Öykü

Deniz Kabuğu

Çenemin iyi laf yapabiliyor olması benim hatam değil, canlarım. Bilakis bu özelliğim iş hayatında çok işime yarıyor. Mücevher deyince akla kadın gelir, değil mi? Fakat, ne yazık ki, çoğu bayan onları sadece takmakla yetiniyor. İşin bir de ticari boyutu var. Farklı bir alem. Kurtların arasında ufak tefek bir kuzu olarak dimdik ayakta kalabilmemi elbette aklımın ve çenemin gücüne borçluyum.

Ancak; bir müşteriye bir şeyi satmaya çalışmak ayrı bir olay, depresyonun kıyısında tırnaklarını kemiren birini yatıştırmaya çalışmak ayrı bir olaydır. Sözüme güvenebilirsiniz canlarım, ikincisi daha tehlikelidir. Yaz göğünün altındaki göller misali durgun, uyumlu bir kadının alkarası gibi bir yaratığa dönüştüğünü görmek insanın içini ürpertir. Karşısında ters bir kelime etmeye gör, ciğerini söküp eline verir.

Bu sebepledir ki ne zaman Ezgi cephesinde savaş çıksa beni ön saflara sürmekten çekinmezler; başta Ezgi’nin nişanlısı olacak o paçoz.  Çünkü, iyi biliyorlardır ki, benim cephanem çok, zırhım sağlamdır. Değilse iddia ettikleri gibi kadınlara has anlayışımın, şefkatli ilgimin, özellikle sevecenliğimin durumla ilgisi olduğunu falan sanmıyorum. Çok çakallar çok!

Gerçi çakallıkları beş para etmez bende ki bu zoru seven tabiat olmasa. Kolay da pes etmem hani. Ettiğimi düşünen varsa, bu kendi hatasıdır. Misal, telefonlarıma bakmayarak benden kurtulacağını sanmak Ezgi’nin hatasıdır. Kapısının zilini eskitmem de hatasının sonucudur tabii.

Sanırım on ikinci ya da on üçüncü çalışımdı. Kapıyı zombi benzeri bir yaratık açtı. Şok oldum. Kükreyen bir aslan bekliyordum ben. Helvası yenmiş birini değil.  Ah, canlarım, böyle bir şey nasıl anlatılır bilemiyorum. Daha düne kadar ışıldayan gözleri ifadesiz noktalardan ibaretti. Teni solgun. Saç tellerinin her biri kendi alemindeydi. Üzerindeki kıyafetlere değinmiyorum bile, canlarım. Kaç gündür onları giydiğini sormaya cesaret edemedim.

Dile kolay, Ezgi’ yle altı yıllık bir dostluğumuz vardı. Böylesi dağıtmış olacağını ummuyordum. Ah, hayır, beklemediğimden değil. Sanatçıların sapıtma potansiyelini küçümsememek gerek. İçli, hassas insanlar tabii. Benimkisi düşündüğümden erken gelen fırtınaya hazırlıksız yakalanmak olmuştu. Ayaklarını sürüyerek ilerleyen zombiyi takip ederken iç çektim. Aklımın sesini dinlemediğime pişmandım; ekler pasta yerine browni almalıydım.

Neyse ki ekler pasta da üstüne düşeni layıkıyla yerine getirdi. Perdeleri sımsıkı kapalı odada ben daralmamaya çalışırken, Ezgi içindeki zehri kusmaya başlamıştı.

“Tıkandım,” diye patladı. “Aklıma çizecek en ufak bir şey gelmiyor.” Masanın üstündeki kağıtları hışımla kapıp bana doğru salladı. “Şunlara bak! Hepsi işe yaramaz, hepsi birbirinin aynı. Özgünlük yok, yaratıcılık yok! Hiçbiri beş para etmez.”

Koltuğa çöktü. Elinin sert bir hareketiyle dağınık saçını geriye attı. Gözlerinin altı morarmış, yanakları çökmüştü. Önce bir banyoya, sonra da güzel bir cilt bakımına ihtiyacı vardı.

Elimdeki kağıtlara şöyle bir baktım. Sarrafların vitrinlerinde ışıl ışıl parlayan mücevherlerin yaratılış sancılarını taşıyorlardı. Bence satılır parçalardı. Odadaki havasızlık oranını da hesaba katarsam, çok iyi bir iş çıkarmış desem yeriydi. Yine de aklımdakileri kendime sakladım. Çünkü, canlarım, Ezgi’nin duymak istediği bunlar değildi. Aslında söyledikleri bile gerçekten söylemek istedikleri değildi. Her projede ettiği laflardı bunlar. Daha derin bir sıkıntısı olduğunu kör sultan dahi görebilirdi. Etrafında ağır ağır dalgalanan bezginlik içinde yatan canavarın gölgesine benziyordu.

“Tatlım, hadi çıkıp biraz dolaşa…”

Cümlemin sonunu göremeden feri gitmiş gözlerinde şimşekler çaktı. Hemen ardından da gökgürültüsü geldi zaten.

“Dünkü çocuk değilim ben.”

“Ama yeterince toz toprak yutmuş da değilsin.”

“İş yaramaz Seher. Boşuna uğraşma. Bu seferki sıcak bir duşla ya da ufak bir geziyle atlatılabilecek bir şey değil.” Dudaklarını birbirine bastırdı. İç çekti. “Beni rahat bırak. Başka bir şey istemiyorum.”

Ah, canım benim! Bu sözlerle beni başından savabileceğine safça inanıyordu. Yanına oturup, sırtını sıvazladım.

“Derdini söylemeyen derman bulamazmış, bak.”

Omuz silkti. Kem etti, küm etti. Beni yıldıramadı. Bilse, ben ne egosu tavanlarda insancıklarla uğraşmıştım. Onunkisi yaz esintisiydi.

Işığa ihtiyacı olduğunun farkında, ancak karanlık dünyasındaki en ufak çatlağa tahammülsüzdü. Sığınağını parçalamak istemiyordu.

“İçimde tarif edemediğim bir sıkıntı var,” dedi sonunda titrek bir sesle. “Hem doluymuşum gibi hem bomboşmuşum gibi hissediyorum. Yarının dünden farkı yok. Bildiğim her şey anlamsız, sıkıcı. Anlatabiliyor muyum?”

Zavallım, oturduğu yerde daha da çöktü sanki. Bakıyor, ama görmüyordu. Benden, hatta kendinden çok uzakta bir yerde kaybolmaya başlamıştı.

Arabanın anahtarlarını çantamdan çıkarıp şangırdattım. “Kalk tatlım, kalk. Biz dolaşmaya gidelim. Senin olmasa da benim oksijene ihtiyacım var.”

Canın sıkıldığında denizin kenarına gidemiyorsan bir sahil şehrinde oturmanın manası yok. Deniz büyük, deniz engin. Şikayetsiz de. Ondan iyi dert ortağı bulacak değiliz ya. Ama yok, canlarım, insanoğluna hiçbir şey yaranamaz.

“Denizden hoşlanmıyorum,” dedi gözleri dalgın.

“Bunu şimdi mi söylüyorsun?” dedim sıkıntılı bir şaşkınlıkla. Eski köye yeni adet.

“Sorun değil. Bazen unuttuğun şeyleri hatırlaman gerekir.”

Kelimelerle beraber akan vurgu ise şöyle diyordu; Cümle bittikten sonra sen ‘neyi’ diye soracaksın.

Başımı eğip sessiz oyuna katıldım. “Neyi hatırladın, canım?”

Beni irkilterek küçük şen bir kahkaha attı. Oysa konuştuğunda sesi neşenin zerresinden yoksundu. “Denizkızlarının sesini.”

Cevabını sakinlikle karşıladım. “Sonunda inceldiği yerden kopacağı belliydi.” Kadere teslim boynumu büktüm. “Yavaş yavaş keçileri kaçırıyor olduğunun farkındaydım zaten.”

Alaycılık olanca kudretiyle solgun yüzünün hatlarında gezindi. “Yani denizkızı diye bir şey yoktur diyorsun. Öyle mi?”

Çenemi kaldırıp, kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Ağır gel, şekerim. Apaçık bana saldırıyorsun.”

Gözlerini kıstı. “Denizkızı diye bir şey yoktur, dedin. Göremiyor olmamız var olmadıkları anlamına gelmez.”

“Modası geçmiş yaklaşımlarla beni kışkırtacağını umma.” Sarı kumun üstüne çöktüm. Ben bağdaş kurarken o da yanıma oturdu.

“Bak, şu denize bak!” dedi hararetle. “Ne görüyorsun? Durgun bir mavilik. Kendi halinde, soğuk, umursamaz. Oysa Sinbad’ın denizi öyle mi? Birbirini ardına yollar canavarlarını. Kendisini unutmana asla izin vermez. En önemlisi şöyle demek ister; senin farkındayım. Kaptan Nemo’nun denizi de ondan geri kalmaz. İçinin dehşetli güzelliğini gözümüzün önüne serer. Ondan korkar, yine de hayran oluruz. Hatta onun bir parçası olmak isteriz. Ya Atlantis? Denizaltındaki efsanevi şehrin basamaklarında kim yürümek istemez ki? Denizkızlarının şarkılarını kim dinlemek istemez? Ben ölesiye isterdim. Denize her girdiğimde denizin soluk yeşilinin arasından sıradanlığı parçalayacak bir şeyin fırlamasını beklerdim.”

Kaybeden birinin teslimiyetçi tebessümü yerleşti dudaklarına. “Çocukluk işte. Bugün bunların asla gerçek olmayacağının farkındayım. Bizler, sıkıcı dünyanın içinde sıkışıp kalmış oyuncaklarız.”

Gözlerimi kapayıp, usulca başımı salladım. Daha önce de belirtiğim gibi canlarım, sanatçı ruhların çizgiden çıkma kapasitelerini küçümsememek gerek. Denizanası dese, ahtapot dese anlarım. Denizaltı bile olur yani. Ama denizkızı da nedir Allah aşkına! Nasıl bir beyin, denize girdiğinde denizkızıyla karşılaşacağını düşünebilir? Anlamak zor. Diğer taraftan üzücü bir yanı da var. Merak ettim hani; Bir deniz canavarıyla boğuşmayı isteyecek kadar nasıl bir çocukluk yaşamıştı acaba?

Derin bir nefes aldım. Engin mavinin nemli, tuzlu havası ciğerlerime doldu. Onu bir süre içimde tuttum, bazı şeyleri her şeye rağmen içimizde tutmamız gerektiği gibi. Yapabildiğimce tutum. Sonra, ciğerlerim isyan etmeye başlayınca yavaşça nefesimi verdim. Söyleyecek olduğum şeyi söylemenin kolay bir yolu yoktu.

“Bak tatlım, Sinbad’ ın gemisinde olsan ilk öleceklerden biri sen olurdun. Güçlü kuvvetli olamayacak kadar cılızsın. Kaptan Nemo’ nun denizaltını nasıl hayal ettin, şaşırıyorum sana. Bir kere ruhun daralır senin orda, duramazsın. Daha geniş düşünelim hadi. Bir şatoda prensesler vardır, doğru. Prenseslerden çok köleler vardır, bu da başka bir doğru. Birazcık şanslı olduğunu varsayalım…”

“Anladık,” dedi öfkeyle gözlerini kısarak. “Bahsettiğin o diyarlarda olsak kurda kuşa yem olurdun, demeye getiriyorsun.”

“Büyük ihtimalle, canım. Şansın yok demiyorum tabii. Herkesin hasbelkader bir şansı olu…”

“Kızmıyorum ki sana,”  diyerek ikinci kez lafı ağzıma tıktı. “Bugüne kadar beni kim anladı ki sen anlayacaksın.”

Bir klasik söz daha. Depresyon bu kızın yaratıcılığını baltalamıyor, resmen katlediyordu.

“Anlamayan sensin tatlım,” dedim gücendiğimi belli etmemeye çalışarak. “Duymasak bile denizkızları vardır, diyelim. Hatta karşımızdaki şu denizin altında koca bir şehir yükseliyordur. Sinbad açıklarda bir yerde denizin yavrularından biriyle boğuşuyordur. Belki ben tek bir hareketimle koca bir kayayı kaldırabiliyorumdur ve sen yarın uyandığında kendini bir böcek olarak bulacaksındır.

“Bunlar önemli değil.

“Önemli olan, önümüzdeki haftaya kadar senin yeni koleksiyonu bitirmiş olman. Önemli olan, benim müşterilerin karşısına söz verdiğim ürünlerle çıkmış olmam. Önemli olan, karnımızı hala doyurabiliyor olmamız. Aksi halde o canavarlarla benim aramda en ufak bir fark kalmaz. Şimdi anlıyor musun, şekerim?”

Gözlerini kırpıştırdı. “Pes,” dedi kızgınca. Kara bakışlarının ardında alevler yanmaya başlamıştı. “Seninle arkadaşlığımızı ciddi bir biçimde sorguluyorum, haberin olsun.”

“Niye tatlım? Bak, böyle zor zamanlarında yanındayım ya.”

“Hadi be!”

“Tamam, sana iyi para kazandırıyorum.”

“Daha neler!”

“Bunu, doğru söylüyorsun, olarak kabul ediyorum.”

“Alakası yok,” dedi ayağa kalkarken.

“Nereye?”

Başıyla biraz uzaktaki sahil restoranlarından birini gösterdi. “Gidip içecek bir şeyler alacağım.”

“Alkollü olmasın.”

Gözlerini belerte belerte baktı bana. “Özellikle alkollü alacağım.”

“İçince sapıtıyorsun ama. Hayır, daha kötüsü şarkı söylemeye başlıyorsun. Biri çekip vuracak, sonra uğraş dur.”

“Sen kendine bak!” dedi sertçe. Kumlara bata çıka yürümese artistimin gidişi de havalı olurdu hani.

Uzaklaşmasını gülümseyerek izledim. Kaçsındı bakalım. Son kozumu daha oynamamıştım.

Benden tarafa bakmayacağına kanaat getirdiğimde, çaktırmamaya da çalışarak, sağa sola göz attım. Sinsi bir yaramazlık yapacaksa insan yalnızlığından emin olmalı, değil mi canlarım? Bacaklarımın arasındaki kuma avuçlarımı dayadım. Gözlerimi kapatıp, birkaç saniye konsantre oldum. Parmaklarımdan kuma akan gücümün yayılışını hissettim. Bu hissi hep sevmişimdir.

Gözlerimi açıp, ellerimi yavaşça kaldırdığımda kumun üzerinde minik minik oyuklar oluşmaya başladı. İki düzineden fazla deniz kabuğu üstlerinden kumu silkeleyerek yüzeyde belirdi.

Yapmam gereken son bir şeyle tüm silahlarımı kuşanmış olacaktım. Cep telefonumu çıkardım. İnternete bağlanıp, aradığım resimleri buldum. Ve hazırdım.

Elinde meyve sularıyla geri geldiğinde suratından düşen bin parçaydı. Aynı zamanda gardını almış ve saldırmaya hazır.

Avcumdaki kabuklara baktı. Canım benim, bana ters gidecek ya içi gitse de tek kelime etmedi.

Kabuklardan birini alıp, ona gösterdim. Kemik kadar sert, oval, beyaz bir şeydi.

“Denizkızlarından çok önce, insanlardan bile önce, hatta dünyanın şimdikinden daha sıkıcı olduğu zamanlarda bu kabuklar mucizeydiler, tatlım. İçlerinde ‘yaşam’ denen şeyi barındırıyorlardı; tüm mucizelerin kaynağını.

“Biz insanlar, diğer türlerden bir şeyi yapabildiğimiz için daha güçlü kılındık. Mucizeye şekil verebiliyorduk. Ne yazık ki bazılarımız bunun farkında olamayacak kadar saftı. Tüm hayatını elindeki kabuğun ne denli basit olduğunu düşünerek geçirdi. Atsan atılmaz, satsan satılmazdı. Bazılarımız elindeki kabuğun basitliğini biliyordu, ancak o kabuk mucizelerin özüydü. Ne kadar basit olursa olsun bir kenara atılmayı hak etmiyordu. Yine de böyle düşünmekten öteye gidemediler. Az bir kısım ama fark ederek ama farkında olmayarak kendilerine bahşedilen yeteneği kullanmayı bildiler.”

Cep telefonun ekranını ona çevirdim. Deniz kabuklarından yapılmış değişik süs eşyalarının resimlerine hayretle bakmasını izledim. Mumluklar, takılar, çerçeveler, çeşit çeşit biblolar ve daha neler neler.

“Denizkızları kadar havalı değiller, biliyorum canım. Fakat insan onlara bakınca hayranlık duymadan edemiyor, değil mi?”

Kabukları kucağına bıraktım. Yüzümde meydan okuyan, hınzır bir gülümseme vardı. Yeterdi. O mesajı almıştı.

Şah ve mat.

Evet, canlarım. İşte bir savaştan daha alnımın akıyla çıkmıştım. Zarif bir madalyam dahi oldu; altından küçük bir deniz kabuğu.

Deniz Kabuğu” için 5 Yorum Var

  1. Selamlar. Çok güzel bir hikayeydi doğrusu, keyifle okudum. Aralara sepiştirdiğiniz görseller de hikayeyi tamamlamak açısından gayet yardımcı olmuş. Ellerinize ve kaleminize sağlık.

  2. Bişeylerin suyunu çıkarmadan da temanın takip edilebileceğini göstermesi açısından hoş bir hikaye. Üslup hikayenin en dikkat çekici tarafı. Tebrikler.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *