Öykü

Hiç kimse, Uzaklardan Gelen Yabancı

Yaşlı adamı, iyice uzaklaşasıya, gölgelere karışıncaya kadar izledi. Kafası hala karışıktı, üstelik uzun zamandır yaşamıştı bu kararsızlığı. Dağda bayırda gezip av peşinde koşarken veya kulübesinin önündeki divanda otururken kafası hep bu konuyla meşguldü. Kendisine bir görev daha düşeceğini biliyordu. Konu o göreve gidip gitmeme konusuydu. Zihni, ne işim var oralarda demişti. İşime gücüme bakarım, avlarımı avlar, kulübesinin sırtını dayadığı bu dağlarda uzun süren gezmelere çıkarım diyordu. Önceden yaşadıklarını hatırladı,ölüm tehlikesi atlatmıştı defalarca. Peki buna, rahatımı bozmaya değer miydi? Ayrıca içinde yaşadığı şu kulübe de eski bilgelerden ve eski maceracılardan sayısız eser vardı. Onları okurum ve bol bol düşünürüm diyordu. Bir ara yanına gelen misafirine de bunlardan bahsetmeyi düşünmüştü. Ama işler istediği gibi gitmemiş, Rahibi üzmemek için kafasından geçenleri söylememişti. Şimdi ayak üzeri kendisinden gitgide uzaklaşan adamı gözden kaybetmeden bir karara varmalıydı. Evet, varları çoktu ama diğer yandan eksiklikleri de vardı; tanınmak, takdir görmek ve sevilmek istiyordu. Kahramanlıklarının herkesçe bilinmesini istiyordu. Kahramanlılarının payıtahta öykü meydanında anlatılmasını, insanların yiğitliklerini ağzı açık dinlemelerini istiyordu. Yaşadıklarının, kahramanlar duvarında, kıskanılarak okunmasını diliyordu. Herkesten çok, kendisinin aşık olduğu kız tarafından sevilmeyi takdir edilmeyi istiyordu. Kendisine ejderha kanadından elbise yapıp gönderen sevgilinin ne beklediği belliydi. Sanki uzayan gölgelerin arasından bir gölge kendisine el sallamıştı. Ani bir dönüşle kulübeye girdi. Kararsızlığı sona ermişti. Ve hemen, hiç zaman kaybetmeden yola çıkacaktı. Kendisine yelek gönderen kıza bir armağanla dönmeliydi. Belki o zaman evlenme teklifinde bulunabilirdi.

İki günlük tempolu bir yürüyüşten sonra varmıştı Büyüksu sahiline. Geceleri birkaç saat uyumuş, sürekli yürümüştü. Hep AfSa’nın sağ kıyısını izlemişti. Yola çıktığında karanlık çöküyordu ama batan güneşin ardından yükselen ay yolunu aydınlatmıştı. Yol boyu bazen köylülere bazen kasabalılara rastlamış selamlaşmışlardı. İkinci günün akşamına doğru ırmak ağzı iyice genişlemişti. Karşı sahilde yürüyen biri görünmeyecek kadar iki sahilin arası açılmıştı. Üstelik gittikçe daha da uzaklaşıyordu sahil birbirinden. İşte o zamanlarda suyun üzerinde yüzen tekneleri görmeye başlamıştı. Karlı dağlarda başlayan AfSa nın yolculuğunun nerede bittiği belli değildi. Bir an önce görevini tamamlamak kendisini ne bekliyorsa yüzleşmek istiyordu. Bacakları iyice yorulsa da dinlenebilmek için birkaç fersah daha yürümesi gerektiğini biliyordu.

Yürüdüğü yolun bittiğini, suların her yeri kaplamış gibi olduğunu görmesi için iki saat daha yürümesi gerekiyordu. Sol tarafında, yarım fersah ötede bir sahil vardı, karşısında gözünün ulaştığı her yerde su vardı. Beyaz köpüklerle çırpınan, dalgalanan, kabaran ve taşmak istermiş gibi sahile vuran su. Tabanlarının teptiği arazi düzelmiş, yol halini almıştı. Birkaç saattir tek tük gördüğü tekneler ırmağın Büyüksuya karıştığı bu yerlerde iyice çoğalmıştı. Sağda, kara tarafındaysa irili ufaklı evler belirmişti. İzlediği, taş döşenmiş yol, geniş bir kavisle dönüyordu. Yolu bıraktı ve kıyıya doğru yürüdü. Nemli kumları aştı. Birkaç metre ötesinde her dalgaya ayaklarını dibine kadar gelen ve sonra mahcup olmuş gibi geri çekilen suları izledi bir zaman. Büyüksu hoşuna gitmişti. Dalgaların sesleri yorgunluğunu hatırlatan bir uyku hali yaratıyordu bedeninde. Tekrar yola döndü.

Suların, kara içerisine girdiği doğal bir limanın etrafında sıralanmıştı kulübeler. Tekneler rüzgarları kesen ve insanlar tarafından dizildiği her halinden belli olan kayaların arasında, sakin duran sularda uyur gibi salınıyorlardı. Karadan uzanan tahta iskelenin üzerindeki kancalara bağlanmıştı çoğu. Aralarında dev sayılabilecek büyüklükte olanlarına rağmen çoğu bir ya da iki kişinin anca sığabileceği kadar küçüktü sandalların. Konutlarınsa bazıları hana çevrilmişti bazıları da bara veya lokantaya. Yola çıktığı iki gün öncesinden beri ağzına sıcak bir lokma girmemişti. Lokantalardan birine yaklaştı. Önce iyi bir yemek yemeli ardından da ağrıyan sırtını rahat bir döşeğe sermeliydi. Ondan sonra ne yapacağını düşünebilirdi.

Beklediği yemek, masasında gelmişti ayağına. İri sayılmazdı ama güçlü ve kararlı bir görünüşü vardı. Uzun saçları, kemikli oval yüzü ve hafif çıkık elmacık kemikleri saygı uyandıran bir hava oluşturuyordu çevresinde. Kuytuya, içerinin karanlığını aydınlatmak için yakılan kandillerden uzak bir masaya oturmuştu. Önce sıcak bir çorba ardından yemeğini söylemişti. Günlerdir yamaçtaki kulübesinde kızarmış, haşlanmış et yediği için sebze yemeği söylemişti. Hancı kendisine bakıp bıyık altından gülümsemişti. Yemek sonrasında, keyifle birasını içerken yanına iri yarı iki adam gelmişti. İkisinin de teni güneşten yanmış, bronz rengini almıştı. Loş ışık altında iyice esmer görünüyorlardı. Oturmak için izin istediler. Hiçkimse, aradığı maceranın kendisini bulmuş olabileceğini düşünerek buyur etti adamları. Hancıdan birasını tazelemesini ve konuklarına da konyak getirmesini söyledi.

Daha yaşlıca olanı “benim adım Ra-Ca dedi. Eliyle iyice karanlığa gömülmüş sahili göstererek “Şu açıklarda salınan Deniz Kuzgun’un da tayfayız. Diğeri

“Körfezdeki en güzel yelkenlidir Deniz Kuzgunu” dedi. İlk konuşan “Bu da ikinci kaptan “Fa-Ta”. Hancı yamağının getirdiği testiden maşrapalarına konyaklarını döktüler. İki adam lafı uzatmadan durumlarını anlattı. “Geldiğinden beridir seni izliyoruz. Yabancı olduğun o kadar belli ki nereden geliyorsun” dedi. Diğeri “Kimlerdensin” diye ekledi. Hiçkimse adamlara şöyle bir baktı. Güvenilir tipler değillerdi. Hikayesini biraz değiştirerek, “Uzaklardan, buradan iki günlük yoldan geliyorum, kısmetimi arıyorum” Adamlar birbirlerine bakıp gülümsediler

“Hadi yine iyisin, bizlere tayfa lazım” dedi biri. “Sabaha karşı yola çıkacağız. Bu aralar balık az bulunuyor, bu yüzden de iyi para ediyor. Sahilden uzağa açılacağız.

“Neden balık bulamıyorsunuz. Engin sularda balık mı kalmadı” dediğinde adamlar birbirine baktılar. “Derinlerde bir yerlerde bir canavar yaşadığı söyleniyor. Kocaman, kanat gibi yüzgeçleri olan bir yaratık, söylentilere göre diğer balıkları meze yapıyor ve insan etiyle besleniyormuş” Son cümle dudaklarda dökülürken iki tayfa da Hiçkimseye bakıyordu. Nasıl bir tepki vereceğini merak ediyor gibiydiler.

“Arkadaşı korkutmayalım. Belki bu masallara inanırda bizimle gelmekten vazgeçer” dedi Ra-Ca. Diğeri cesaret vermek için “Karşındaki yiğidi çocuk mu sandın yoksa” dedi. Kahkahaları hanın lokantasını inletmişti. Hiçkimse, rahat bir döşek bulmayı hayal ederken, kendisini çağıran kaderini dinlemeye karar vermişti. Adamlar işlerini sağlama almak, şansa bırakmak istemiyor gibiydiler.

“Günlük bir altın lira alacaksın ve tutulan balıktan pay” dedi. Diğeri “Kaptanımız tayfalarına karşı cömerttir diye ekledi. Yerlerinden doğruldular. “Birkaç saat uyuyayım sabaha karşı gelirim” Daha genç olan Ra-Ca Hiçkimse’nin koluna girdi “Bizim yumuşak döşeklerimiz yok ama sağlam hamaklarımız var” dedi. İki kuvvetli kol kahramanımızın koluna girdi. “Günlüğü bir altın lira” dedi Fa-ta adamın sağından. “En sahicisinden” dedi. “Tutulan balıktan pay” dedi diğerine bakarak” “Hasılatın yarısı Deniz Şahininin, diğer yarısı tayfaların” dedi soldan. Adam kendini kavrayan iki koldan silkelenerek kurtuldu “İzin verin sırt çantamı alayım” dedi. iki adam belli etmemeğe çalışsalarda için için seviniyorlardı. Adam kaptanın tarifine uyuyordu, Öyleyse kelle ödülünü alacaklardı, yok değilse kendilerine güçlü bir köle bulmuşlardı. İkinci kaptan hesabı seve seve ödedi.

Sahile çekilmiş filikayla açıkta demirleyen yelkenliye gittiler. Kaptan kendilerini karşıladı. Yüzü gülüyordu. Hiçkimse, iki gündür doğru dürüst uyumamıştı. Yorgun bedeni, kendine gösterilen hamakta biraz olsun rahata erdi. Uyandığında üzerinde bir ağırlık hissetti. Kıpırdanamıyordu. Başını yattığı yerden hafifçe doğrultunca sucuk gibi bağlandığını gördü. O kadar derin uyuduğu içinkendine lanet etti. Ama biraz düşünüce tekneye çıktığında kendilerini karşılayan keçi sakallı kaptanın elinde tasla beklediğini hatırladı. O içtiği biranın tadındaki garipliği şimdi anlıyordu. Ayaklarını yere vurdu. Ses ahşap zeminde yankılandı. Bir dakika geçmeden açılan kapıda belirdi kaptan ve iki tayfası. “Yakışıklı” dedi kısa boylu olan “senin geleceğinin söylemişlerdi” “Kim” dedi yattığı yerden adam” ne yapacan kim olduğunu” Daha önce kendisine zarar verdiğin biri olabilir” dedi diğeri. Kapıda dikelen adamlara bakmak için zorluyordu kendisini. “Birilerinin canını yakmışsın ve onun tanıdıkları senin canını istiyor” dedi. “Kim” dedi tekrar adam yattığı yerden. İşte o zaman kapı aralığında gölge belirdi. Sağ elini kaldırdığında dışarının ışıltısında parıldadı bilekten sonrasını kaplayan çelik kanca. “general” dedi fısıldar gibi.

“Dostlarım seni almaya geldiler. Önce elimin sonra o yavrunun ve anasının bedelini ödeyeceksin” dedi. Demek Kuzgun kral ölmemişti. Mağarada hayatta kalmış ve dışarı çıkabilmişti. Ve çevresine kendi gibi adamları tekrar toplayabilmişti. “Dışarı güverteye çıkarın” dedi general sert bir ses tonuyla. O zaman iki adam öne iki adam arkaya geçti. Hiçkimse uzun ve geniş bir tahtaya bağlandığını fark etti. Güvertenin ıslak zemininde parıldayan güneş bir anda gözlerini kamaştırdı. Yelkenler öylece kalakalmıştı, tekne kıpırdamadan duruyordu zemine çakılmış gibi. Birkaç saniye sonrasındaysa bir kurban töreninin içinde olduğunu hatta kurban olarak başrolü oynadığını anlamıştı. Hayatının sonuna geldiğini düşünüyordu. Korkuyor muydu, hayır yaşadığı bir korku değildi ama yok olmak düşüncesi kendisini rahatsız ediyordu. Şöyle bir kıpırdandı, bağlar sımsıkı bütün bedenini sarıyordu. Kurtulması neredeyse imkansızdı. Çevresini saran ve sürekli bağıran naralar atan adamlardan da bir fayda bekleyemezdi. Gözlerini kapattı. O zaman bir ses dua eden bir ses duydu. Tören başlamıştı.

Birkaç dakika sonrasında yerden yükseldi. Üzerine damlayan sıvıları fark ettiğinde tanıdık bir koku almıştı. Damlalardan bir yüzüne burnunun ucuna düşünce bunun kan olduğunu anladı. O aramak için buralara geldiği yaratığa kurban edilecekti. Yüzünün kenarında soğuk bir şey hissetti. Bu Generalin kopan elinin yerine taktığı kancaydı. Söz sırası Kuzgun krala gelmişti.

“Sevin ey gafil” dedi yüksek bir sesle. Bunca insanın avlarını kaçıran, denizlere musallat olan Yüce efendimize kurban edileceksin” dedi. Şimdi yaşlı adamı görebiliyordu. Adam sözleri etkili olsun diye kurbanın çevresinde dönüyordu. O öldürdüğün ejderin bir benzeri seni bekliyor. Eğer biz seni ona gönderirsek öfkesi dinecek, o zaman buralardan, geldiği yere uzak batı sahillerine dönecek” dedi. Bunlar bizlerden daha önce bu yerlerde yaşayanlardan son kalanlar. Bizler sefil hayatlarımızla onları rahatsız ettik. Varlığımızla onların dünyalarını kirlettik. İşte bu yüzden bizlere düşman oldular. Ve şimdi aramızdan seçtiği kimselerle bizleri yönetmek istiyorlar. Ve daha önemlisi İntikam istiyorlar.” Dedi. Sözlerini bitirince güverteyi dolduran vahşiler bağırışmaya başladılar. Tepiniyorlar tempoyla uzaklara mesaj gönderiyorlardı. General ellerini kaldırdı. “Henüz değil” dedi. O kimi alacağını iyi biliyor. Ama yine de kendisine verdiğimiz armağandan sonra uzaklaşalım, uzaklaşalım da hiddeti bizlere bulaşmasın” dedi. Kalın botların çizmelerin sesi durdu.

Daha önce yaptım ve bir kere daha yapacağım, Efendinizi geldiği yere göndereceğim. Öncekinin mezarı mağaranın dibindeydi bunu ise derinlere karanlık sulara gömeceğim” dedi. “Sus köpek, çok ileri gittin. Kendisini gemiye davet eden ikinci kaptan söylemişti bu sözleri. Belinden bıcağını sıyırdı “Senin dilini keseyim de gör” dedi. Bir iki adımda adamın yanına yaklaştı. Keskin çeliğin ucu yüzüne değmişti ki generalin eli bıcak tutan bileği yakaladı. “O zaman yalvarmaları duyamayız değil mi?” dedi. Ve tekrar dua sesleri duyuldu. Ve tekrar yerden yükseldi. Bu defa omuz hizasına geldi. Adam derin bir nefes aldı, iki gün önce rahibin kendisine öğrettiklerini anımsadı. Önce karnına doğru sonra ciğerlerini doldurarak nefes aldı. Verdi. Bir kere daha çevresinde yaptıklarını korkudan olduğunu düşünenler kahkahalarla gülüyorlardı. Rahibin “amen” dediğini duyduğunda son bir defa diğerlerinden daha güçlü bir şekilde soluğunu aldı. Göz açıp kapamadan kendisini soğuk sularda buldu.

Bir iki saniye suyun üzerinde kaldı, direndi bağlandığı düz tahta suyun çekimine. Bağlandığı enli ahşap, taş gibi dibe gitmesine engeldi. Sonra doğa galip geldi, ağır ağır sulara gömülmeye başladı. Rahip küpeşteye dayanmış üzerine kan serpmeye devam ediyordu. Bordadan dışarı çıkan küreklerde tekneyi rüzgara gerek duymadan güvenli mesafeye götürüyordu. Bir dakika sonrasındaysa dibi bulmuştu. Mavi sular laciverde, lacivert siyaha dönüşürken aklından, hayatını birleştirmek istediği, bir ömrü birlikte geçirmek istediği o güzel kızı bir daha göremeyeceği geçiyordu. Belki de ciddi anlamda üzüldüğü tek nokta buydu. Derine indikçe dipteki kocaman gölgeyi fark etti. Belki kırk adım uzunluğunda devasa bir gölgeydi ve kendisi bu gölgeye doğru yol alıyordu. Dibe indiğinde birkaç kulaç ötesindeki gölgenin işlenmiş gibi pürüzsüz bir yüzeye sahip, ince uzun bir balık şeklini andıran, dev bir kaya olduğunu anlamıştı. Başka zaman olsa merakını yenmek ve zebella gibi şeyin bu ne olduğunu bilmek isterdi, şimdiyse daha önemli sorunları vardı.

Önce ciğerlerine ağrı girdi. Üzerindeki kulaçlarca uzanan suyun ağırlığını an be an hissediyordu. Kalbi hızla atmaya başlamıştı. Göğüs kafesinden çıkmak suyun üzerinde rahatlıkla nefes almak istiyor gibiydi. Gözleri yanmaya başlamıştı. Çevresini saran kara ölüm, ciğerlerini patlatmak için zorluyordu kendisini. Hücreleri oksijen istiyordu ama o oksijen çok yukarılarda kalmıştı. Ölümden korkmuyordu az öncesine kadar ama şimdi ölüm meleğinin kendisini almasını ve bu acıya bir son vermesini dilemeye başlamıştı. Ölümü gökyüzünün sonsuzluğuna bir yolculuk olarak hayal ediyordu ama şimdi gerçek hiçte öyle değildi. Yıllar gibi geçen her saniye, o beklediği sona yaklaştıracağına, ızdırap içinde sürünmesine neden oluyordu. Ötelerden, derinliklerden koca bir gölge yaklaşmaya başladı. Azraili yaklaşıyordu. Kendisine gönderileni yemeden önce keyfini sürmek için acele etmeden ağır ağır yaklaşıyordu. Kanatları yüzgeçe dönüşmüş iri bir gövdenin üzerinde uzun bir boyun ve boyunun ucunda da iğrenç bir baş vardı. Bir ses duydu yanı başından, kafasını çevirdi. Birden, o beklediği meleğin yanı başında olduğunu gördü. Tek fark gökyüzündeki türdeşlerinin aksine uçarak değil mucize gibi aniden belirivermişti. Suları, korkunç bir ses, yardı adeta. En son gördüğüyse bedenini bağlayan ipleri kesen varlığın buz mavisi gözleri oldu. Sonrasını anımsamıyordu.

“Neredeyim ben” oldu ilk sözü. Dar uzun bir koridorda yatıyordu. Nefes alıp vermesi yavaş yavaş düzeliyordu ama boğazındaki yanık nefes almasını ve konuşmasını güçleştiriyordu. Zorlukla nefes alarak kısık bir sesle tekrar sordu. “neredeyim, Bilgelerin sözünü ettiği o cennete değilim herhalde. Karşısında zayıf uzun boylu biri duruyordu. Gözleri gözlerine takılınca son hatırladığı buz mavisi renk aklına geldi. Bu kendisini kurtaran olmalıydı ama bir melek olmadığı belliydi. Kanatları yoktu ve kendisi gibi bir insandı.

“Ben çok uzaklardan gelen bir dostum” dedi. Hiçkimse o zaman adamın yaralı olduğunu gördü. Kafası sargılar içindeydi ve kan yer yer sargıların üzerine çıkmıştı. Neler olduğunu anlamıyordu henüz ama bu kişinin iyi bir kişi olduğunu ve bulunduğu yerin dost bir yer olduğunu biliyordu. Daha sakin bir sesle sordu. “Neredeyim ben” Su altında gidebilen bir araçtasın. Sonraları çok sonraları yanına düştüğü ve kaya sandığı nesnenin içinde olduğunu anlayacaktı. Adam ağır hareketlerle Hiçkimsenin yerden kalkmasına yardımcı olmak üzereyken içinde bulundukları nesne ani bir darbeyle sarsıldı. Kendisine yardım etmeye çalışan yaralı adam neredeyse yere yuvarlanacaktı. Uzayıp giden koridorun duvarlarına tutundu. “Konuşmaya vakit yok acele etmeliyiz” dedi. Artık soluğu iyice düzelmiş olan misafirine yardım etti. Ve koridor boyunce yürümeye başladılar.

Duvarların üzerindeki birer kulaç aralıklarla dizilmiş küçük noktalardan yayılan ışık tüm koridoru rahatsızlık vermeyecek şekilde aydınlatıyordu. Ayağa kalktığın üzerlerinin yamyaş olduğunu fark etti Hiçkimse. Birkaç saniye içinde koridoru geçip daha aydınlık ve daha geniş bir odaya vardılar. Odanın ucunda iki koltuk vardı. Sol taraftaki koltuktan sarkan bir el hareketsizce duruyordu. Adam koltuğa yaklaşıp, sanki uyuyormuş ta uyandırmak istemiyormuş gib koltukta baygın duran birini kucakladı. Odanın diğer yanındaki daha alçak bir yere yatırdı. Hiçkimse adamın baygın veya ağır yaralı olduğunu düşündü.

“Bu benim görev arkadaşım Mi-Lo dedi. Binlerce fersah uzaklardan bu canavarı yakalamak için geldik.” Yürüdü, koltuklardan solda olana oturdu ve sudan çıkardığı adama diğer koltuğa oturmasını işaret etti. Bir yandan konuşuyor diğer yandan da eliyle önünde duran düğmelere basıyordu. Önlerinde ve karşılarında ışıklar yanıp sönmeye başlamıştı. Hafif bir vınlama duyuldu. Bir darbe daha geldi, sarsıldılar, bu defaki öncekinden daha kuvvetliydi. Hiçkimse, şaşkın bir halde kendisini kurtaran adamı izliyordu. Adam hemen sağındaki kola asılınca önlerinde bir pencere açıldı. İşte o zaman koyu karanlık sular önlerinde belirdi. Korkuyla geri çekildi kahramanımız o zaman yabancı bir kahkaha attı. Bu tepkiyi bekliyordu ama ortaya çıkan manzaranın konuğunu bu kadar korkutacağını ummamıştı. “Bu bir Denizaltı” dedi. İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız sulara da sizler Büyüksu,bizler Deniz diyoruz dedi. Bir düğmeye daha basınca karanlıklar aydınlandı. Güçlü lambalar önlerinde aydınlık bir saha yaratmıştı.

Canavar tekrar çarpmak için geliyordu. Işıklar, kendisini iyice kızdırmıştı. Avını, lokmasını elinden alan cüce yaratık bu koca kayanın içine girmişti. Bir kere daha çarptı tüm ağırlığıyla.

Son darbeyi de atlattılar ve ardından koca kaya hareket etmeye başladı. Önce oturduğu yerden kalktı denizaltı, ardından ileri doğru fırladı. Oradan uzaklaşmaya çalıştığı belli oluyordu. İki adamı yaralayan çarpışmaların daha önceden olduğu belli oluyordu. Dev bir yılan gibi süzülen deniz ejderi kaybettiği avını geri almaya çalışıyordu. “Bu canavarlar benim ülkemde bizlere çok çektirdiler. Halkıma zulüm ettiler. Bizler, zamanla onları yenmeyi öğrendik. Başka çareleri kalmayınca bir kaç tanesi kaçtı. Mi-Lo ve ben kaçakları yakalamak ve öldürmek için görevliyiz. Hiçkimse’nin aklına önceki macerada öldürdükleri diğer ejder gelmişti. İçlerinde oldukları makine gittikçe hızlanıyordu ama kaçmak için yeterli değildi. Bir darbe daha geldi. Ardından bir tane daha ve bir tane daha geldi. Gücünü kaybetmiş araç yavaşladı ve durdu. Yaşlı ve yorgun bir balık gibi tekrar dibe oturdu.

Bu araç fazla dayanmayacak” dedi, yaralı yabancı. Anlaşılan görev arkadaşım gibi bende öleceğim” Hiçkimse, yarım saat önce ölümle yüz yüzeydi sonra kılpayı kala hayata dönmüştü. Dönmüştü ama ölüm meleği çevrelerinde dolanmaya kendilerini parçalamaya devam ediyordu. “Peki yapılabilecek bir şey yok mu? Dedi ümitsizce. Kurtarıcısına borcu vardı, ödemeliydi. Her darbe çevresindeki duvarların yamulmasına tavanın çökmesine neden oluyordu. Geminin bazı ek yerlerinden sular sızmaya başlamıştı. Yabancı bir an durdu ve düşündükten sonra “Bir yol var, var ama çok zor” Hiçkimse, gülümsedi acı acı. Birkaç hafta önce sizin vatandaşlardan birini öldürdüm. Çelik kılıcım göğüs kafesinin altındaki kalbini deldi. Yumurtasından çıkmaya çalışan bir diğerini doğradım. Mağara mezarları oldu.” Yabancı kurtardığı adamın boş biri olmadığını anlamıştı. İçeri koridora koştu. Dışardan belli olmayan ancak dikkatli bakanların fark edebileceği dolaplardan birini açtı. İçinden çıkan giysileri adama giydirmeye başladı. O zaman Hiçkimse dışarıda canavarla bir kere daha kapışacağını anlamıştı.

Giysileri giydiğinde bir balık gibi olmuştu. Üzerinde pulları andıran deseni olan yeşil ve kahverengi tonlarında, dalgalı boyanmış ve tüm vücudunu sımsıkı kaplayan bir elbiseydi. Belinde deağırlığı dengeleyen bir kemer ve kemere takılan keskin kılıcı takılıydı. Tabii ki kahramanımız yavuklusunun verdiği yeleği içine giymeyi unutmamıştı. En garibi ise giydiği ayakkabılardı. Dizlerinin altından çizme gibi başlayan, balık kuyruğunu andıran geniş tabanla biten ayakkabılardı. Çizmesinin içine küçük kamasını koymayı da unutmadı. Adam onu küçük bir odaya koydu ve arkasından kapıyı kapattı. İçeri girdikten sonra ayaklarının dibindeki deliklerden sular dolmaya başladı. Bir dakikadan az süre içerisinde küçük oda tamamen suyla dolmuştu. Ardından da önünde başka bir kapı açıldı. Yabancının deniz dediği Büyüksu tüm enginliğiyle önündeydi.

Denizaltının dibe çöküp durduğu yer kayalıktı. Savaşmak için sırtını kayalara vermeyi uygun buldu. Yüzerek geri çekildi. İçinden çıktığı araç biraz gerisinde kalmıştı. Birden olduğu yerin aydınlandığını gördü. Işıklar içinde orta yerde kalmıştı. Yabancı bunu dikkatini çekmek için yapmıştı.

Hiçkimse, suyun içinde bu kadar rahat nefes alacağını hiç ummazdı. Yabancının ağzına yerleştirdiği lokma iriliğindeki porselen, bir hortumla sırtındaki minik tüpe bağlıydı. “Yarım saat seni idare eder” Hiçkimseyi demişti odaya sokarken. Evet, yarım saat yeterdi ya ejderhaya yem olmasına veya listesine bir tane daha eklemesine.

Işığı gören dev yılan, kaçırdığı avın kendisine tekrar geldiğini görünce kayalıklara doğru yöneldi. Kanatları, suyun içerisinde dev yüzgeçler olmuş kendisini suyun içerisinde istediği yöne götürüyordu. Aşağıda dikilen minik canlıda kendisini çeken bir şey vardı. Kendi türünün bir parçası olsa gerekti. Hızla yaklaştı. Geçtiği yerlerde sular girdap haline geliyordu. Adam aşağıda elindeki kılıcını kaldırmış hazır bekliyordu. İyice yaklaştığına emin olunca yana çekildi ve kılıcını savurdu. Çelik kayalara çarpmış gibi geri sekti. Aklına geçen sefer yaşadıkları geldi. Bu canavarında bir kalbi olmalıydı, boynunun aşağısında göğsünün altında atan yumuşak doku altında bir kalp olmalıydı. Ejder koca cüssesini çevireceği ve tekrar saldıracağı uzaklığa ulaşınca geri geldi.

Ejderha, bu defa avının kaçmasına izin vermeyecek kadar hızlı olmalıydı. Saldırdı, adam yana kaçtı ama yaratıkta kendisiyle aynı yöne yana kaçtı. Yüzlerce yılın avcısı kalp atışlarından hissediyordu avının ne yapacağını. Kedinin fareyle oynaması gibi adamı kuyruğuyla savurdu. Hiçkimse, bu defa kılıcını kullanamamıştı bile. Tekrar döndü saldırdı, yine döndü bir daha saldırdı. Suyun içinde kahramanımızın uğradığı hücumlar kendisini iyice yormuştu. Her seferinde savunmada kalmış kılıcını ancak savurabilmişti canavara doğru. Kılıcı isabet etmiyordu ama Ejderhanın yüzgeç gibi kullandığı kanatları üzerinde çizikler derin yaralar açıyordu. Nefes nefes kalmıştı, sırtındaki haznede duran hava ciğerlerine yetmez olmuştu. Suyun içinde iyice ağırlaşan kılıcını kaldırabilecek gücü kalmamıştı. Savunma için iyi görünen bu yer şimdi kendisine yanlış bir yer olarak görünüyordu. Hesabını kazanmak üzerine kurmuştu ama kendisinden kat be kat iri bu ejder kazanan taraf olacak gibiydi. Öteye baktı, Denizaltı’ya da ulaşamayacak durumdaydı. Geri çekilmeliydi…

Avının iyice yorulduğunu hisseden avcı son darbeyi vurmak için keyifle bekliyordu. İyice uzaklaştığına emin olunca üzerine tekrar saldırdı. Ama avı arkasına yaslandığı kayalıklar doğru kaçmaya başlamıştı. O zaman, bütün bunları düşünmek için durduğu bir an sağrısında bir acı hissetti. Kendisini her zaman koruyan kalın pullarını delip geçen acıydı. Hiddetle kafasını çevirdi, ayağının altına almaya çalıştığı avına benzeyen bir başkası uzun bir mızrak batırmıştı kaba etine. Biftek dilimine batırılan kürdan gibi sallanan mızrağı dişleriyle koparttı kırıp attı. İkinci adam hızla uzaklaşmaya çalışıyordu. Oynar gibi iki kanat hareketiyle avının sırtındaydı. İşte kahramanımızın beklediği fırsatı denizaltındaki yabancı vermişti.

Ayaklarındaki takma yüzgeçlerin yardımıyla birkaç bacak hareketiyle ejderhanın yanına vardı. Kendisine engel olan ağzındaki porseleni attı. Eğer istediği darbeye vuramazsa alması gereken hava olmayacaktı. Damarlarındaki kanın taşıdığı son oksijen zerrelerinin kaslarına ulaştırdığı tüm gücünü toplayıp kılıcını salladı. Yine aynı yer ve yine tam isabet. Karnının altında atan yüreği bulmuştu keskin çelik. Bir anda kızıl bir iz suya dağılmaya başladı. Kılıcını çekip bir daha batırdı kalın kumaşı delen iğne gibi deriden içeriye. Ardından can havliyle suyun üzerine tırmanmaya çalıştı. Ama bir el ayaklarını yakaladı. Ağzının içindeki porseleni Himseye uzattı. Aldığı nefes hayata dönüş olmuştu. Can çekişmekte olan ejdere aldırış etmeden denizaltıya girdiler.

Kır saçlı, berduş kılıklı bir adam handan içeri girdi. Masalardan birine oturdu ve kendisine yemek söyledi. Topal hancı masaya isteksizce geldi. Kuşağından çıkardığı kesesinden gümüş liraları çıkararak “En iyi şarabından getirmeyi unutma” dedi. Konuşması normalden biraz daha yüksek sesleydi. Birilerine ya da çevresine haber veriyormuş gibiydi. Gümüşleri gören hancı az önce kapıdan girerken çulsuz beleşçi diye aklında geçirdiği adamda dolu bir kesenin olmasına şaşırmıştı ve sevinmişti. Masayı çabucak donattı. Yaşlı adam birkaç lokma yedikten sonra “Bugün veya dün buralara gelen bir yabancı gördün mü” dedi. Hancı “Buralarda yabancı kaynar” dedi, kahkaha atarak. Çevresini işaret ederek “Hangisini soruyorsun” Adam sorusunun anlamsızlığını anlamıştı. Attığı oltanın ucuna iri balıkların geleceğini iyi tahmin etmişti doğrusu. İki adam masasına geldi ve kendilerini tanıttı. Bizde meraklı bir yabancı arıyoruz, sizin gibi uzaklardan geldik” dedi. Yaşlı adamın sevinç çığlığı hanın aşevinde yankılandı, Hiçkimseyi bulmuştu.

Yarım saat geçti, olanları yaşlı adama anlattığında adam sözlerini hiç kesmeden dikkatle dinlemişti. “Peki Kuzgun Kral’a ne oldu?” “Kimbilir” dedi genç yiğit, Belki yan masada bizi izliyor belki de fersah fersah uzakta yeni hainlikler planlıyor”

Afsa ırmağının denize döküldüğü yerin bir fersah açığında vedalaşıyorlardı. Akşamın alaca karanlığında, sahilden bakanların göremeyeceği uzaklıklardaydılar. Yabancı önce Hiçkimseye iki parmak uzunluğunda kırmızı bir taş verdi. Gündüzün karanlığa döndüğü saatlerde kırmızı bir ışıkla parlıyordu verdiği şey. “Bu öldürdüğünüz ejderin dişi” dedi. Ejderhaların dişlerinin en arkadaki dört tanesi değerlidir. Bazen yakut gibi kırmızı veya topaz gibi kahverengi olurlar. Bazen de zümrüt yeşili veya turkuaz rengi olurlar. Yaşları ilerledikçe dişleri de büyür.” Rahibede şeffaf sayılabilecek beyaz nesne verdi. Adam eline alır almaz korktu. Bu bir tırnaktı. “Bu yaratıkların her bir parçası değerlidir” dedi. Vedalaştılar Sandal sahile balıkçı köyüne dönerken denizaltı ağır yolla arkasına bağladığı ejderha leşiyle uzaklaşmaya başlamıştı.

Adam meydandaki anıtın kaidesine çıktı. İnsanlar birkaç hafta önce dinledikleri ama ciddiye almadıkları kişinin tekrar ortaya çıktığını görünce meraklandılar. Kır saçlı, yaşlıca adam beline bağlı matarasını çözdü ve içinden irice bir yudum aldı. Hafifçe öksürerek sesini temizledi, kalabalık merakla etrafında toplanmaya başlamıştı. İçlerinden biri yanındakine “Bu adamı tanıdım, geçen sefer Kuzgun kralı nasıl öldürdüklerini anlatmıştı” Bir diğeri, “Bu defa neler yapmışlar dinleyelim hele” dedi. Ortamın oluştuğuna inanan adam eğildi ve ayaklarını dibindeki meşin torbadan kocaman bir parça çıkardı, havaya kaldırdı.

“Size, Denizler Ejderinin tırnağını getirdim” dedi. Önünde dikilen adama uzatarak “bak bakalım gerçek mi?” Kara kirli saklı genç adam eline tutuşturulan saydam nesneyi eliyle tarttı, evirdi çevirdi. Yanındaki birkaç kişinin de bakmasına izin verdikten sonra “Bu gerçek bir tırnak” dedi. Bir diğeri ne kadar da ağır, üstelik kenarları jilet gibi” dedi kanayan parmağını zafer nişanesi gibi havaya kaldırıp kalabalığa gösterdi. Anıtın üzerindeki adam yeterli ilgiyi topladığına kanat getirince “Köyümüzün, Af-Sa köyünün yiğidi, şanlı Hiçkimse’nin, zaferini anlatacağım size, yaklaşın hele” dedi. Meraklı kalabalık gittikçe çoğalıyordu. Belki de bu defa olacaktı, insanların ve tanrıların ilgisini çekebilecekti hikayesi. “Anlatacaklarım, kahramanlar duvarında yazılı, isteyenler daha sonra oradan okuyabilirler. Bir an durdu, Her şey güneşli bir öğleden sonra başladı… Kralımızın ricasını ilettiğim Ejder savaşçısı, göreve hiç korkmadan atıldı…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Hiç kimse, Uzaklardan Gelen Yabancı” için 1 Yorum Var

  1. Selamlar,

    Ejderhalarla korsanların ve denizaltıların blr arada kullanıldığı bir öykü okuyabileceğim hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Güzel bir fikir yakalamışsınız gerçekten. Hiçkimse’nin macerası da oldukça eğlenceliydi.

    Bazı yerlerde tırnak işaretlerinde bol bol hata vardı yalnız. Kimi yerde eksik kimi yerde de fazlaydı. Bu da kimin konuştuğunu, hangi cümlenin bir diyalog olduğunu anlamayı çok zorlaştırdı. Bir de arada fazladan kelimeler var metninizde. Sanki silmeyi unutmuşsunuz gibi.

    Bunların dışında keylf alarak okudum, elinize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *