ilham alınan eser
BİNBİR GECE MASALLARI
Şehrazad odasında aynanın önünde geçmişini ve ölmekle kalmak arasındaki hikayelerini düşünüyordu, Şehriyar’ını beklerken. Saçlarına sürdüğü fırçadan çıkan huzur verici tını gözlerine uykuyu sürerken balkonundan gelen sesle irkildi. Fırça elinden yuvarlanırken ayağa fırladı Şehrazad. Gözlerinin gördüğü siyah bir kaftana bürünmüş sadece öfkeli kahverengi gözlerini gördüğü bir adamdı. Tam çığlığı koyuverecek iken sultan adam elini kaldırdı. Sakin hatta nazik bir sesle “Dur, sultan! Korkma, sana diyeceklerim var. Niyetim zarar vermek değildir. Hâşâ! Sadece yanlış bildiğinin doğrusunu söylemeye geldim. Dinle!”
Şehrazad ne yapacağını bilemeden aynalı konsoluna sapladığı tırnaklarını yavaşça gevşetti. Cesaretini yüreğine koyup konuştu. “Kimsin, önce onu de! Nasıl bir cesaret ki seninki boynunun vurulacağını bile bile buraya böyle gelirsin.” Adam gölgeden ayrılıp kandillerin önüne geçti. Şehrazad, kız güzeli bu yüzü seyretmekten geri alamadı kendini. Bu âdemoğlu güzeldi. Sakin halini gözledi. Derin bir nefes alıp konuşmasını izledi. “Ben bir dervişim. Sense beni yalancı bir büyücü olarak bildin ve anlattın şahına ki kellen yerinde dursun. Hikayen bitti, sen yaşadın, kocan seni çok sevdi lakin ben, iftiraya uğrayan ben, ruhumun sıkıntısıyla baş başa kaldım. Ve en sonunda kararımı verdim. Geldim sana! Geldim ki doğruyu bilesin, girdiğin vebalden geri dönesin.” Şehrazad, bu derin soluklu sese dalıp gitti önce. Neden sonra dudakları aralandı, adını bilmek istedi bu dervişin. Derviş sakince aralanan dudaklardan ılık sesi akmadan durdurdu kadını. Devam etti. “Sana adımı da diyeceğim lakin önce bir hikâyenin aslını bilmen lazımdır. Alaaddin ve Sihirli Lambası ile ilgili anlattığın hikâyenin aslını!”
Şehrazad etrafına bakındı. Her an Şehriyar gelebilirdi. Bir an düşündükten sonra “Kocam her an gelebilir. Hikâyeni dinlemeyi çok istiyorum ama…” Derviş sakince kaftanını savurdu, yere bıraktı. İç cebinden bir kese çıkardı ve mırıldandı. Şehrazad o anda zamanın duruşuna, damlanın havada donuşuna şahit oldu. Adam gülümsedi dolgun dudaklarının arasından. “Zaman durdu, Şehrazad! Artık hikâye anlatma vaktidir. Lakin bu kez sen dinleyeceksin, ben anlatacağım…”
Kendimi bildim bileli okumaya ve ilme büyük ilgim vardı. Garip bir çocuktum. İnsanlar bana bakıp ‘’Vah garibin haline! Kendi kendine halvette, görüyor musunuz?’’ der ve gülerek geçerlerdi. Ailem hep başı önde ahaliye benim halim üzerine dert anlatmakla meşgul olurlardı. Sebebini yaşım büyüdükçe anlayacaktım. Ben, yalnızca yaşayan ahaliyle değil bu diyardan göçüp gitmişlerle de temaşa edebiliyordum ve tabi bu halim aklımın uçuşuyla açıklanıyordu diğerleri için. O günden sonra bu sohbetlerimi gizli yerlerde yaptım ve onları elimden geldiğince dinledim. Yaşım olduğunda ise yol düştü gönlüme. Dergâh dergâh gezip kendime mürşit aradım. Yollarca dolanıp taradım bana ilim verecek yiğidi lakin arayışlarım beni bir kula değil Rabbin en derin ilimlerinden biri olan havas ilmine götürdü. Ölüp de işlerini tamamlayamayan, sevdikleri için endişe duyan biçare ruhlara edindiğim yeni ilimle yardım etmeyi sürdürdüm. Az gittim uz gittim ve yolum Merasi denen ilde son buldu. Kendime bir düzen kurup yaşamaya başladım. Yardımlarım kendimi geçindirecek bir ücret karşılığında devam etti. Akçesi olmayandan ise sadece dua aldım. Alaaddin ile tanış olmam da işte bu şekilde gerçekleşti.
Merasi’nin sıcak günlerinden birinde çarşı pazar gezer iken bu âlemden göçen acılı bir ruh yanıma yanaştı. Sesindeki yıkılmışlık beni de tarumar etmişti. Yalvarmaktaydı. ‘’Ey yiğit kişi, sen ki bir ilme sahipsin ve beni üç gözünle birden görebilmektesin. O vakit sana duam sonsuz olsun ki derdimi dinle ve bana bir el uzat.’’ Elimde pamuklu kumaş öylece bekledim. Derin bir nefes alıp içime dolan soğuğu görmezden gelmeye gayret ettim. Ruhlar eğer ki acı içinde ise size soğukluk verirlerdi. Anlardınız. İçinize dolan soğuk bazen öyle yoğun bir his bırakırdı ki kemiklerinize kadar titrerdiniz. Özellikle kalabalık yerlerde olduğunda dişlerimi sıkar ve kısa nefesler alarak atlatmaya çalışırdım. Bu ruh beni soğukla perişan etmişti. O benim halimden anlamıyor, sadece soluk görüntüsü ile yalvarıyordu lakin ben onun halini anlamıştım. Elimdeki kumaşı bırakıp satıcıya başımla selam ettim. İçimde tuttuğum soluğu gözlerim karararak bıraktım ve fısıldadım. ‘’Benimle gel, halinin çaresine bakarız.’’ Ruh peşimden süzülürken halen bana dua etmekte ve sızlamaktaydı. Yüzlerini asla tam olarak göremezdiniz. Yüz, bu âleme özgü bir kıyafetti. Öldüklerinde geçen zamana bağlı olarak dağılır giderdi kıyafet. Bu ruh öleli çok zaman geçmişti. Gördüğüm yalnızca isiydi göçüp gidenin.
Soğuk çok yoğundu. Yürümekte zorlanan bacaklarıma söz geçirmek için arada bir gözlerimi kapatıp, dişlerimin arasından nefesimi koy veriyordum. Biraz yürüyüşten sonra kimsenin beni göremeyeceği bir aralığa geldik. Ruh karşıma geçip ağlamaklı sesiyle anlatmaya başladı. ‘’Beyim, dünya adım Harib’dir. Ben pazarda kumaş dokur satar idim yaşarken. Bir oğlum vardır. Adı Alaaddin. Ben göçüp gidince eşim, işimi devralıp kumaş dokuyup satmaya başladı. Fakat sonrasında ona göz koyan bir tüccar yüzünden işini yapmak için pazara gidişi zora düştü. Çünkü tüccar niyetini ona ulu orta açık etmişti. Eşim ise benden başkasına yar olmayacağına dair Rabb’ine ettiği yemini tutuyordu. Tüccara önce bunu güzel bir dille anlatmıştı. Lakin reddedildikçe biçare karımın halinden anlamayan azgın herif daha da açık teklifler sunmaya devam etti.’’ Harib sanki ihtiyacı varmış gibi derin bir iç çekti. Ruhunun isi kabarıp içine çöktü bir anda. Bende elimi saçlarımdan geçirip ‘’Anlaşılan hikâyen uzun!’’ diye mırıldandım ve bir taşın üzerine oturup yenimden suyumu çıkardım. İçtim. Su bile bu ruhun acısından kekremsi bir tat bıraktı ağzımda. Başımı kaldırıp etrafımı sarana ise ‘’Devam et, Harib!’’ dedim.
Harib anlatmaya koyuldu yeniden. ‘’Karım gün olup pazara korku içinde çıkıyor, akşam yüzünü gösterdiğinde evine korku içinde dönüyordu. İstiyordu ki malı, yiyeceği olsun. Yetim kalan oğlum hiç bu derdi bilmeyip medresedeki eğitimine devam etsin. Ama durum giderek kötüleşti. Günün birinde tüccar pazara gelip karımın tezgâhının önünde belirdi yine. Karım; ‘’Yapma beyim ben sana dedim! Var git yoluna…’’ deyince tüccar yüksek oktavdan saldığı sesi ve ona eşlik eden tükürükleriyle ‘’Ey ahali duyunuz beni! Ben bu kadına talip oldum. Ona imkânlarımı saydım ve namuslu bir aile hayatı sundum. Yetim oğluna babalık, kendisine kocalık teklif ettim. Lakin bu hatun başka işler peşinde ola ki beni reddeder. Bilin bu hatun doğru yoldan çıkmıştır!’’ dedi. Karım iki göz iki çeşme eşyasını toplayıp kınayan bakışları görmezden gelerek kendini darla eve attı. Ağladı. Ağladı. Ben de yandım bedensiz sisin içinde.’’ Harib sızlanmayı geçmiş, feryat ediyordu. Yer gök ayaklarımın altında salındı o ağladıkça. ‘’Ey görmeyen gözler!’’ dedim içimden. ‘’Bir bilseydiniz Rabb’in dengesi nasıl?’’
Oturduğum taşta kımıldanıp ‘’Harib, feryadı bırak, de hele ne oldu sonrasında! Derdin nedir?’’ Harib’in isi kımıldanıp devam etti. ‘’Oğlum Alaaddin gelip de anasını gözü şiş, gönlü düş görünce sordu derdini. Anası ucundan kıyısından demek zorunda kaldı. Oğlumda; ‘’Terk edelim buraları ana!’’ dedi. ‘’Bundan gayri ben sana bakacağım! Gönlünü ferah tut. Sen ki babama sadıksın hala, bu benim boyun borcum olsun.’’ Oğlum bunları söyledikten sonra üç parça eşyamızı katıra yükleyip bu ilin yolunu tuttu. Başta her şey güzel idi. Hem tahsiline devam edebiliyor hem de çarşıda getir götür işi yapıyordu. Esnaf sevmişti oğlumu. Kıt kanaat geçinip gitmekteydiler. Ama sonra oğlumun aklına bir iş düşürdü yolsuz arkadaşları. Onu uyarmaya çalıştım. Yapma oğul deyi lakin beni duymuyordu ki! İlk kez o vakti lanet ettim dünyadan göçüp gidişime. Parası artmış fakat ahlakı azalmıştı oğlumun. Anası birkaç kez nereden bu değirmen suyu demişti tabi ama oğlan yalanlar düzüp anasını rahatlatmıştı.’’
Elimi çenemde gezdirip kaftanımı sıvazladım. Isınmak şu an istediğim tek şeydi. ‘’Oğlun hırsız oldu. Ve sen benden onu vazgeçirip ahlaklı hayatına geri döndürmemi mi istersin, ruh?’’ Benim sözümden sonra is hareketlenip feryadını değdirdi göğe. ‘’Beyim, oğlumu yakalayan bir bey var. Adı Haris! İblisin insana bürünmüş halidir bence. Kara mı kara içi. O oğlumu hırsızlık yaparken yakaladı. Oğlum yalvardı yakardı yapma beni verme kolluğa diye.” Haris o vakit beyaz sivri dişlerini gösterip “Bir şartla” dedi.
Hikâye gittikçe ilginç bir hal almaya başlamıştı. Dünya garipti her gözü açık olana. Bilirdim o cinsi. Ne üç harfli ne de insandı. Haris! Ne de güzel bulmuştu adını. ‘’Devam et.’’ dedim lafa başlamadan önce. ‘’Haris oğluma bir mağaranın çizimini verdi beyim. Dedi ki; o mağarada bir lamba var imiş. ‘’Onu bana getirirsen hırsız, senin sırrın bende durur ve sende bol akçe kazanırsın!’’ “Oğluma üç gün mühlet biçti beyim. Eğer kabul etmez ise bu teklifi oğlumun yaptıklarını bir bir resmedermiş kolluğa. Öldürürler onu beyim. Çok mal kaldırmış milletten. Yardım et. Onu kurtar!’’
Başımı ellerimin arasına alıp bir müddet düşündüm. Sonra cebimden tespihimi çıkarıp birkaç söz mırıldandım ve tahminimin doğruluğu karşısında düşüncelere daldım yeniden. Başımı kaldırıp ‘’Bak Habib’in ruhu oğlun bu yaratılmış tarafından büyülenmiştir. Eğer ki o teklifi kabul etmez ise yapılan büyü sayesinde kendi kendini ele verecek ve başı valinin önüne düşecektir. O lambayı alıp ona götürmekten başka yolu yoktur. Bu yaratılmışı bilirim. Büyüsü, ilimi kuvvetlidir. Geri çevrilemez. Fakat oğlunu da sağ koymaz! Sana yardım ederim. O lambayı çıkarması için bir tılsım yaparım. Oğlun lambayı alır ve ona götürür. Benim tılsımım sayesinde canı kurtulur. Gerisi oğlunun vicdanına kalmış. Ya yolundan döner ya da bir gün bir sebep olur yine başı yere düşer. Sana yapabileceğim budur. Ne dersin?’’
İsin içinde ilk kez renkler gördüm sözüm bitince. İçimin soğuğu yavaşça ılıklaştı. ‘’Rabbim senden razı olsun beyim! Ben sana dua ederim hem de sonsuz kez.’’ Gülümseyip sakince devinen renklere baktım. ‘’Bana oğlunu nasıl bulacağımı göster ve diyarına dön ruh. Yerin orasıdır.’’ Ayağa kalktığımda renklerden biri kara elimin üzerini sardı. Dokunuşu titrememe sebep oldu. Kahverengi gözlerimin buğusunu gidermeye çalışıp elimi saçlarıma götürdüm. Uzun, kıvırcık saçlarım toplanmadığında bir yele gibi yayılırdı omuzlarıma. Kız güzeli yüzümü ve saçlarımı dilber kısmı çok severdi lakin bu sıcakta isilik dökerdi insan bu saçlarla. Saçlarımı arkamdan bağlayıp ‘’Haydi Harib, gidelim!’’ dedim. Renklerle süslü buluta dönüşen is önde ben arkada yol aldık, Merasi sokaklarında.
Ben tüm dikkatimi ruha vermiş yürürken çarşı gezen dilberlerin hayran bakışlarını da yanımda götürüyordum. Niyeti pis bir adam olaydım muhtemelen bu dilber kısmının çoğu bu bedene tanış olurdu. Gülümsemem bakışlar karşısında yüzüme yayılınca ruh kırmızı rengi koluma değdirip ‘’Rabbim kısmetini açık bırakmış, beyim. İçeri sızmak isteyen isteyene… Kadının yok mudur?’’ İçten bir kahkaha attım başımı öne eğip. ‘’Yoktur, Harib. Nasip kimse, gönül kimi çekerse o! Benim gönlüm daha çekemedi.’’ Bir anda alnımda boncuk boncuk ter damlaları birikti. Sevmiştim bu ruhu. O da beni. Acısı dinmiş huzuru yerine gelmişti. Sıcağından ve gökkuşağına varan renklerinden anlayabiliyordum.
Dar sokaklardan geçip kâh konuşup kâh susarak derme çatma kerpiç bir evin önünde durduk. Harib bir anda yeniden griye çalmaya beni üşütmeye başladı. Sıkıntısı artmıştı. Evin yanında çamaşır düzen, çökmüş süzgün bir kadın durmaktaydı. Teni bu beldenin sıcağına hiç uymayan bir beyazlıkla boyanmıştı. Bakımsızlığı, çektikleri ellerinden, yüzünden okunuyordu. Beyaz yaşmağı başının üstünden bir miktar kaymış, teni kadar beyaz saçlarını gözler önüne sermişti. Hiç kımıldamadan öylece bu hayatın dövmekten beter ettiği kadını seyrettim. Harib fısıldarcasına konuştu. ‘’Beyim, bu benim hatunum. Öyle güzeldi ki bir zamanlar. Yüzüne bakmaya kıyamazdım. Daha on beşinde bir tazeydi ben onu ilk gördüğümde. Camlarında bekledim onu alana dek. Yüzünü bir kez görem diye kapılarında yattım. Aldım. Eşim yaptım onu. O da bana hizmette, sevgide kusur etmedi. Bir de erkek evlat verdi. Gerçi kızı da bir eri de bir ya.’’ Ağlamaklı sesi giderek yürek burkan bir sızlanmaya dönüştü. İs bir dağılıp bir toparlandı yanımda. Devam etti sözlerine. “Birde şimdi bak. Belini bükmüş dert, tasa, yalnızlık… O tüccar da tuz biber ekmiş üstüne. İşte görürsün hali budur. Saçlarını ben değil, benden sonra onu dertlere salanlar beyazlattı!”
Harib’in hali içimi yakmıştı. Yapabilsem omzuna dokunup teselli ederdim ama dokunulmazdı göçüp gidene. Onun yerine hatuna bakıp “Tasalanma! Dedim ya sana, bulunur bir hal çaresi.’’ diyebildim. İçimden geçen ürperti arttı birden. “Harib, hatununun adı nedir?’’ Harib bir anda durgunlaştı. Ruhlar dünya isimlerini hatırlamakta zorlanırlardı. Bilirdim. Bekledim. Kekeleyerek “Gülçehre!” dedi ve hıçkırıklara boğuldu. Nefesim sıklaşmıştı iyiden iyiye. ‘’Bak, Harib sana yardım edeceğim. Lakin daha fazla bu âlemde kalamazsın. Zayıf düşecek, yok olup gideceksin biraz daha kalırsan. Haydi, git âlemine. Işığına dön, ya ruh!’’ Harib sözüm üzere akıp gitti toprağa. Durduğum yerden son kez kadını süzdüm. Gülçehre, yüzü yerde kalan çehre…
Sakin adımlarla bahçeye girdim. Kadın önce elindeki çarşafı sepetinin içine bıraktı sonra ürkek hareketlerle bana doğru döndü. Birden fark ettim ki Gülçehre’nin beyazlığı dertten ziyade üzerine yapılan kara büyüdendi. Aslını bir ben görebiliyordum tabi, çok güzeldi. İçimin kadına ısınmasına engel olamadım birden. Başımı yere eğip kendime bile şaşırarak bana korkuyla bakan kadına seslendim. ‘’Korkma hatun, ben sana zarar vermeye gelmedim. Dinlemeye vaktin var ise sana bir diyeceğim vardır.’’ Gülçehre çekinerek başındaki örtüyü düzeltti. Sesi yorgun, bitkindi. ‘’Kimsin? Beni nereden bilirsin? Kocam yoktur. Oğlum da evde değil şimdi. Ne diyeceksen bekle eve bir er girsin öyle de.’’ İçimde kımıldanan kalbimi görmezden gelip bu ıssız sesin tınısını ruhuma kazıdım. Harib’in helaline hele hele bir de sadakat yemini etmiş bir hatuna iç geçirmek… Fısıldadım kendi kendime “Rabbim içime akanı istememem için bana yardım et!’’ başımı tekrar yere eğip, boğazımı temizledim. “Bak hatun, bilirim eşin göçüp gitmiştir. Bir oğlun var adı Alaaddin. Onun da başı derttedir. Ben size yardım etmeye geldim. Eski bir tanıdığımdır senin eşin. Daha doğrusu ben ondan mal alırdım bir zamanlar. Sordum soruşturdum. Dediler ki buralara atmış yol sizi.’’ Gülçehre öylece durup beni süzdü. Bakışlarında şüphe vardı. Nasıl olmasındı, onca dertten sonra. Erkek kısmı iştahı kabardı mı canavardan beter oluyordu. Çamaşır sepetini eline alıp ‘’Ben kocamın alıcılarının çoğunu tanırdım. Gerçi aradan yıllar geçti ama siz gibisini hiç hatırlamadım. Dediğin doğru olsa bile nasıl yardım edeceksin ki bize? Dilenci değiliz beyim paran kesende kalsın!’’
Kadın bunları söyledikten sonra derme çatma kerpiç eve doğru yöneldi. Yaptığım işin en zorlu kısmı gelip dayanmıştı kapıma işte. Bu kez ona gerçekten ne yaptığımı da söylemeye gönlüm yoktu üstelik. Mecburen yalan düzecektim. ‘’Rabb’im affet!’’ deyip arkasından adımladım bahçeyi. Tam kapı yüzme çarpacağı anda elimle destekledim tahta kapıyı. ‘’Dur hatun ne sen dilencisin ne de ben para verip vicdanı rahatlatmaya çalışan o gafillerdenim. Hele bir adamca dinle beni. Yine istemezsen çeker giderim. Bir daha gelmem kapına.’’ Benim aceleyle neredeyse bağırarak söylediğim sözler işe yaramıştı. Kapı önce durdu elimin altında. Yavaşça elimden ayrılıp eşiğine dayandı sonunda. Gülçehre’nin koyu yeşil gözleri bana dikildi cesaretle. ‘’Derdini demeye vaktin az. O da çoktan başladı. Konuş!’’ ufacık bir kadındı kim baksa. Hele şu an ona yapılanla ninemden birkaç yaş küçüktür en fazla derdiniz. Lakin o gözler yok mu, orduyu devirirdi evvel Allah! ‘’Hatun, oğlunun başı yaptığı iş yüzünden kendi açamayacağı kadar sıkı bir şekilde bağlanmış. Doğru mudur?’’ Gülçehre soruma başıyla onay verince devam ettim. ‘’Ben ondan bu belayı savuşturabilirim. Senden beklentim yoktur. Bildiğim birkaç ilim var. Ben sadece vefa borcu ödeme derdindeyim. Senden tek istediğim biliyorsan oğlunun yerini söylemen. Ve yapabilirsen bana güvenmendir.’’ Sözümün sonunda sıkışan ciğerlerim havadan yardım alarak kendilerine içerde yer açarken ben, gözleri gözlerimde bu güzelliğin bana destur vermesini bekliyordum.
Kadın gururla çenesini dikleştirip beni süzdü. ‘’Sen kocamın ahbabı olacak kadar yaşa sahip değilsin. Neden sana güveneyim ki?’’ Artık sinirlenmeye başlamıştım. Kadına aramızda birkaç santim kalana dek yanaşıp başımı gözlerini tam olarak görecek kadar eğdim ve dişlerim arasından tısladım. ‘’Sen de kocana eş olacak kadar geçkin değilsin lakin hem ona eş olmuş hem de gömmüşsün. Şimdi derdim başkaca bir şey olsaydı çoktan yapmıştım. Ya bana güven ya da çekip gideyim! Karar senin kadın!’’ Benim çıkışımla sinip yatışacağını düşündüğüm hatun daha da yakınıma gelip tarçın kokusunu içime doldurdu. Dişlerinin arasından tıslama kabiliyetinin bir tek bende olmadığını anladım o anda. ‘’Sen ya körsün ya da berduş. Şu yüzüme bak hele. Şu kar düşmüş saçlarıma. Bu kadar kör olup da bize nasıl el uzatacaksın onu bilemedim şimdi?’’ Sinirden gözüm dönmeye yüz tutmuştu. Elimle kapının eşiğine yapışıp konuştum. ‘’Bak, hatun senin aynada ne gördüğünle değil derdim. Ben senin gerçek halini görüyorum şu anda. Tıpkı oğlun gibi senin de başın, sana yapılan büyü ile derttedir. Aynada gördüğünün de sebebi budur!’’ Gülçehre’nin yüz ifadesi anında değişmişti sözüm üzerine. Öfkenin yerini hüzün almıştı. Bundan cesaret alarak sözüme devam ettim. ‘’Beni tepeleme hevesindeysen eğer yol ver sözümü bitireyim.’’ Başını sallayıp kapıyı açtı Gülçehre, bende o kapıdan ilk kez bu kadar kararsız bir halde içeri girdim.
Girdim içeri girmesine de kapılar vardır insanı feraha, kapılar vardır insanı dara çıkarır. Benim kapım beni dalavereci bir büyücü olarak anılmaya ve binbir gece anlatılan o masalın kötüsü yapmaya çıkarmıştı. Bir de olmayacak bir sevdaya…
Gülçehre derdini bir de kendi ağzından anlattı. Harib’ten çok farklı değildi sözleri lakin tasa gidene başka, kalana başkaydı işte. Oğlunu nerede bulacağımı söyledi sonrasında. Kapının eşiğine yürürken durdurdu beni “ Beyim, beni bunca dinledin. Yüküme ortak oldun. Sana sorsam acep adını bahşeder miydin bana?” kapının eşiğinde tatminkâr bir gülüşle kalakaldım. Arkamı dönmeden söyledim sözümü lakin o gözlere bir kez daha baksam, nefsim tüm yollarımı tıkayabilirdi. “Sana adımı söylerim Gülçehre kadın ama önce sana söz verdiğimi yerine getireyim. İşte o vakit adımdan daha fazlasını söylerim sana!”
Hırsızlar hanı, Alaaddin’i bulduğum yer tabi ki orasıydı. Kötü insanlar vardı hayatta, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, kanlarında olan karanlık olduğu için sapmazlardı yollarından. Lakin Alaaddin kanında olmayanı oldurmak istediği için yolunu sapıtmıştı. Bir köşeye çekilmiş günün bu saatinde demlenmenin yaptıklarını ve yapacaklarını unutturmasını umuyordu belli ki. Handan içeri girdiğim andan itibaren tüm gözler bana çevrildi. Onlardan olmadığımı anlamaları zor olmamıştı. Kötü olan olmayan, ölen ölmeyen her ruh bana bakıyordu. Yutkunarak geçtim aralarından. Alaaddin’in olduğu masaya doğru ilerledim. Destur beklemeden oturdum karşısına. Zaten destur verecek halde değildi!
Söze giriştim. “Adın Alaaddin! Ananı korumak için girdiğin yoldan sapmış, sonunda kendini kurtaramayacağın bir kuyuya atmışsın, doğru mudur?” Genç adam gövdesinin üzerinde zoraki tuttuğu başını kaldırıp hülyalı gözleriyle beni süzdü. Dilinin dolaşmasını aldırmayan kibri konuşuyordu. “Sen kimsin be adam? Benim anamdan ya da kuyumdan sana ne? Senin gibileri buralarda çerez diye yerler kız güzeli! Aklın varsa hemen git!” Kibirin her haline alışıktım lakin hem kibirli hem beyinsiz olan kula tahammülüm pek yoktu. Kadehe sabitlediği elini tutup, beynine kan gidene kadar sıktıktan sonra dişlerimin arasından söktüm cümlelerimi. “Bak beyinden yoksun genç! Benim kim olduğum değil, senin beni nasıl gördüğün kurtaracak seni. Bu sebeptendir ki beynini bulandıran bu sıvıdan kurtul. Ayıl ve benimle gel! Çaren bende…”
Moraran elini kadehin üzerinde bırakarak çıktım handan. Arkamdan duvarlara çarpa çarpa geldiğini hissedebiliyordum. Pazarın içinden geçip, kendi evimin avlusuna gelene dek durmadım. Genç hırsız ne yaptığından çok da emin olmadan takip ediyordu beni. Lakin kendinizi kaybetmişseniz ihtiyaç duyduğunuz tek şey bir haritadır. Ve o haritanın sizi nereye götürdüğü çokta önemli değildir o sırada. Ne kadar kaybolmuşsanız o kadar güvenirsiniz o belirsiz haritaya. Takip etmek o denli kolaylaşır kayıp büyüdükçe. O da öyle yaptı! Beni hiçbir tehlikeyi umursamadan takip etti. Büyük ahşap kapıdan içeri adımımı attım. Durakladım. Avlumdaki çeşmenin başına oturup ellerimi kavuşturdum. Alaaddin yalpalayarak yanıma geldi. Gözlerini açık tutmaya çalışıyordu. Ani bir hareketle başını elimin arasına alıp suya daldırdım. Çırpınışlarına aldırmayarak tekrar tekrar yaptım bunu. Sonra elimi boynuna götürüp tısladım. “Ben kız güzeli olabilirim genç hırsız. Ama işte sana ilk dersim, asla görünene aldanma. Güç görüntüde değil içte yatar! Şimdi ayıldığına göre konuşabiliriz.” Boynuna kilitlediğim elimi gevşetip çuval misali savurdum biçareyi. Arkamı dönüp devam ettim. “Elini yıka. Yüzünü zaten ben yıkadım. Karnına üç beş lokma bir şey gitsin ki yola çıkan dimağın geri dönsün. Sonra seninle işimiz var!”
Alaaddin hazırladığım azığı kıtlıktan cıkmışçasına yedi. O an için gözleri pek bir şey görmüyormuş gibiydi. Ne onu perişan eden adamı ne de çıktığı yanlış yolu. Yüzüne baktığımda nereye gittiğini bilmeyen bir genç görüyordum lakin onun ötesinde derisini kaplayan ve içine zuhur etmiş bir karanlık vardı. Kara büyü! Ona bunu yapan sağlam bir ilim almıştı. Büyü öylesine çevrelemiş, öylesine sarmıştı ki biçareyi ona söyleneni yapmadan kurtulamazdı. Nefessiz yediği yemekten başını kaldırıp bana baktı derin derin Alaaddin.”Benden ne istiyorsun yabancı? İşim zaten başımdan aşmış sana el atamam şu anda haberin olsun.” Bakışlarına karşılık vermeden elimdeki taşı çevirerek bir süre düşündüm. Gülümsedim yarım ağız.
“Bak delikanlı sen bana istesen de el atamazsın. Ben, sana el atacağım ki düştüğün bu derin ve karanlık kuyudan çıkasın. Sözümü sağlam belle, düştüğün iş senin boyunu aşar. O azıcık aklını başına devşir ve anla! Ben senin canını sana geri veren olmaya geldim.” Alaaddin sözlerimi ağzında yutamadığı lokmasıyla dinledi. Sessizliği çaresizliğinden geliyordu. “Sen bana nasıl yardım edeceksin ki daha derdimin büyüklüğünü bile bilmezsin.”
Tasımda kalan son yudum suyumu da içtim. ” Adını da nereden gelip nereye gittiğini de bilirim. Bulman gereken tılsımlı bir lamba var. Bu lamba senin sandığından daha büyük bir güce sahip… İlmini kötülüğe kullanan maharetli bir büyücü var. Zayıfını buldu, seni büyüledi ve lambayı bulmaya zorluyor seni. Buraya kadar var mı bir eksiğim?” Biçare başını salladı, fakirin sessiz yakınmasıydı bu baş hareketi. “Güzel, o vakit o lambayı bulmana ve o iblisten kurtulmana yardım edecek olan duruyor karşında. Şimdi biraz soluklan. Düşün. Bana cevabını gün ışıyınca verirsin. Yatağın hazır. Sana yerini gösterirler. Rabb’im rahatlık versin.” Yanından kalkıp odama seğirttim arkama bile bakmadan. Biliyordum, isteyecekti yardımımı hem de sebep bile sormadan. Fakat benim aklım sormaya başlamıştı bu koca karanlığın sebebini. Haris’ten miydi yoksa çocuktan mı?
Bütün gece dönüp durdum döşeğimde. Sabah ezanını duyana kadar bu böylece devam etti. İbadetimi yerine getirip kafamı kaldırdığımda önümde karanlık rengiyle duruyordu Alaaddin. Doğrulup tam gözleri gözlerime değecek şekilde durdum karşısında. Yumruk yaptığı ellerini ve içinde biriken kini sezinledim. Konuştu. “Yola çıkalım derviş. Bana yardım edeceğini söylemiştin ya vakit bu vakittir.” Derin bir nefes alıp kaftanımı giyindim. Arkama son kez bakıp odadan çıktım. Genç adamı ve karanlığını takip ederek düştüm yola. Gittiğimin yol olmadığını bile bile…
Havada asılı kalan su yere düştü derin bir sesle. Şehrazad irkildi. Gözlerini hayal kırıklığıyla yere düşürdü güzel kadın. “Ama devamı yok mu?” Derviş kaftanını giyindi. Balkona doğru yöneldi. Kollarını iki yana açıp gülümsedi Şehrazad’a. “Var, sultanım lakin bu gecelik bu kadar. Yarın tekrar geleceğim.” Başını yukarıya gökyüzüne kaldırdı derviş ve tam da o anda yeşil parlak bir ışıkla yok oldu kaşla göz arasında. Balkona doğru koşan Şehrazad ondan geriye kalan bir şey aradı. Fakat gördüğü tek şey, yıldızlardı gökyüzünden ona bakan. Çaresiz yarın geceyi beklemeye koyuldu.