sağlar ki?”

Kutlug Tigin irkildi. Kız onu anlamış cevap vermişti, hatta kendisi gibi konuşuyordu. İşi yaver gidiyordu. Kutlug Tigin cevapladı: “Ben onu o da beni gördüğü zaman anlayacağız ki gerçek aşklarımız karşımızda duruyor. Bundan eminim. Neden olduğunu anlatamam ama eminim. Özgür olmak her kölenin hayalidir. Kim kafeste yaşamak ister ki? Eğer özgürlüğü bilmiyorsan bunu anlarım, ben de bir köleyim. Bana bir faydası olduğu için değil her insan özgür olmalıdır, kuşlar gibi.”

Kutlug Tigin devam etti: “Lütfen prensesin nerede olduğunu bana söyle! Lütfen!” bir yandan yalvarıyor bir yandan da bu koca kafesin kapısını açmağa çabalıyordu. Bu çaba ve zorlama öyle bir hal aldı ki bir gürültüye dönüştü. Çok geçmeden bahçe birtakım savaşçılar geldi. Bunların yüzleri maskeliydi. Maskeli bu savaşçılar prensesin yakın korumalarıydı.

Prensesin tüm yakın hizmetkarları ve köleleri kördü. Kimsenin prensesi görmediği gerçeği böylelikle devam etmiş oluyordu. Maskeli savaşçılar da özünde kör dövüşçülerdi ama onların savaşmak için gözlerine ihtiyacı yoktu. Basit bir köle olan Kutlug Tigin bu maskeli savaşçıları görünce geldiği kale surlarına doğru kaçmış. Bir an bile düşünmeden geldiği gibi terk etmiş kaleyi. Çünkü pazar yerinde göğsünde hissettiği kargıları tekrar hissetmiş. O an tekrar hissettiği tek şey o kargılar değilmiş. Artık kimsenin görmediği prensesi gören tek insanmış.

Bereketli Cabarka ülkesinin prensesi bir kafeste yaşarmış. Babası onu altın bir kafeste yaklarmış. Prensesin bir seçim şansı yokmuş. Kral gerektiğinde topraklarını bereketlendirmesi için onu kullanırmış. Bazen de korumak için sonra kafese geri sokarmış. Kral ne babası kadar kahramanca ne de kızı kadar soyluca hareket ediyormuş. Tek düşündüğü şey tahtıymış. Tüm halkının kendisine tapmasını hayal etmiş. Ancak Babasından sonra sihirli taşı kullanamaması onun tahtını epey sarsmış. Neyse ki kızının daha küçücükken sihirli taşı kullanabilmesi onu kurtarmış. Kral kibirli ve aç gözlüymüş. Kızının bu gücünü zulmetmek için kullanmak istemiş. Küçük kız babasına karşı gelmiş. Babası o kadar öfkelenmiş ki küçücük kızı oracıkta boğacakmış ancak kızını öldürmek gücünü öldürmek demekmiş. Öldürmemiş. Kızıyla bir anlaşma yapmış. Kralın isteklerini belli ölçüde yerine getirecekmiş bunu karşılığında da evlenmek istediği kişiyi kendi seçmek istemiş. Kral bunu kabul etmiş. Bir zaman sonra kralın içi rahat etmemiş. Tüm ülkede bir kanun çıkarmış. Prensesi görenin kesin ölüm kararı verileceği yönünde bir kanunmuş. Bu kanun gel zaman git zaman prensesi kimsenin görmediği bu zaman kadar gelmiş.

Kutlug Tigin tüm ülkede aranıyordu. Kaçmağa, saklanmağa devam etti ama aklı prensesteydi. Gerçek aşkının prenses olduğundan o kadar emindi ki onu ilk gördüğü anda prensesin de aynı düşüncede olacağının hayaliyle haftalarca süren yolculuğa katlanmış, canı pahasına prensesin kalesine çıkmıştı. Ama Kutlug Tigin prensesin burnunun dibinde olduğunun bile farkına varamamıştı. Binlerce yiğitten ne farkı kalmıştı. O kadar çok kendine kızıyordu ki ölmeyi istiyordu.

* * *

Kaçıp saklamaktan usandı. Bu yanılgı ölmeyi hak ediyordu. Bu düşünceye kendini iyice kaptırmıştı. Koca ülkenin her ferdi onu arıyordu. Şayet onu bulamazlarsa canlarından olacaklarını biliyorlardı.

Utancının yükü ağır geldi. Daha fazla dayanamadı. Peşindeki koca ülkeye teslim oldu. Koca bir ülkenin korkuyla, telaşla aradığı adam sonunda ortaya çıkmıştı. Koca bir insan yığını üstüne çullandı, param parça etti genci. Kutlug Tigin oracıkta can verdi.

Altın kafesteki prensese Kutlug Tigin’in ölüm haberi geldi. Kısa süre içinde ikinci kez bir duyguyu ilk kez yaşıyordu. İlki burnunda tüten gerçek aşkın duygusuydu. Bir dolunay vakti tatmıştı bu duyguyu. Ömründe ilk kez bir insanın sesini duymuş, ilk kez birisiyle konuşmuştu. Bunca kerametinin yanında böyle de bir lanetle doğmuştu. Yakınları onun sesini hiç duymadıklarından onun sağır ve dilsiz olduğunu düşünüyorlardı. Oysaki o sadece gerçek aşkını duyar sadece onunla konuşabilirdi. Bunu sadece prenses biliyordu ve gerçek aşkını bu yüzden bekliyordu. Gerçek aşkı ayın en dolu dolu olduğu bir gece çıka gelmişti. Öyle mutluydu ki sonsuz mutluluğun başlangıcı sanmıştı. O yüzden ağırdan almış, sevdiğini doya doya dinlemek, yolunun kendisine nasıl çıktığını uzun uzun anlatmasını istemişti. Maalesef rüyası çok kısa sürdü. Kendine de kızıyordu. Şimdi ise öfkeyi yaşıyordu. Son yaşayacağı duyguydu.

Koca ülkeyi kapkaranlık bulutlar kapladı. Şimşekler hiç bu kadar öfkeli çakmamıştı. Fırtınalar devasa hortumlara dönüşüyordu. Dev koca dalgalar ülkeye hücum ediyordu. Kısa sürdü. Tüm koca Cabarka krallığı haritalardan silindi. Tek bir toprağı kalmayana denk hortumlar ve dev dalgalarla dövüldü.

Cabarka prensesi ülkesiyle birlikte kayboldu.