Öykü

Deniz Mağarası

Denize yakın mağaralarda

bir susuzluk duyarsın, bir aşk,

bir coşku

deniz kabukları gibi sert

alır avucuna tutabilirsin.

Denize yakın mağaralarda

günlerce gözlerinin içine baktım,

ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.

Yorgo Seferis (Çev. Cevat Çapan)

Esra o sabah yunusu görmek için deniz mağarasının olduğu koya gitti. Elini gözlerine siper ederek Ege Denizi’nin sakin dalgalarına baktı bir süre. Çaresizliği biraz olsun dinmişti. Hemen arkasındaki, dalları aşağılara kadar sarkmış bir çamın dibine oturdu. Güneşin sıcaklığı hafif bir esintiyle yüzünü okşuyordu. Gözlerini kapattı. Kum çıplak ayakları altında ılık bir halı gibi kıpırdandı. Tuz ve yosun kokusunu içine çekerek kalbinin atışlarını yatıştırmaya çalıştı. Fazla zamanı kalmamıştı.

“Deniz her şeye iyi gelir!” derdi babası sık sık. Güneşin açtığı derin kırışıklar arasında mavi gözleri birer vaha gibi ona umut veriyordu.

Küçüklüğünden beri, birlikte bu koyda balığa çıkışlarının hatırladı: O kayıktayken Esra kendini çağıran derinliğe bırakıp suyun altını incelerdi. Yunusla da ilk böyle karşılaşmıştı. Zamanla kayıklarına eşlik eden hayvana alışır oldu.

Yaz başı, babasının ölümünden birkaç gün önceydi. Sır verir gibi, “Kaptan olmak istiyorum, okumaya devam etmek istiyorum,” demişti.

“Hayallerine ve yaşama güvenmelisin!” diye yanıtlasa da balıkçı dalgın bir ifadeyle sürdürmüştü konuşmasını. “Bir annene soralım, gönlünü almaya çalışalım.”

Hâlbuki ne güzel başlamışlardı sohbetlerine. Şimdi ondan geriye kalan en değerli şeyi bir bavul dolusu kitaptı, şehirdeki sahaflardan toplayıp getirdiği. İçlerinde iki tanesi vardı ki babası elinden bırakmazdı: Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı.

Annesinin sözleri kafasının içinde çınlamaya başladı yine. “Bu kadar okuduğun yeter!” Ona göre 14 yaşından sonra okula gerek yoktu. Babasının ölümü üzerinden çok geçmeden, kasabada yaşayan fırıncı bir aile gelip gidip onu oğullarına istemeye başlamıştı. Esra bu ısrarlı ziyaretlerden huylanmıştı ama annesinin kendisine sormadan bu kadar ileri gideceğini tahmin edememişti.

Bir gün konuyu açıp, “Bak kızım, okula gideceksin de ne olacak! Evlensen iyi olur,” demişti. O da annesinin baskısına fazla dayanamayıp tek bir şartla kabul etmişti: bir ay düşünme süresi.

Birden arkasında gelen bir çıtırtıyla irkildi. Meraklı bir kertenkele yanı başında öylece duruyordu. Esra rahat bir nefes alıp bakışlarını gerisin geriye koya çevirdiğinde deniz mağarasına doğru yüzen yunusu gördü. Telaşla ayağa fırladı, kumlara bata çıka kumsalın ucuna doğru seğirtti.

Kayalık bir girintinin üzerine çıkıp, eski şortu ve tişörtünü çıkarmadan suya balıklama daldı. Hızlı kulaçlarla deniz mağarasına yüzdü. Doğal bir kayalık kemer mağaranın ağzını çevreliyordu. Yunusu ürkütmemek için dibe daldı. İçeride ışıkların oynaştığı kumlu tabanda kendi gölgesinden başka hiçbir şey göremeyince yeniden yüzeye çıktı. Nefes nefese etrafına bakındı. İçeriye nemli ve tuzlu bir hava sinmişti. Girişten gelen ışık mağarayı aydınlatıyor, tavanındaki soluk titreşmeler gümüşümsü bir kubbeyi andırıyordu.

Esra sırt üstü yattı ve vücudunu suyun kaldırma gücüne bıraktı. Kıpırtısız suda bir anda dairesel dalgalanmalar oldu. Biraz ileride koyu mavi bir yüzgeç göründü. Bu o yunustu. Başını yukarı aşağı sallayıp ıslığa benzer kesik, tiz bir ses çıkarıyordu. Burun uzantısını andıran gagasını birkaç kez suya daldırıp çıkarmaya devam edince aşağısını işaret ettiğini anladı ve derin bir soluk alıp suyun altına daldı.

Dingin sessizliğin içinden birisi çağırıyordu. “Esra, Esra!”

İrkilmesiyle yüzeye çıkması bir oldu. Düzensiz soluk alıp verişine yunusun mağarada yankılanan sirenimsi karıştı.

Genzinin yanmasına aldırmadan suya başını tekrar soktuğunda yine aynı ses konuştu. “Esra, dinle beni! Buradayım!” Yunus sanki gülümsüyordu. “Sakinleşmelisin, bak konuşan benim! Sana su altında nasıl nefes alacağını göstereceğim. Şimdi sadece dinle olur mu?”

Kız tamam dercesine başını salladı. Ancak aklının bir yanı, Rüyadayım! Uyanınca bitecek, diyordu.

“Sana soluk almanı sağlayacak bir maske getireceğim, onu burnuna takacaksın,” dedikten sonra yunus hızla suyun dibine, koyuluğa doğru kayboldu.

Hava almak için başını çıkaran Esra yuttuğu su yüzünden öksürüyor ve kesik kesik nefes alıyordu. Biraz üşümüştü.

Titreyerek kendi kendine fısıldadı. “Adımı biliyor! Sakinleşmeliyim!” Etrafına bakındı. ”Nereye gitti bu?”

Kendi kendine konuşarak korkusunu bastıracağını umuyordu. Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremedi. Çok geçmeden, bir şıpırtı duydu. Yunus geldiğini belli etmek ister gibi kuyruğunu çarparak yaklaşıyordu. Pekâlâ, mağaradan yüzerek kaçabilir ve yunusu bir daha görmeyebilirdim, diye düşünen Esra bunu yapmak yerine öylece beklediğine şaşırdı.

Yunus burnunda asılı tuhaf bir nesneyi kıza uzattı. O da çekingen bir tavırla çekip aldı. İlk bakışta el ayası büyüklüğünde bir midye kabuğuna benzese de, kaygan yüzey avuçta bir lastik gibi şekil değiştiriyor ve dışarıdan gelen gün ışığıyla da saydamlaşıyordu. Esra ince bir yosunu andıran kaygan ipi başından geçirip, midye biçimindeki maskeyi burnu ve ağzının üzerine yerleştirdi.

Başını suya geri daldırdığında yunus zarif bir kıvrılma hareketiyle dibine kadar geldi. “Gördün mü? Şimdi daha rahat nefes alabilirsin ve benimle konuşabilirsin.”

Esra şaşkınlığından kurtulamamıştı hâlâ, kocaman gözlerle sordu: “Benden ne istiyorsun?”

“Denizaltında yaşamak ister misin?”

Elini maskeye götürüp bir an çıkarmayı düşündü.

Yunus bunu anlamış gibi yineledi. “Sana yardım edebilirim!”

“Neler saçmalıyorsun! Sen kimsin? Bir yunus olamazsın!”

“Hayır değilim!”

“Kıyıya çıkmam lazım, seni hayal ediyor olmalıyım!”

“Fazla zamanım yok, kararını gün batımına kadar vermelisin.”

“Neyin kararını?”

“Eğer benimle gelecek gönüllü bir insan bulamazsam sonsuza kadar yunus kalacağım.”

“Bu da ne demek oluyor? Ne diye seninle geleyim ki!”

“Hayallerindeki yer deniz değil miydi?”

“Bundan sana ne, hem sen nasıl yunus oldun? Önceden neydin ki?”

“Su Şehri’nin yasalarına karşı gelmiş bir insanım. Değerli bir kolyeyi insanların dünyasına çıkardım. Oysa denizaltına ait olan denizde kalır, yukarı çıkarılamaz. İnsanların dünyasından bir şey aşağı getirilemez.”

“Bunu niye yaptın?”

“Güzel bir kıza yardım etmek için.”

“Ama anlamıyorum, hani bana yardım etmek için buradaydın. Şimdi başka biri için kendimi mi feda edeceğim! Hem niye ben?”

Esra göğsünü sıkıştıran öfkeyi hissetti. Maskeyi fırlatıp atmayı geçirdi içinden. Rahatsız edici bir kâbusa sürüklendiğini düşünse de devam etti çıkışmaya. “Benden istediğine bak! Deniz insanı mısın nesin, git âşık olduğun kıza yalvar!”

Fakat yunusun gözlerinin buğulandığını görünce duraladı.

“Dinle! Bunu bilerek yaptım. Anlamıyor musun? O sensin! Sana ancak yunus olarak yardım eli uzatabilirdim. Seni çok kez babanla balık tutarken izledim ve hayallerini, kaptan olmak istediğini öğrendim. Suyun altından kim bilir kaç kez gün ışığı vuran yansımanı seyrettim. Kayığınızın etrafında dolaşıp duran o yunus bendim! Şimdi de geri dönebilmem için de senin yardımına ihtiyacım var.”

“Sana nasıl yardım edebilirim ki? Balık kuyruklu bir denizkızına dönüşerek mi?”

“Hayır, insan olarak kalacaksın. Ama çok farklı bir dünyada, denize uygun gelişmiş duyularla yaşayacaksın.”

“Senin yaşadığın yer neresi?”

“Bunu görünce anlayacaksın.”

“Ama ben öylece çekip gidemem, annem sonra deliye döner. Ona veda etmeliyim.”

Yunus başını eğdi. ”Tamam, seni burada bekleyeceğim, güneş batmadan mağarada ol!”

Kız hızlı kulaçlarla koya geri yüzdü. Onlar mağaradayken nerdeyse ikindi olmuştu. Var gücüyle kasabaya giden toprak yolda koşmaya başladı.

Karşıdan fırıncının oğlu homurtular çıkaran motosikletiyle geliyordu. Yanında durdu. “Ne haber Esra, seni gezdireyim?”

“İstemez!” Esra kıpkırmızı bir suratla burnunu çekerek tısladı. Ardından nefes nefese, yolun aşağısındaki barakayı andıran evlerine doğru koşmaya devam etti. Arkasından bağıran gence aldırmadı bile.

Annesi evde yoktu. Yatağının başucunda duran defterinden bir kâğıt yırtıp yazmaya koyuldu. “Anne gitmek zorundayım. Beni affet! Evlenmek istemiyorum. Kaptan olduğumda seni göremeye gelirim. Kendine iyi bak! Esra”

Tam o sırada annesi kapıda belirdi. “Ne yapıyorsun orada. Bütün gün seni aradım. Akşam fırıncının karısı gelecek. Bir yere ayrılma. Doğru düzgün bir şeyler giymeyi de unutma!”

Kız dönüp giden annesinin ardından ağlamaklı gözlerle baka kaldı. Aynanın önünde öylece dikilirken, üzerine yapışmış ve toza bulanmış yansımasını fark etti: Periyi andıran kepçe kulakları kısa siyah saçlarının ıslak tutamları arasından görünüyordu.

Yanına hiçbir şey almadan odasından çıktı. Annesi ön kapıda komşu kadınla konuşuyordu. Bahçeye açılan pencereden atlayıp, gözükmeden evin arkasından, aynı yoldan gerisin geriye koştu. Yol üzerindeki evlerin birinin ön bahçesinde yanan odun ateşinin kokusu yayılmıştı etrafa. Birkaç kadın hararetle sohbet ederken bir yandan da hamur açıyorlardı.

Esra yolun sonuna ulaştığında koyu çevreleyen tepenin üzerinden güneş yavaş yavaş kaybolmak üzereydi.

Mağaraya en yakın nokta olan kayalık çıkıntının üzerine tırmandı. Yırtık keten pabuçlarını orada bırakıp suya atladı. Ardı ardına salladığı kulaçlardan kolları ağırlaşmıştı. Deniz mağarasına ulaştığında içerisini çoktan loş bir karanlık bürümüştü. Ciğerleri nerdeyse patlayacak gibi soluk soluğa kaldı.

Avazı çıktığı kadar bağırdı. ”Yunus, yunus neredesin?” Kollarını iler geri hareket ettiriyor, sağına soluna bakıyordu. “Güneş nerdeyse battı, yetişemedim,” derken gözyaşları yanaklarındaki tuzlu deniz suyuna karıştı.

Geri yüzmeye gücü kalmamıştı. Derken arkasında tanıdığı şapırtıyı duydu. Yunus başını sudan dışarı uzatmış, burnunda asılı maskeyle ona bakıyordu. Tiz bir viyaklamayla ona seslendi. Esra biraz gözyaşı biraz da deniz tuzu yutarak gülümsedi. Gözlerini sildi ve maskeyi alıp taktı. Ardından hayvanın yüzgecine tutundu. ”Haydi dalalım!”

Birlikte derinliğe kayarak mağara havuzunun dibinde yayılan ışık huzmesine doğru ilerlediler. O kısa yolculukta hiç konuşmadılar. Işık bir an öylesine fazlalaştı ki, Esra’nın gözleri kamaştı. Yarıktan ne zaman geçtiklerini anlayamadı bile. Tekrar etrafını seçebildiğinde şaşkınlıktan ve heyecandan donakaldı. Karşısında 18 yaşlarında bir genç vardı. Kumral uzun saçları suyla dalgalanırken yeşilin her tonunda pırıltılar saçan gözleri kendini izliyordu. Burnu ve ağzını midye biçimli aynı maske kaplamıştı. Üzerinde kobalt mavisinden dalgıç kıyafetini andıran tulumu göğüs kısmında tanımadığı işaretlerle bezenmişti.

Genç ona elini uzattı. “Ben İlios, Atlantis’in ikizi Su Şehri’ne hoş geldin!”

Esra ne diyeceğine bilemez haldeyken, acaba uzuvları yerinde mi merak edip ayaklarına eğdi başını.

“Sanırım, bir şeylerin değişmesini bekliyordun? Bizim de sizin gibi iki ayağımız var. Üzerimdeki bu özel giysi balık gibi rahat yüzmemizi sağlıyor. Deniz altında nefes alabilmek ve konuşabilmek için senin taktığın gelişmiş maskeyi kullanıyoruz.”

Kız rüyada hareket edercesine gencin uzattığı eli tuttu.

“Haydi, sana da bir kaptan üniforması bulalım, lacivert kahverengi gözlerine yakışacak. Bu arada saçların kesinlikle buranın tarzı, çok yakışmış. Biliyor musun, Su Şehri’nin kızlar da hep kısa saçla gezerler. Onlar en cesaretli denizaltı kaptanlarımızdır. Sanırım, sana ait bir deniz altına hayır demezsin! Eğitime yarın başlarız,” dedi İlios derinden gelen bir sesle.

Esra gülümsedi. “Şimdiden sabırsızlanıyorum!”

El ele yüzerek şehre yaklaştılar. Karşılarında, dingin bir ihtişamla onları bekleyen Atlantis ikizi Su Şehri, çok katlı sıra kemerler üzerinde mercan rengi kuleleriyle yükseliyordu.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *