“Noel babalar sakallı değil sakarlar, biliyor musun dedim Zeyna’ya
Tıraş olurken yüzlerini kesip bir paket pamuk yapıştırıyorlar
esasında
Aslında kaymak gibi adamlar.”
Didem Madak – Pulbiber Mahallesi
1.
Bir Cem Adrian şarkısında gibiyim. Oradan oraya sürükleniyorum, yalnız da ayağa kalkıyorum. Meleklerin ölüşünü izliyorum, aşk şehri terk ediyor ve ben ağlıyorum.
Ağlıyorum, hiçlik için ağlıyorum. Gözyaşlarım küçük çukurları dolduruyor, sonra o çukurlar büyüyüp okyanus genişliğinde oluyorlar. Ben hala ağlıyorum.
Ağlıyorum, yarım kalan cümlelere ağlıyorum. Yarım kalan her şeye ağlarım ben aslında.
Sebepsiz yere de ağlarım. O zaman annem gelir ama, koca terlik gelir. Hiçbir şey annemin sözleri kadar acıtmaz. Onlara da ağlarım.
Ağlamayı bırakırım, yatağımda uzanırım. Düşünceler birbirini kovalar, ben uykuyu kovalarım. Ne düşünceler başarılı olur, ne ben. Oturup sarılırım onlara. Yalnızlığın dostu düşünceler. Mutsuzluğun dostu düşünceler. Dostum düşünceler.
Bilimsel açıdan yaklaşırsak, yalnız ya da mutsuz olmam için hiçbir sebep yok.
Duygusal açıdan yaklaşırsak, öyleyim işte. Açıklamaya gerek yok.
Düşüncelerime sarılırım. Uyuruz birlikte. Anca böyle uyunmaz mı zaten?
Rüyamda seni görüyorum. İçim sızlıyor. Nasıl oluyor bilemiyorum, rüyada bile bunu başarıyorsun. Bu acıya daha fazla katlanmamak için koşuyorum. Gördüğüm ilk boşluğa atlıyorum. Nasıl olsa uyanacağım diyorum. İşe yaramıyor. Uyanıyorum ancak rüyada.
Üzerimde nasıl bir baskı, nasıl bir stres. Dayanamıyorum, direnemiyorum. Yine ağlamaya başlayacağım diye korkuyorum. Korku vücudumu sarıp sarmalıyor, ne baskı kalıyor ne stres. Geride korkuyu bırakıp kaçıyorlar. Saf bir korkuyu. Cisimleşmiş bir korkuyu.
Görüntü değişiyor. Öyle renkler birbirine karışıyor, sonra da bir bulanıklık görüyorum şeysi olmuyor. Her şey salisenin milyonda biri kadar bir sürede gerçekleşiyor. Bu sefer karşımda bir duvar. Öylesine geniş, öylesine dimdik ki tepesi, dibi ve kenarları görüş alanımın ötesine geçiyor, ona bakınca tutulup kalıyorum. Dümdüz bir duvar. Kusursuz bir şekilde dümdüz. Başım dönüyor, bunun şoku bile beni öldürmeye yetebilir diye düşünüyorum, ama bir rüyadayım sonuçta.1
Görüntü tekrar değişiyor ve uyanıyorum. Düşünceler beni terk etmiş, uyku beni terk etmiş. Uyumadan önce özenle içine girdiğim örtü bile beni terk etmiş.
2.
“Kara tren gecikir, belki hiç gelmez.” Bu türküyü oldum olası sevmişimdir. Kendimi kara tren gibi hissederim hep. Dumanımı savuramam ama, o yüzden kara tren değil de o trenin yolcusu olmalıyım derim kendi kendime. Modern bir tren benimkisi, kafamı camdan çıkarırım. Gözlerimi kapatırım, dilimi dışarı çıkarıp rüzgarı hissederim. Dilim kurur, nefes alamam. Kafamı içeri sokup öksürürüm.
Ben öksürürüm, dünya sallanır. Bana rüzgar çarpar ve dünya dönmeye devam eder.2
Bir daha kafamı çıkarmam. Nefes alamama korkusu beni ele geçirir. Korku her şeyi ve herkesi ele geçirir aslında. Bir canlıyı eğitmenin en iyi yolu onu korkuyla eğitmektir. Bir düşünceyi insanlara empoze etmenin en iyi yolu korkuyu kullanmaktır. Bir insanı delirtmenin en iyi yolu onu korkutmaktır.
3.
Defterimi elime alırım, bir şeyler yazmak isterim. Öyle şeyler olsun ki hayatın sırrını versin, öyle şeyler olsun ki okuyan herkes hayran kalsın, öyle şeyler olsun ki sen beğen.
Bunların gerçekleşmesinden ziyade, defterdeki tek değişiklik bileğimi bastırdığım için oluşan göçük olur.
Şarkı dinlerken yazmayı denerim, bana ilham verir belki diye. Göçük derinleşir.
Derinleşir ve defter parçalara ayrılır. “Sen” defteri parçalara ayırırsın. Beni de parçalara ayırırsın, yerde kalan parçalarımı da süpürüp, çöp kovasının dibini boylamamı sağlarsın. Üzerime tonlarca pislik atarsın, ben o kovaya tutunurum. Bilirim ki bir gün “küllerinden doğmak” deyimini gerçekleştireceğim, kapını çalıp sana sürpriz yapacağım. “Bak,” diyeceğim. “parçalara ayırman işe yaramadı. Şimdi ne yapacaksın?”
Alt dudağı titreyecek, sen titreyeceksin. Ben titreyeceğim bütün dünya titreycek. Ağlamaya başlayacaksın. Yine beni alt edeceksin. Dayanamayacağım, yeniden parçalarıma ayrılacağım. Bu sefer kendimi rüzgar efendinin kollarına bırakacağım.
Oradan oraya sürükleneceğim, yalnız olacağım ancak bu sefer ayağa kalkamayacağım. Ağlayacağım.
1: Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi adlı serisinin ilk kitabında Arthur Dent’in gördüğü duvar.
2: Özgürcan Uzunyaşa’nın “Bana Salıncaklar Çarpar ve Dünya Yok Olur” adlı öyküsüne bir gönderme.
Bu samimi ve tatlı güzellemen için çok teşekkür ederim. Üslubunda ve içeriğinde yer yer oldukça kuvvetli duygular ve ifade patlaması seziyorum bu güzeldir. Yazının tamamına bütün ve güçlü cümlelerle yedirildiğinde, alttaki hikayeyi anlatmada başarılı ise üstelik. Edebiyat dünyası ilgi çekici bir yazara daha kavuşacak.
İyi çalışmalar.
Ben de size teşekkür ederim okuyup yorumladığınız için.