Kar her yeri kaplamıştı. Elma bahçeli evinin önünü süpürmeye başlayan dinç ve genç adam Hende’nin her zamanki gibi keyfi yerindeydi. Islık çalıyor, dans edercesine süpürgeyi oradan oraya savuruyordu. Cebindeki elmayla daha ahenkli sallanan montu dansı daha da pekiştiriyordu. Lakin neşesi her zamanki gibi gözü açık bir neşe değil de, dalgın bir neşeydi.
Bu sırada karşı evdeki komşusu Guloko’nun pencereden baktığı anlaşılmıyordu. Anlaşılsaydı bile bu sefer “vay aşık herif vay” diyen kınar gibi bakışları seçilmezdi. Bu seçilse bile, Guloko’nun içindeki iyi niyetli fiskosçu karakterlerinin “ne güzel lan” deyişi duyulmazdı. İşte Guloko hiç bir şekilde seçilemeyip, fark edilmezken sadece bu öyküyü dinleyenlerin seçip fark edebileceği olaylar cereyan etmeye başlar.
Size Hende’nin “kazık kadar adam” görünüşünün tersine henüz büyümemiş biri gibi saf ve şımarık olduğunu söylemeden, onun yaptığı hatalara anlam vermenizi bekleyemem. Lakin Hende böyle biriydi. İyi biri olmasına karşın yanlışlıkla küçük hayvancıkları öldüren yaramaz çocuklar gibi kırıyordu etrafındaki porselenleri, yarıyordu en oturulası kütükleri ve saçıyordu en yenilebilir pirinç pilavını. Ah siz onu bir tanısanız, eline süpürgesini aldığı anda parmaklarınızı sakınırdınız.
…
Neden böyle baktınız şimdi? Evet, süpürge dedim, ne oldu?
…
Tamam, tamam itiraf ediyorum. Bu acı tecrübeyi ben tattım. Siz de soğukta elleri uyuşan bir insan olabilirdiniz. Evinin önündeki yeni yapıyor olduğu kardan adamı göstermek için balet gibi vızt diye dönüveren Hende’nin elindeki süpürgenin sapı sizin de parmaklarınıza çarpabilirdi. Ama belli ki çarpmamış. Çok sızlatıyor emin olun.
Neyse biz konumuza dönelim, sadece sizin anlayabileceğiniz bir öykü çünkü bu. Ne Hende anlayacak olanları, ne de Guloko. Çok şanslı lavuklarsınız çok.
…
Pardon. Sevecence bir cümleydi yanlış anlamayın. Nerde kalmıştık. Ah evet, dalgın bir neşe dedim. Guloko doğru tahmin ediyordu bu dalgınlığı, onun neşesini herkes bilir, hep neşelidir çünkü. Bunun tersine dalgınlığını pek kimse görmemiş olabilir. Sakar da olsa gözleri hep açık görülmüştür. Niyeyse şimdi de süzme gibi bakıyordu. Leyla işte. Canlandırın gözünüzde. Ah ne şeker şey şu Hende.
Sizin bilmediğinizden emin olduğum bir şarkı mırıldanırken, ve sizin hiç mi hiç görme şerefine nail olmadığınız bir dünyaya ait gökyüzüne bakarken Hende, bana önceki halini gösterdiği kardan adama dikkatini verdi. Pek bir yer süpürmemişti henüz ama bir anda durdu. Öfkeleniverdi ardı sıra. Aaa aaa. Densize bakın bir de hızla yürümeye başladı. Sanırsınız ki orada biri var ama yok. Bildiğin kardan adama “löp” diye ses çıkaran bir tekme attı. Çok ilginç değil mi? Guloko anlamadı, ilgiyle baktı penceresinin ardında, ağzı hafif aralandı hatta ilgisinden. Sonra Guloko’nun duyamadığı bir şeyler söylemeye başladı Hende, elini savuruyordu havada. Ne kadar ilginç. “Ne oldu lan şimdi buna” diyordu Guloko’nun içindeki goblin şeklinde tarif edilebilecek iyi niyetli fiskosçu karakterlerinden biri. “Kafayı yedi galiba” dedi bir başka goblin şeklindeki hayali karakter. Guloko ise sadece “hoh” dedi. Sildi pencere camının terini…
Bakalım Hende neler söylemiş. “Hayvan herif” Evet evet, bu Hende’nin ağzından çıkanlardan sadece biri. “Eşek herif” “Armut herif” gibi daha bir sürü farklı Herif. Buhar ve tükürük saçan nefesiyle. Ve bizi aydınlatan haykırışı “Nasıl olur da eriyiverirsin, aşkım Hemende’ye son halini gösterecektim. Sanat eseriydin sen, pis eriyiveren, güçsüz, ne biçim zayıfsın sen, eriyik şey, iyice eri e mi? Daha güneşler bile…” derken sustu ve gökyüzüne kafasını çevirip kocaman parlak çift güneşe doğru gözlerini kısıp tekrar kardan adam olasıcaya döndü “Güneşler bile… az çıkmış daha, hiç çıkmamış gibi düşünseydin. Seni bu kadar zayıf bilmezdim kardan herif! Davul ol da seni çalsınlar, şipir şipir sulu kar ol, sulu sepken ol hepten”. Bu kınamaların ve okunan belaların arasından seçebileceğiniz gibi öykünün geçtiği dünya, sizin tek güneşli dünyanız değil.
Guloko “hoh” dedi. Gömleğinin koluyla bu sefer hışımla sildi camı.
Gelin şimdi ben size olacakları söyleyip tüm anlattıklarımın büyüsünü bozayım. En nihayetinde kardan adamın başındaki püsküllü bereden, kollarındaki süpürgeden ve düğme niyetine kondurulan kömür parçalarının oluşturduğu “hadi bakalım çocuklar şimdi çizgileri birleştirelim” dedirten kontör hatlarını betimleyip o anı yaşatmak değil amacım, sizi öykünün içine sokmaksa hiç değil. Bunu böyle bilin ve beni iyice anlayın. Dediğim gibi büyüyü bozacağım, çünkü hayati olan ve bunun dışında da ahiretlik bir sır vereceğim size, bu sırrı bilemezsek biz de Hende ve Guloko gibi aval aval bakmakla yetiniriz.
Önemli sırrımı pek sık anlatmazsanız her yerde memnun olurum, unutulur gider zamanla, sonuçta pek kimse inanmaz bu dediğime ve dediklerinize. Kontrol edilemeyen metafiziksel ve ruhani güçler tarafından değil, bizzat insan ırkının içindeki güçten gelen bir sırdan bahsedeceğim. Yaratım. Yaratılmış ademoğlunun içinde ne var? Ruh elbette, Yüce Yaratıcı bu ademoğlunu yaratırken ruh vermek için kendi ruhundan üflemiştir ya. Eee içimizde Yüce Yaratıcıdan bir ruh varsa, ve bu ruh kaynağındaki gibi kocaman “Yaratmak” eylemini içinde barındırıyorsa, insanın da yaratmadığını söyleyemeyiz. Bu fikrime dininiz gereği karşı çıkabilirsiniz, belki elflerin yarattığına inanıyorsunuzdur evreni (bahsettiğim bu dünyada elfleri tanrı olarak gören Elfilahi diye bir cemaat var çünkü), belki hiçbir şeyin yarattığına inanıyorsunuz, ya da İblis tanrının yarattığına, kendiliğinden pıt diye olmuştur diyorsundur hatta saygı duyarım. Fikrimi dayatmıyorum. Aforoz edin isterseniz beni. Ama ben Hende’yi çok sevdim, kardan adamı tekmeledikten biraz sonra bu dünyadan göçecek olan Hende’nin anısını yaşatacağım. Zavallı Hende. Ölürüm de bu yoldan dönmem Hende.
İşte bu sır dediğim Yaratım denen şey, herkese bahşedilmiş cüz-i bir yetenek, ruh yeteneği. Eskiler bunu iyi bilirdi tabi ama tüketici toplumu oldukça bizler,
Elfler sinsice; insanlar, orclar, goblinler ve ejderler için birbirlerini yesinler diye daha fazla kuyumcu ziyneti ürettikçe,
Orclar daha fazla iş gücü olarak kullanılıp, çekirge gibi cahil sürülere dönüşüp, çarpık kentleşmeyi, suç oranını ve zinayı artırdıkça,
Goblinler kadar insanlar da har vurup harman savurup avmlerde alışveriş çılgınlığıyla tıkınıp tepindikçe,
Monklar dinleriyle insanları kandırıp, oy toplayıp, menfaat elde ettikçe,
Güçlü ejderler cimrilik ve açgözlülükleriyle tüm değerli hazineleri yastık altı edip daha da güçlendikçe,
Garibanların burunları daha da battıkça üzerinde yaşadıkları çamura,
Zeki gnomelar herkes tembelleşsin diye her şeyin rahatını ve pratiğini icat ettikçe ruh gücünü kullanan kişiler de azaldı. Ruh gücünü kullanmak için yaşanmışlık gerekir. Alın teri gerekir, emek ister, sanal ya da analog etkileşimin tersine dokunmak ve hissetmek lazımdır ona ulaşmak için. Hatta bunlardan çok sonra ulaşırsın bu kudrete. Tüm nefs-i emmarenden uzaklaşıp kendini itikâfa vermen gerekir. Eskiden bunları yapmak kolaydı, şimdi sadece ruhunu çürütmemiş insanlarda görülür bu sır, ruhunu çürütmemek de biraz çocuk kalarak, saf ve temiz yaşayarak olabilir ki bu sadece bir varsayım. Ve bu yaratım gücüne farkında olmadan ulaşan insanlar, ruhunu katarak yaptıkları işlerden hayır görürler. O ruh katılan üretilmiş herhangi bir şey, bu çömlek olabilir, en nihayetinde çanak da olabilir. Tabi resim gibi, heykel gibi gereksiz eylemleri de katabiliriz ama ben pek desteklemiyorum. Bir heykelin ayaklanıp orayı burayı yıktığını gördüm. Resimde çizilen devasa ejderlerin pullanıp, pençeleşip vücut bulmasını da gördükten sonra tasvip etmiyorum pek. Ucubelik şeyler onlar. Bu ucubelik şeylere öyküleri de ekleyebiliriz. Aman öykülerden de uzak durun, ruh katılmış bir öykü felaketiniz olacak bir kehanete dönüşüverir. Peki ya çanak çömlekler öyle mi hiç? Tam manasıyla gerekliler ve çok da lazımlar bir sürü ihtiyaç için. Hem erimezler de.
Neyse, kardan adam yaparken bile, o soğukta içinizi sıcak tutar ve ruhunuzu katabilirseniz eğer, kardan adamların canlandığı görülebilir. Hende saf ve temizdi, ufak tefek yaratım gücüne sahipti galiba. Mavi bir ruhçuk yerleştirmişti yaptığı “kardan herif” inin içine farkında olmadan. Tabi bu cılız ruhçuk kardan adamı ayakta tutmak için yeterli değildi. Daha beteri elma içindeki bir kurtçuk gibi yemiş bitirmiş de olabilir kardan adamı. Sakar Hende de pek sanatçı kişiliği olmadığından yaptığı eserin kıymetini bilemeyip sevgilisi için hazırladığı, emek verdiği kardan herifi tekmeleyip kınamaya başladı. Hem de neden? Yavaş yavaş ısınan havanın verdiği işkenceye dayanamamasından. Bir söz vardır bilir misini? Bilemediniz mi? Tamam ben neler olduğunu anlatıvereyim de aklınıza gelince parmak kaldırırsınız.
Guloko komşusunu izlemekten vazgeçti ve mutfağa doğru yürüdü. İşte bunu yaptığı anda Hende’yi son görüşü olduğunu fark etmemişti. En azından Hende’den bir miras almıştı yine farkında olmadan. O miras da şöyle bir şeydi…
Eşi pırasa yemeği yapıyordu, eşine hiç aşık olmadığı geldi aklına. Hep pırasa yüzündendi. Mutfağın kapısında dikildiğinde onu seyretmeye başladı. Eşinde bir değişiklik vardı, ruhu görünüyordu sanki dalga dalga etrafında. Süzülüyordu durgun suda saçılmış elbiselerin yüzüşü gibi. O ruh ona o kadar sıcak göründü ki, gözlerini kısmaya başladı. Beli bu kadar ince miydi eşinin? Bu düşüncelerden sonrasını anlatmasam daha iyi olur. Şunu bilin yeter, o andan sonra (kırılan birkaç önemli çanak çömleği görmezden gelin) pırasa artık Guloko için çok hoş kokar oldu ve asla tek başına pencereden dışarıyı izlemedi.
Guloko’ya da veda edemeden görünmez olacak Hende’ye gelirsek. Hıncını almış, inip kalkan göğüs kafesi gevşerken eliyle hafiften boş ver anlamına gelen bir yay çizdi ve cebindeki elmayı çıkarıp “hatırt” diye ısırdı. İşinin başına döndü tekrar. Kardan herifinin enkazına en son bakarken fark edeceğiniz üzere hoşnutsuzdu, daha da dikkatli bakarsanız burnunu çekmesiyle, kaşlarının kalkmasından hüzün kırıntısına da rastlayabilirdiniz. Sonuçta kendi eserine çocukça da olsa hakaret etmiş, dolaylı olarak kendini de incitmişti. Boyu kadar kılıcını çekip yan tarafından sertçe savurdu karlara doğru hışmını, siz öyle göreceksiniz tabi ama ben onun süpürge olduğunu söyleyip göz yanılmanızı düzelteceğim. Güneşlerin ışığını arkamıza alarak izlersek öykünün gölgeleri de bizi rahatsız etmeyecektir. Çünkü burada çok önemli ve dehşet verici bir şey yaşanıyor. Hende rastgele ısırdığı elmasının çok ısındığını hisseder bir anda. Ardından parmaklarının pütürlenmeye ve pürüzlenmeye başladığını seçiyor gözünün önüne tutarak. Aslında elma ısınmıyor, kendi soğuduğu için öyle hissediyor. Sonrasında kristalleniyor, tüm montuyla, botlarıyla beraber, beyazlaşıyor tüm renkleri ve hop diye karlaşıveriyor. Vah zavallı. Kara dönüşürken böyle kendini taşıyacak gücü bulamayıp bacakları büküldüğünde bile upuzun bağırsakları dönüşmemek için bayağı mücadele etti. Elinden düşen ısırılmış elmayı da kimin göreceğini tahmin edebilirsiniz. Allahtan o elma da kara dönüşmeden kristalleşmiş elinden düşüverdi ki bu bizim tekrar birleşmemize… Peki ne söyleyeceksin, söyle bakalım.
Ah evet bildin, kınadığın şey başına gelir yeğen. Kuzen de olabilir bu, hiç önemli değil kim olduğun. Amcaoğlu, teyzekızı bile olsan başına gelebilir. Tebessüm etmeyi öğrenmek lazım, küçümsemeyin kimseyi, bela da okumayın kimseye. Ah kocacığım da geldi bakın. Adı da Hende, i hi hi… Yaaa, böyle şaşırırsınız, bahsi geçen Hende geldi ve Hende’nin sevgilisi de benim işte. Sizlere ruhumuzu katmasaydık bizi dinleyemeyecektiniz. Hoş geldin kocacığım. Ben de ruhumuzu kattığımız çanak çömleklere öykümüzü anlatıyordum. Eski adlarımızı da öğrenmiş oldular böylece. Peki sonunu da merak ettiler şimdi.
Elma düşüverdi demiştim ya en son. Ben geldiğimde erimeye başlamıştı o zaman, henüz kocam olmayan sevgilim. İlk başta tanıyamadım tabi, sevgilimi hiç kardan adam olarak görmemiştim daha önce. Her yerde Hende’yi aradım. Yoktu, kardan adamın önünde merak ve biraz da öfkeyle dikilirken ellerim bellerimde, ısırılmış elmadan anladım. Dağ gibi cüsseli, çocuk kalpli sevgilim beni takmıyordu ve buz gibi çömeliyordu karşımda.
O sırada zavallı Hende’nin yanına benim göremediğim bir şey gelmişmiş. Linç ettiği kardan herifin ruhçuğu gelmiş titrekçe süzülen havada, bir serçe kadar. Bir anda maddeleşiveren süpürge koluyla da dürtmüş sevgili Hende’mi, “yaaa böyle olur işte öyle yaparsan”. Kınarsan demek istemiştir tabi zavallı titrek ruhçuk. Sonra öyle zayıf öyle halsiz titremiş ki ruhçuk puf olmuş, silinmiş. Bunlar olurken işte, şaşkınlık ve korku içindeyken benim hayalime sarılmış düşüncelerinde biricik Hende’m, “Hemende’m için güçlü olmalıyım şimdi, koyuvermemeliyim kendimi hemen de” diye diye. Ama beni düşündükçe kardan yüreği daha çok ısınmış, daha çok erimeye başlamış. “Anaaam! Şimdi ne yapacağım ben, hepten ayvayı yedim” demiş saf yüreğiyle. Beni de yüreğinden atamamış ki erimesin. Canlı canlı çizmelerimi de görünce daha beter heyecanlanmış. Ondan dolayı kucağıma almaya çalışırken şipir şipir sulu kar, hatta sulu sepken oldu hepten. Ben bunu davul gibi bir güzel dövdüm ağlayışımın şiddetiyle farkında olmadan. İyice ezildi zavallı kocacağım, içine içine gömüldü, çöktü. Ne yapacağımı bilemedim. Bağırıp çağıramadım da sesim çıkmadı, ellerim titredi zangır zangır. Hem soğuktan, hem korkudan. İnliyor ve sallanıyordum bir ileri bir geri. Sonra kınayıverdim zavallı Hende’mi, benim gelişimi bekleyemedin de diye, kar oldun, kendi kendine yetemedin, ne zavallı sevgilisin sen, şimdi de beni düşündükçe erir gibisin, ne zayıf bir yaratıksın sen aşkım, düşünme beni, erime, soğu benden, soğu ki yaşa, ben seni böyle bilmezdim. Tabi bunları dışım söylüyordu ama içim bunlardan farklı yanıyordu. Ben de Hende ve Guloko gibi farklı düşünüp farklı söylüyordum böyle, ya da tüm insanlar gibi hissettiklerim yerine dilim farklı konuşuyordu işte. Kim bilir, sorunun büyüğü burada başlıyordu belki de. Elimde Hende’nin ısırdığı elma varken öylece, başka bir dünyadan gelmiş bir şiiri fısıldıyordu yüreğim;
“Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su
Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç
Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bir elma ağacı
Soluğunun elma kokması bundandı belki
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Çocuksun sen, çocuğumsun…” *
Elmayı dişledim, kuruyan boğazım nemlensin diye belki, belki ondan bir parça istedim içime çekebilmek için ve sildim gözlerimin tuzlu nemini.
Gerisini de siz tahmin edin. Ah tabi tabi, tahminlere bırakmayacağım bu sefer, acayip acayip şeyler tahmin edersiniz siz şimdi. Oracıkta ben de kar oluverdim işte. Çok beter kınamışım sevgilimi. Bencilmişim o zaman. Ne yapalım, her işte bir hayır vardır tabi, böylece aynı frekansa geçince Hende’mle, coşkuyla sarıldık birbirimize. Onunla kar gibi eridik, su gibi aktık, buhar olup semaya değdik, kıkırdamamızı duymayan mekan ve zaman kalmadı, gezmediğimiz oluk kalmadı. En çok da veled-i zinaların kardan adamları olduk. Başımıza böyle türlü türlü şeyler geldi işte. Allah daha beterinden saklasın, beraber olmamız yetti işte bütün sıkıntılara göğüs germemize. Her şey olduk, olduk da en sonunda bu çömlekçinin çömleğine katılan bakırdaki su olduk, yine de mutsuz olmadık…
Günler sonra eski evli, yeni aşıklar; Guloko ve ince belli eşi, malum gün mutfakta pırasa kokusu eşliğinde filizlenen aşkları yüzünden kırılan çanak çömleklerin yerine yeni çanak çömlek alırlar. Ne hikmetse bu yeni çanak çömleklerin üzerine titrerler, komşularını hatırlatan bir havaları varmışçasına hülyalanıverir bunlara baktıkça Guloko. Yeni çanak çömleklere yüklenen bu aşırı değer yüzünden eşine de “artık mutfakta olmaz aşkım” demeye alıştırır kendini. Bundan sonra ne mi olur? Pencerenin önündeki çift, Guloko’nun hohlamalarının netleştirici etkisi, mutfaktaki yeni çanak çömleklerin verdiği garip huzur ile yaşadılar. İlgiyi üzerinde hisseden muhterem bel ise, bu aşkın vesilesinin kendisi olduğunu düşünerek daha edalı dolaştı evin içinde. Sessiz ve kimsesiz kalan komşu evi ile yanındaki elma bahçesini izleyip durarak yaşamlarını mutlu mesut geçirdiler.
“Hoh”.
*: Dünya adlı gezegende yaşayan Ahmet Telli’nin “Çocuksun Sen” adlı şiirinden kesit dizeler.