Öykü

Döngü

Aşktan, paradan, inançtan, ünden, adaletten öte, bana gerçeği verin.

-Henry David Thoreau

 

28 Şubat Cumartesi, saat 15:00
“Affet beni peder, bugün bir günah işledim.”

“Üzülme oğlum, Tanrı suçundan pişman olanlara kin beslemez. Anlat bana, suçun neydi?”

“Ben…ben birilerini öldürdüm.” Ve birilerini öldüreceğim.

John, sözler ağzından çıktıktan sonra saçmaladığını fark etti. Buraya gelip bir katil olduğunu söylemesi saçmaydı, ama ona küçükken bu öğretilmişti. Bir süre bekledi, papazın kabinden koşarak kaçıp polis çağıracağını düşündü. Ama öyle olmadı. Sadece yerinde biraz kıpırdanmıştı.

“Günahın, affedilecektir.”

Rahibin sesi, küçük silüetine göre kalındı ve tedirgin çıkıyordu.

“Peki öldürdüğüm kişilerin hayatı? Sevdikleri? Kendimi bunun için asla affetmeyeceğim.”

John konuşurken hıçkırıklara boğulmuştu. Öldürmesi gerektiğini biliyordu, zorundaydı. Ama bir yanı kendini asla affetmeyecekti. O yanında, her zaman çaresizlik ve saf pişmanlık olacaktı. Bir yanı da onları asla affetmeyecekti, bunu ona yaptıranları. O yanında, her zaman öfke ve saf nefret olacaktı.

“Doğru olanı yaptın biliyorum, Tanrı kulağıma fısıldıyor. Şimdi, bana elini ver.”

Kabinin diğer tarafından rahip elini uzattı. Eli bir cesedinki kadar beyazdı ve kendi eline göre oldukça küçüktü. Gözyaşlarını silen John, tereddüt etmeden elini uzattı. Ruhundaki karamsarlığın, Tanrı tarafından kutsanmış bir elle aydınlatılacağını umdu. Fakat öyle olmadı. Kabinin diğer bölümünden çıkan el onu bırakmadı, sıkmaya başladı. Bileğinden gelen çimdiklemeye benzer bir acı hissetti. Acının nedenini düşünemeden önce damarlarındaki yabancı sıvıyı fark etti. Kabinin görüntüsü bulanıklaşıp kararmadan önce bileğinde hissettiği acının bir iğneden kaynaklandığını görebildi. Sonra, her şey karardı.

* * *

Eski Katolik kilisesinden çıktığında, içeride neler olduğunu hatırlamıyordu. Kabinde uyuyakalmıştı herhalde. Bu sanki demin söylemeye karar verdiği şeyi bir anda unutmak gibiydi. Daha da kötüsü, şu son hafta neler olduğundan da emin değildi. Her zamanki gibi rutin işlerdi diye düşündü ama dün ne yaptığını sorsalar anlatamazdı. Sanki bir rüya görüp uyanmış gibiydi. Nasıl bir rüya gördüğünü tam hatırlayamamak gibi. Emin olduğu tek şey, üzüntü ve pişmanlıktı. Kafasında soru işaretleriyle kapıyı arkasından kapattıktan sonra sokağın karşısındaki arabasına yürüdü. Lacivert Ford’un kilidini açtı ve sürücü koltuğuna oturdu. Fakat otururken bir kağıt hışırtısı duydu. Ceplerini yokladığında katlanmış bir kağıt buldu. Yazanları okudu.

John F. Kennedy Havaalanı, Delta Terminali

Robert Batt

Cumartesi saat 17:30’da

Saatine baktı, 15:22. Bunu unuttuğuna inanamıyordu. Bitkinliğini üzerinden atmak için kahve içecekti fakat zaman yoktu. Gaza basıp Queens istikametine doğru sürmeye başladı. Bugün büyük gündü. Birazdan yapacağı buluşmanın heyecanından nedenini hatırlayamadığı üzüntüsünü yavaş yavaş üstünden atıyordu. Monoton ve boş hayatına yıllar sonra renklilik gelecekti. Daha hızlı sürdü.

2 saat yolda, 15 dakika da havaalanının içinde geçen bir süreden sonra terminale varmıştı. Son uçaktan inen yolcuları dikkatle süzmeye başladı. Onun nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. Robert onu telefondan aramıştı, bu yüzden elinde bir fotoğraf yoktu. Belki bana benziyordur, diye düşündü.

Tüm terminali ikinci kez turladığı sırada onu gördü. Bulması fazla zor olmamıştı. Saçları kulak hizasındaydı ve kahverengi gözleriyle aynı renkteydi. Yüz hatları yerindeydi ve boyunun uzunluğu nedeniyle zayıf görünüyordu. Omuzlarında asılı duran sırt çantası dışında başka bir eşyası yoktu. John o olduğunu anladı çünkü göğsünde asılı duran kartonda “John’un kardeşi Robert” yazıyordu. Adam onu gördüğünde gülümsedi. John kendisini tanıdığına şaşırmıştı çünkü o da ona bir fotoğraf yollamamıştı. Belki de babam anlatmıştır, dedi içinden. Yanına vardığında anlık bir tereddütün ardından elini uzattı. Robert da elini uzattı ve hevesle sıktı.

“Merhaba John.”

“Merhaba Robert. Yazın açıklayıcı olmuş.” dedi göğsündeki kartonu göstererek.

“Evet. İşimi sağlama alayım dedim.”

“Arabam yakında. Bu gürültüde konuşmak olmaz, seni evime götüreyim.”

Robert sıcak bir şekilde gülümsedi. “Peki.”

John yol boyunca konuşmak için bir şeyler arıyordu ama bulamamıştı. Tanışır tanışmaz bol bol konuşuruz diye düşünmüştü. Fakat bu kolay bir şey değildi. Robert’ın varlığından bile yeni haberdar olmuştu. Alışması zor olacaktı ama alıştığı zaman da, her şey çok güzel olacaktı.

* * *

Tanıştıklarından sonraki ilk hafta her şey iyi geçti. Başlarda yeni tanışmış sıra arkadaşları gibiydiler fakat sonradan birbirlerine alıştılar, birbirlerini tamamladılar. Zevkleri ve nefret ettikleri şeyler aynıydı. Grunge müzikten, absürd bilim-kurgudan ve polisiye romanlarından hoşlanıyorlardı. Yarı çıplak pop şarkıcılarından, kendini tekrarlayan dizilerden ve aşk romanlarından nefret ediyorlardı. Geceleri barlara gittiler, akşamları film seyrettiler. Hatta John Robert’ın sayesinde kız arkadaşı bile edinmişti. O gün kızı tavladığında Robert çantayı kaçıran, John da kurtaran rolündeydi. Robert oldukça iyi rol yapıyordu, eğitimli gibiydi. Kız da kolayca inanmıştı.

Onlar, birbirlerinin doğumlarından habersiz iki kardeştiler. Babaları aynıydı, annelerinin ise kaderleri. John’un annesi o daha 10 yaşındayken ölmüştü. Robert’ın annesi ise 2 hafta önce. Babasıyla birlikte Londra’da yaşayan Robert, annesinin ölümünden sonra kendini amaçsız hissetmişti. Babası da onun Amerika’da yaşayan bir üvey kardeşi olduğunu söylemiş ve buluşmaları için Robert’ı ikna etmişti. John’a kardeşi telefonda bunları anlatmıştı. Ardından buluşmuşlardı ve John’un hayallerindeki gibi bir hafta geçirmişlerdi. Her şey o kadar garip ve hızlı olmuştu ki.

Fakat hayat ona çok kısa bir süre güldü. Hayır, gülümseme geçmemişti aslında, değişmişti. Kurnaz ve sadist birinin gülüşüne dönmüştü. O gün yaşananlardan sonra, yeniden her şey değişmişti.

4 Mart Perşembe, saat 22:00
Manhattan semti, yoğun iş gününün ardından eğlence ve içki dolu bir geceye hazırlanıyordu. Havanın kararmasıyla birlikte semtin canlılığının ritmi değişmişti. Gece, Amerikalı gençlerin saatiydi. Birbirlerini yeni tanımış iki kardeş de, o gün ritmin bir parçası olmaya karar verdiler. İçki, dans ve seks onları bekliyordu. Uzun bir gece olacaktı.

John, paltosunu giymiş ve evinin kapısında sabırsızca Robert’ın hazırlanmasını bekliyordu. Daha fazla dayanamadı ve kardeşinin odasına daldı. Eğlence beklemez, Robert’ın bunu öğrenmesi gerek.

Kapıyı aralayıp tam onu azarlayacaktı ki onun telefonla konuştuğunu duydu.

“…sında buldum. Evet, yazmış ve odasına koymuş. Hayır, oydu diyorum sana! Yazının altında onun ismi yazıyordu. Biliyorum, senin anlattıklarına göre bu imkansız ama öyle. Eve nasıl girdi bilmiyorum. Tamam, halledeceğim. Bu arada para konusund…”

Robert kapının gıcırdadığını duydu ve sözünü yarım bıraktı. John, onun yüz ifadesindeki şaşkınlığı ve tedirginliği gördü. Neden bu kadar afallamıştı?

“Dinle, seni sonra ararım.” dedi Robert hızlı bir şekilde. Telefonu kapatmadan hemen önce konuştuğu kişinin bağırışını duyuldu. Telefonu cebine attıktan sonra John’un yanına gitti.

“Dinle John, duymanı istemiyordum ama birazına kulak misafiri oldun galiba. Londra’daki okulumda karıştığım bir skandalla ilgiliydi. Fakat emin ol adam öldürmek ya da daha kötü bir şey değil. Sana anlatsam mı bilemiyorum…”

John kardeşinin tepkisi için şaşırmıştı.

“Hey, saçmalama. Bizim neslimiz hiçbir zaman temiz olmadı. Yirmi birinci yüzyılda suçsuz bir genç yoktur, emin ol. Ben de değilim.” John lisedeki anısını hatırlayınca gülümsedi.

“ Gittiğim ikinci lisedeydi, bir hocayı dövmüştük. Herif koyu faşistti. Siyahi bir öğrenciyi sınıfın ortasında azarlayıp tokatladıktan sonra dayanamadık ve onu bir sokakta sıkıştırdık. Bu sefer ders verme sırası bizdeydi.”

John’un yüzünde ani bir sırıtış belirdi. İntikamları oldu olası sevmişti.

“Keşke ben de orada olsaydım. Artık çıkalım mı?”

“Olur.”

* * *

42.caddenin çevrelerindeki kulüplerden birine girince, yoğun basınç ve sigara dumanıyla karşılaştılar. Kulübün renkli havası, hareketlilik ve gençlerin enerjisi orayı tüm kentin merkezi gibi hissettiriyordu. Kulüpte tam bir kaos havası hakimdi ve yeni tanışmış kardeşlerin de istediği buydu. John ve Robert, ellerindeki Guinness’lerle kendilerine boş bir yer buldular ve dans pistini süzmeye koyuldular. Onlar hareketlilik istiyordu ve her türlü hareketliliğe de açıktılar.

“Hey John, şuradaki sarışının bana bakışını gördün mü?” Dans pistindeki bir kadını işaret etti. Üzerinde vücut hatlarını cesurca sergileyen bir elbise vardı. “Onu yatağımda, odamdaki loş ışığın keskin yüz hatlarını sergilediği bir şekilde görmek isterdim” dedi. Gözlerini kızdan ayırmayarak bir iç çekti. “Bir an bana doğru el sallıyor gibi geldi.”

John kardeşine güldü.

“Salladı da. Tek sorun elini sallarken sadece orta parmağının kalkmış olmasıydı.”

Robert omuz silkti ve gülüştüler. Gülüşmenin ardından John birasını havaya kaldırınca Robert da eşlik etti. Kendisi İrlanda birasına alışık olmadığı için yavaş içti, Robert ise anında yarısını fondip yaptı, fakat sonra pişman oldu. Öksürüğü John’un kahkahaları eşliğinde bir kaç dakika boyunca sürdü.

“Bu biraya alışık olduğunu sanıyordum. Sonuçta, Londra’da oldukça yaygın.”

Robert elinin tersiyle ağzını sildi. Biraz yere bakıp düşündükten sonra da cevap verdi.

“Evet, ama orada fazla içmiyordum. Babamız bu konularda hassas, biliyorsun.”

Öyleydi. Ama John Robert’ın gittikleri çoğu yerde en az 4-5 bardak götürdüğüne şahit olmuştu. Bunu ona söyleyecekti ama vazgeçti. Sonuçta, New York herkesi değiştirir. Kent Noel ağacıysa, kötü huylar da bu ağacın süsüdür, diye düşündü.

“Ben yeni biralar alayım. Sevgili kardeşim için sert olmayanlardan.” diyerek dalga geçti John. Robert istemsiz bir şekilde gülerek kardeşinin omzuna şaka yollu vurdu. Ardından John ayağa kalkıp bara doğru yürümeye başladı. Fakat hiçbir şeyin farkında değildi. Kardeşini o an yalnız bırakmanın nelere yol açabileceğinin farkında değildi.

Taburede oturan bir kızla yaptığı başarısız muhabbet girişiminden sonra barmenden iki bira istedi. Aradan en fazla iki dakika geçmişti ama elinde bira kutularıyla geldiğinde kardeşi yerinde değildi. Herhalde o sarışın kızın peşindedir. Masaya oturdu. Bekledi. Robert gelmedi. Bira kutusunu açtı, bekledi. Gelmedi. Kutuyu bitirdi. Gelmedi. İkincisini de içti. Yine gelmedi.

Sinirlenmeye başlamıştı. Haber vermeden başıboş dolaşması saçmaydı, o böyle yapmazdı. Ayağa kalktı ve aramaya dans pistinden başlamaya karar verdi. Kutunun dibinde kalanı da içmek için döndüğünde bir şey fark etti. Robert’ın oturduğu yerde beyaz bir zarf duruyordu. Koltuğa eğilerek zarfı aldı ve elleri titreyerek açmaya çalıştı. Zarfın üzerinde P&P yazıyordu. John karamsar bir korkuya kapıldı. Neden korktuğunu ve tedirgin olduğunu bilmiyordu. Bu, sanki bir annenin çocuğuna kötü bir şey olduğunu hissetmesi gibiydi. Bir önsezi.

Zarfı canı istemese de açtı. Demin Robert’ın bulunduğu yere oturdu ve katlanmış kağıdı açıp masaya bıraktı. Okumak biraz güçtü, ne de olsa bar ışıkları bir şey okumak için tasarlanmamıştı. Fakat cümleler anlaşılıyordu. John’u şok eden cümleler yine de anlaşılıyordu.

Sevgili John,

Kulağına garip gelecek biliyoruz ama, biricik kardeşin Robert’ı kaçırdık. İçinden bize ne kadar küfür edersen et, bu bir şeyi değiştirmeyecek. Polisi çağırman da bir şeyi değiştirmeyecek. Evet, biz kötü adamlarız. Eşitlik adına, iyi insanlar kadar kötülerin de olması gerekir.

Lafı fazla uzatmayacağım, ruh halini anlıyoruz, gerçekten anlıyoruz. İstediğimiz miktar 100,000,000 $.

Ah, hadi ama. Lütfen bize öyle bakma, bu parayı bulabileceğini biliyoruz. Biz senin tüm geçmişini biliyoruz, kaynaklarımız sağlam ve sana güvenimiz tam.

Sevgili kardeşin Robert’a gelince. Senin yanında olduğu kadar iyi olmasa da güvende olacağından emin ol.

Parayı bu Cumartesi saat 12:00’da getir. Yer Central Park, Bow Bridge. Bize inanman için sana bir fotoğraf yollayacağız.

Sevgilerle
Kötü Adamlar

John okumasını bitirdikten sonra kağıdı büyük bir öfkeyle buruşturdu ve parçaladı. İçinden hakim olamadığı bir sinir dalgası geçti. Kötü Adamlar mı? Bu ne tür bir şaka böyle? Hayır, Robert böyle bir şaka yapmaz. O zaman ne bu? John hışımla ayağa kalktı. Eve gidecekti ve muhtemelen Robert orada bekliyor olacaktı. Eğer oradaysa da, John bunun hiç hoş bir şaka olmadığını ona gösterecekti.

5 Mart Cuma, saat 06:30
Fotoğraf ve ses kaydı e-mailine geldiğinde, neredeyse sabah oluyordu. Robert’ın fotoğrafıydı bu, bodrum katı gibi bir yerde, elleri ve ayakları eski tahta bir sandalyeye bağlanmıştı. Fakat John’u üzen ne bulunduğu durum, ne de yüzündeki yaralardı. John’u en çok üzen kardeşinin yüz ifadesiydi. Çaresizlik, korku ve bıkkınlığın yoğun izleri bulunuyordu yüzünde. Kameraya ölmek ister gibi bakıyordu, işkence çektiği belliydi. Bunlar yetmezmiş gibi ses kaydı da vardı. Kaydı başlattığında hayvani çığlık, yaklaşık 5 dakika kulaklığında kesilmedi. O seste kardeşinden eser yoktu. Ama onun çığlıkları olduğunu biliyordu.

John bu duruma inanmak istemiyordu. Bu…bu mantıklı değildi. Onu seçmelerinde hiçbir neden yoktu. Ailesi zengin değildi, kendisi ise hiç değildi. Önce bir hata yaptıklarını düşündü. Sonra alaycı üslubu olan mektupta açıkça ismini yazmışlardı. Onu tanıyorlardı.

Pes edip de durumu kabullenmeye başlayınca, evinin bir köşesine çekilip uzun bir süre ağladı. Sadece Robert için değildi göz yaşları. Tüm hayatı boşa geçmişti. Hayatının bir anlamı yoktu, artık hiçbir şeyin anlamı yoktu. Babası o daha 5 yaşındayken karate kurslarına götürdüğünde her şey anlamsızdı. 10 yaşında dövüş turnuvalarına zorla sokulduğunda her şey anlamsızdı. Lise yerine askeri okula gittiğinde her şey anlamsızdı. Polis teşkilatı için okumamasına rağmen oraya girdiğinde her şey anlamsızdı. Annesi öldürüldüğünde her şey anlamsızdı. New York’a taşınıp da boktan bir şirketin ofisinde memur olduğunda her şey anlamsızdı. Robert kaçırıldığında her şey anlamsızdı.

Ağlamaya devam etti John. Sanki hep ağlıyormuş gibi hissetti kendini John. Sanki her hafta ağlamış gibiydi, bu üzüntü ona yabancı değildi. O da karşı koymadı zaten, üzüntüye annesinin hayal meyal hatırladığı sıcak kollarına bıraktığı gibi bıraktı kendini.

Fakat böyle devam edemezdi. Buna bir son verecekti. Komşunun gürültüden rahatsız olup da kapısını çalmasını beklemeden ağlamayı kesti. O parayı bulacaktı. Kardeşi pahasına ne olursa olsun yapacaktı. Hayır, sadece kardeşi için değildi, bunu kendisi için de istiyordu. Daha fazla böyle devam edemezdi, eninde sonunda intihar edeceğini biliyordu. Kardeşi onun için trenin sonundaki ışıktı. Daha bir hafta bile olmamıştı o ışığı göreli. Ama hayır, trenin onu gelip ezmesini beklemeyecekti, o ışığa ulaşacaktı.

* * *

Saat sabah 7’yi gösterdiğinde John ayaklanmış ve plan yapıyordu. Parayı bir şekilde bulması gerekiyordu. Bunu yapabilirdi, babası onu küçüklüğünden beri eğitiyordu. Yakın dövüşte iyiydi, silah kullanmada daha da iyi. Bu yeteneklerini ömrünün sonuna kadar kullanmak istemese de sonunda lazım olmuşlardı. Bir an babasına teşekkür etmeyi düşündü, fakat aynı hızla vazgeçti. Onu asla affetmeyecekti.

Geçmişteki anılarını bir kenara attı. Artık para konusuna kafa yormalıydı.

Banka soygunu? Hayır, organize olmam gerekir. Zamanım yok. Çok riskli. İnternet üzerinden dolandırma? Olmaz. Donanımım yok. Kabiliyetim yok. Ev soygunu? I-ıh. Yeterli becerim yok. Tecrübem yok. O zaman ne olabilir? Ah, evet buldum. Powerball!

John müthiş bir hızla tekrar bilgisayarının başına geçti ve onlarca sekmede haber sitelerini açtı. Powerball’un son kazananlarına baktı. Kaynaklarına güvendiği bir haber sitesinde gezinmeye başladı. Uzun bir süre bakındı fakat kazanana dair bir şey bulamadı. Başka bir haber sitesinde gezinmeye başladı. Biraz bakındı ve işte! Oradaydı. Kazananın ismi Owen Rennen’dı. Kazandığı miktara bakmak için başlığa tıkladı ve içeriğine okudu. Parayı dün gece kazanmıştı ve miktar da yaklaşık 175.000.000 $. Sevinçle karışık bir hayret nidası kopardı. Bu Powerball için hiçbir şeydi ama John’un hayatı için önemliydi. Her zaman küfrettiği Amerika’nın ekonomik düzenine şimdi teşekkür ediyordu.

Fakat ortada bir sorun daha vardı. John kötü biri değildi, asla olmamıştı. İstediği zaman gidip soygun yapmazdı. Babasından bu yüzden ayrılmıştı. Yapacağı şeyi vicdanının onaylaması gerekiyordu.

Kazandığı parayı hak etmiyor. Ben kadere inanman, ya da karma saçmalıklarına. Evren olasılıklardan kuruluyor. Söz konusu şanssa, kimse bir şeyi hak etmiyor. Burası, iyilerin talihsiz bir kazada can verdiği ve kötülerin pis kahkahalarına göz yuman bir dünya. Burası, iyilerin yüzünün gülmesini sağlayan ve kötülerin hak ettikleri bir kazada can verdiği bir dünya. O şanslı piçin parasını aldığımda içimde bir suçluluk hissi olmayacak. Çünkü en doğru seçim bu.

Yapacağı şeyi kendine kabullendirdikten sonra biraz daha araştırma yaptı. Kazanan talihlinin evinin adresini buldu. Çok şükür ki Brooklyn’deydi. Aksi takdirde başka bir şehre gitmesi için zamanı yoktu. Acele etmesi gerekiyordu. Owen Renner’a bankaların cezbedici telkiflerinden önce varması gerekiyordu. Aksi halde milyon dolarlık paralar John ona varamadan önce herhangi bir bankanın sıcak kollarında yatıyor olacaktı. Zamanında yetişmeliydi.

Saat 15:00
İkinci kahvesini de bitirdiğinde, Owen Renner apartmandan çıkmıştı. Yanında iki tane iri kıyım herifle birlikte hızlı adımlarla sokağı aştı. John, korumalarının olacağını tahmin etmişti. Elindeki plastik bardağı yere attıktan sonra onları takip etmeye koyuldu. Gün boyunca onu takip edecekti ve parayı bankaya yatırmaya karar verdiğinde en doğru anı yakalaması gerekecekti. Owen elinde para torbasıyla çıkmamıştı fakat John takip etmeyi sürdürdü, peşini bırakmaması gerekiyordu.

* * *

Yaklaşık 7 saatin ardından Owen apartman dairesine geri döndü. Öğlen evinden çıktıktan sonra sırasıyla, bir lokantadan John’un eski bir dostu olduğunu tahmin ettiği bir adamla yemek yedi. Ardından teker teker bankalara uğradı. Owen parasını, kapısından içeri girdiği 5. bankaya yatırmaya karar vermişti. Banka memurunun elini memnuniyetle sıkmasından ve cebine iki aylık maaşına denk gelen bir parayı sıkıştırmasından John o bankayı seçtiğini anladı. Owen akşama doğru da üç beş barda gezdikten sonra evine geri döndü. Adamın kafasının güzel olmasına sevinmişti, işini kolaylaştırırdı.

John evin karşısında bulunan eski yerine döndüğünde iri kıyım korumalardan biri kapıda Owen’ı bekliyordu. Para birazdan aşağı gelecekti ve bankaya doğru gidecekti. John direğe yaslanmış, hayatını kurtaracak parayı beklerken kardeşi Robert’ı tekrar düşündü, vaktin yaklaştığını hissediyordu.

Yaklaşık 15 dakikalık bir sürenin ardından korumalardan diğeri elinde büyük bir çantayla kapıda belirdi. İki koruma birbirlerinin kulağına bir şeyler söyledi. Ardından elinde çanta olan adam Owen’ın arabalarından birine atladı ve bankanın olduğu yere doğru sürmeye başladı. John gülümsemesine engel olamadan arabanın gürültülü bir sesle ilerleyişini seyretti. Bu numarayı yememişti, en basitlerindendi. Polisiye’de ona gösterilen ilk ve en basit numaraydı. Direğe yaslanarak beklemeye devam etti.

Yine bir 15 dakikalık sürenin ardından, bu sefer paranın sahibi belirdi. Spor kıyafetler giyinmişti ve elinde büyükçe bir spor çantası taşıyordu. John adamı görür görmez paranın o çantanın içinde olduğunu anlamıştı. Kendini birazdan olacaklara hazırlamaya karar verdi. Bulunduğu sokak kentin diğer bölümlerine göre fazla işlek olmasa da kalabalıktı. Yapacağı iş sırasında etrafta masumların gezmesi işini zorlaştırırdı. Paltosunun cebindeki silahı çıkarttı, derin bir nefes aldı, ve havaya doğru ateş etti. John, eli havadayken dua ediyordu. Başı sıkışınca her zaman dua ederdi ve kötü bir şey yaptığında her zaman kiliseye giderdi. Bu huylarını ona babası aşılamıştı. Aşılanırken kolu çok yanmıştı.

Saniyeler öncesine göre normal olan sokak, patlama sesinden sonra çığlıkların ve bağırışların içinde kaybolmaya başladı. Arabalar ana caddeye doğru son sürat sürüyor, insanlar ellerindekiler bırakıp delice etrafta koşuşturuyorlardı. John ortamın boşalmasını bekleyemezdi. Korumanın üzerine doğru son sürat koşturmaya başladı. Aslında yanlarına gitmeyip, ikisini de vurup oradan uzaklaşabilirdi. Fakat vicdanı buna elvermezdi. Kötü bir iş yaptığını biliyordu ama en azından fazla can yakmak istemiyordu.

Koruma onu gördüğünde yolu yarılamıştı. İri herif Owen’ı arkasına aldı ve elini pantolonunun arkasında duran silahına götürdü. John hızını daha da arttırdı. Koruma iri olduğundan dolayı yavaştı fakat mesafe de kısa sayılmazdı. Korumanın sağ elini arkasından çıkardığı zaman John çok yaklaşmıştı. Yetişmek üzereydi…

Çarpışmanın etkisiyle, korumanın tabancası elinden uçup ateş edemedi. John, herife nasıl uçtuğunu kendisi bile anlayamamıştı. Tıpkı beyzbol oyuncuları gibi korumanın üzerine fırlamış ve onu yere devirmişti. John yere düştüklerinden sonra beklemeden cüsseli herifi yumruklara boğmaya başladı. Vuruşları korumayı pek etkilemiyordu, bu yüzden çok geçmeyen bir aranın ardından John’u yolun ortasına doğru fırlattı. Kafasını asfalta çarpmaktan kıl payı kurtaran John aynı hızla ayağa kalktı. Kendine gelmek için biraz bekledikten sonra göz ucuyla Owen’a baktı. Ortalarda yoktu. Koruma da kendine gelip üstünü silkeledikten sonra ayağa kalktı. Artık karşı karşıyaydılar.

John, küçükken kurslarda yaptığı gibi konsantre olmaya çalıştı. Kavgalarda her zaman önsezisini kullanıp hamleleri tahmin etmeye çalışırdı. Karşısındaki tecrübesiz olmasa da kendisine denk değildi. Bekledi, savunma yapacaktı.

İri herif sabırsızdı, bağırarak John’un üzerine yürüdü. Elini geriye esnettikten sonra yumruğunu salladı. Öyle hızlı sallamıştı ki kendi dengesini kaybetti. John atağa karşılık kafasını eğse de başının üstüne hafif bir darbe aldı. Kendine gelmek için başını salladıktan sonra, korumanın dengesini kaybetmesinden yararlanmak istedi ve diziyle adamın karın boşluğuna vurdu. Neredeyse tüm gücünü kullanmıştı. Öyle ki diz kapağı bile acımıştı fakat bu darbe herifi yere sermeye anca yetmişti. Yine de korumayı alt etmişti.

Başını sallayarak acıyı hissetmemeye çalışan John, iki büklüm olmuş ve nefesini normale sokmaya çalışan korumanın üzerinden geçti. Fazla zamanı yoktu, Owen’ı aramaya koyuldu. Kısa süren bir aramanın ardından bulması zor olmadı, adamın heyecandan hızlı hızlı aldığı nefesinin sesi onu ele vermişti. Son model arabasının arka bölümündeydi. Çömelmiş, hızlıca bir şeyler mırıldanırken gözü sımsıkı kapalıydı ve kucağındaki çantaya da aynı sıkmayla sarılmıştı. John cebindeki silahı çıkarttı, emniyetini açarak adama doğrulttu.

“Sen bana çantayı ver, ben de beynini kaldırıma saçmayayım.” Sesi ürpertici bir şekilde soğuk ve düzdü.

“Lütfen beni vurma! Lütfen! Be..ben…”

Owen sözünü yarım bıraktıktan sonra John’un bunu anlaması fazla uzun sürmedi. Arkadan gelen kollar belini öyle sıkı sarmıştı ki bir an nefessiz kaldı. Korumanın kendine gelmesi beklediğinden de kısa sürmüştü. John çaresiz bir şekilde beline kobra gibi sarılan kollardan kurtulmaya çalışırken Owen telefonunu çıkarıp polis acilin numaralarını tuşlamaya başlamıştı. Uzaklık 1.5 metreydi. John tereddüt etmeden Owen’a doğru sol bacağıyla tekme savurdu. İkisi birlikte milyarlık telefonun havada parçalanmasını seyrettiler. John bir profesyoneldi, beklemeden onu saran kollardan kurtulmak için plan düşündü. Bulması fazla zor olmadı. Sağ bacağını, arkasındaki korumanın iki bacağının tam ortasına salladı. İsabetliydi, koruma tekrar iki büklüm oldu. John onu saran kolların gevşediğini hissetti ve tekrar atağa geçti. Korumanın kasıklarındaki acı yüzünden eğilmiş kafasını iki eliyle sımsıkı tuttu. İri herif ne yapacağını anladığında bağırmaya çalıştı fakat çok geçti. Sol dizini kullanarak korumanın suratına öyle sert vurmuştu ki, burnunun kırılma sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Yüzü kana boğulmuş herif yere serilip acı selinde kayboldu. Bağırışları cüssesine göre oldukça tiz çıkıyordu. John kendini adama acımadan edemedi, asla böyle bir şey istememişti ama yapmak zorundaydı. Özür dilemeye vakti yoktu.

Gözü tekrar Owen’ı aradığında bu sefer milyarder ondan uzaktaydı. Herif sokağı yarılamış ve elinde çantayla ana caddeye doğru koşuyordu. John bir küfür savurduktan sonra silahını çıkardı. Sol kolunun dirseğini kullanarak silahı sabitledi ve boş sokakta delice koşan adama nişan aldı. Hızlıca dua ettikten sonra tetiği çekti. Yankılanan silah sesinden sonra, arkasına bakmadan koşan Owen’dan acı dolu bir çığlık yükseldi. Kurşun ayağına tam isabet etmese de sıyırmıştı, fakat bu onu yere sermeye yetmişti. Milyarder, John ona doğru koşarken yerde sağ ayağının bileğini tutup şekilden şekile giriyordu. Çanta bir metre gerisinde kalmıştı. John çantayı yolun ortasından aldı. Fermuarı açıp içine bakınca aradığı paradan çok daha fazlasının orada olduğunu gördü. Çantayı kapattıktan sonra yerde yatan adama baktı, bir şey söylemek için ağzını açtı fakat bunun saçma olduğuna karar verdi.

Owen’ın yüzü acıdan buruşmuyordu artık, hiç tanımadığı adam iki gün önce şans eseri kazandığı parayla dolu çantayı yerden aldığında yüzünde hayalleri yıkılmış bir çocuğun yüz ifadesi vardı. Tanımadığı adam arkasını dönüp koşturmaya başladığında Owen gözünü kırpmadan çantaya bakıyordu. Dünyadaki tek umudu da adamla birlikte hızla uzaklaşıyordu.

İşte başardım, dedi içinden John, para şu an bende, başardım. Başardım! Son on dakikada yaşananlardan sonra yüzünde beliren istemsiz sırıtışa kızsa da, içi mutluluk ve zaferle doluydu. Robert’ı kurtaracaktı.

Gecenin bir yarısında, polis arabalarının siren sesi eşliğinde Brooklyn sokaklarında koşarken John’un aklından kardeşiyle yapacakları şeyler geçti. Öncelikle bu şehirden taşınacaklardı. Kendilerini ömür boyu sevecekleri eşlerini bulacaklardı. Çocuk sahibi olacaklardı. Hafta sonu iki aile birleşip gezecekti. Mutlu bir hayatları olacaklardı. Her şey yeniden güzel olacaktı.

6 Mart Cumartesi, saat 11:55
Central Park’ta banklardan birinde uyanmıştı John. Güneş, tepede ışıldayarak Manhattan’a canlılık getiriyordu. Hava çok güzeldi, bu kadar şey yaşanmasaydı gülümseyerek uyanabilirdi John.

Bow Bridge’in üzerinden geçen onca insanı dikkatle süzdü, aradığı adam daha gelmemişti. Çoğu romantik filme ev sahipliği yapmış bu köprü John için şu an bambaşka bir anlama geliyordu. Kardeşine kavuştuktan sonra burayı sık sık ziyaret etmeye karar verdi.

Bankta oturarak hayallere kapılmış bir şekilde beklemesi fazla uzun sürmedi. Aradığı adam geldiğinde köprünün tam ortasında durup saatine bakıyordu. John oturduğu banktan fırlayarak köprüye koştu. Esrarengiz adamın yanına geldiğinde nefes nefeseydi. Adam kısa ve tıknazdı, 1.70 anca vardı. Havanın o kadar da soğuk olmamasına rağmen kalın giyinmişti ve ellerinde eldiven vardı. Taktığı büyük gözlükten ve başındaki kapşondan yüzü tam görünmüyordu. Ama John ten renginin bir cesedinki kadar beyaz olduğunu görebiliyordu.

“Sen. Aradığım adam mısın?” dedi tereddüt ederek.

“Bundan emin olabilirsin John.” Dedi adam. Sesi rahatlatıcıydı.

“Parayı… parayı getirdim. Al, bu çantada fazlasıyla var. Bana kardeşimi verin, onu görmek istiyorum.”

Çantayı tutan elini adama doğru uzattı ve bekledi. Tıknaz adam John kadar sabırsız değildi. Bir şeyler düşünür gibi yere baktı. Ardından çantayı aldı ve biraz ilerideki ormanlık alanı gösterdi.

“Kardeşin orada seni bekliyor. Git, onu fazla bekletme, senin için çok bekledi.”

Başka hiçbir şey söylemedi ve çantanın içine bakma gereği duymadan arkasını döndü. hızlı adımlarla uzaklaşmasını seyretti John. Parkın taş yolunda kaybolmasını izledikten sonra koşmaya başladı. Ormana, kardeşine, kurtuluşuna koşuyordu. Ağaçların arasına daldı, Robert’ı görebiliyordu. Daha da yakınlaştı. Fakat Robert ayakta değildi.

John, hayatında hiç şok geçirmemişti. Nasıl bir şey olduğunu tam bilememişti ve hep merak etmişti. O gün, kardeşini gördüğünde merakını yendi. Elini ateşe sokmak gibiydi, öldürücü bir merak.

Hiçbir şey hissetmiyordu. Çığlık atmak istiyordu fakat ağzını açamıyordu. Ağlamak istiyordu fakat üzülemiyordu. Ona doğru koşmak istiyordu fakat hareket edemiyordu. Beyni ona çok kötü şeyler düşündürüyordu. O an hiçbir şey gerçek değildi, sadece beyninden geçenleri izliyordu. Kabustaydı, gerçek bir kabus.

John’a bir ömür gibi gelen sürenin ardından yavaş yavaş kendine gelebildi. Arkasını dönüp kardeşinin cesedine bakmaktan vazgeçti. Eskiden Robert olan vücudun kafasından bolca akan kan durmuştu. Göğsünün sol bölümünde ve sol bacağında da kan vardı. Üç kurşun onun ölmesine yetmiş. Biricik kardeşini üç kurşunla öldürmüşlerdi.

John sadece boğazındaki yumruyu, kardeşinin yokluğunu ve zihinsel acılarını hissediyordu. Hayatındaki her şey kötüye gidiyordu. O an yapacağı şeye anında karar verdi. İntihar.

Fakat bu anlık bir karardı. John tekrar kafasını topladı, tüm yaşananları düşündü. Alaycı mektup, istenilen para, fotoğraf ve ses kaydı. Yapacağı şey artık değişmişti. Aklından sadece intikam geçiyordu. Uzaktan kardeşine son bir kez daha baktıktan sonra geri dönerek koşmaya başladı. Belki de cesetten o kadar uzakta durmasaydı, kardeşinin ağır ağı inip kalkan göğüs kafesini fark ederdi. Ama fark edemedi.

* * *

Elinde çantayla hızlıca yürüyen adam Central Park’tan daha yeni çıkıyordu. Tekrar tekrar saatine baktı. Fazla sürmeyen yürüyüşünün ardından dairesine vardı. John onu hemen oracıkta öldürebilirdi ama sinirlerine hakim olmalıydı. Bu işin içinde sadece o adam olamazdı, sorumlu olan herkesi öldürecekti. O yüzden onun dairesine girmesini izledi. Bir direğe yaslanıp bekledi. Yeniden.

Bu sefer fazla uzun sürmedi, adamın çıkması yaklaşık bir saati almıştı. Onu takip etmemeye karar verdi, evinde daha ilgi çekici bilgiler olabilirdi.

Önce nasıl gireceğine karar vermeliydi. Mekanı süzdü. Bina iki katlıydı ve yanında kahve dükkanı vardı. Kahve dükkanının alçaktaki çatısı, binanın ikinci katıyla aynı hizadaydı. Adam da orada kalıyordu. John için çocuk oyuncağıydı.

Kahve dükkanının arkasına gitti. Dükkanın arka bölümündeki çöplükte levye büyüklüğünde bir şey aradı. Kısa süren arayışının sonunda paslanmış bir levye buldu, şanslıydı. Ardından dükkanın üstüne çıkan merdivenleri kullanarak çatıya çıktı ve bekledi. Dikkat çekmek istemiyordu, o yüzden sokağın boşalmasını bekleyecekti.

Yaklaşık 10 dakika sonra ortalık sakinleşti. Öğle mesaisi bittiği için sokaklar tekrar boşalmıştı. John vakit kaybetmeden pencerenin önüne geldi. Tahmin ettiği gibi pencere üste doğru açılıyordu. Levyeyi zorlayarak pencerenin altındaki iki plastik çerçevenin arasına geçirdi. Sonra tüm gücünü kullanarak levyeyi aşağı doğru itmeye başladı. Saniyelerin ardından pencere üste doğru hafif açıldı. John zaferle gülümsedikten sonra alnındaki teri sildi, levyeyi kiremitlere attı ve pencereyi açıp içeri girdi. Artık evdeydi.

Daire bir yatak odası, banyo, mutfak ve küçük bir salondan ibaretti. John salona girdi. Oldukça dağınık ve düzensizdi. Duvarda fotoğraflar, çalışma masası olduğu anlaşılan bir masanın üzerinde yemek artıkları, buruşmuş kağıtlar ve bir zarf duruyordu. Masanın solunda dinlenme koltuğu gibi gözüken bir koltuğun üzerinde bir fotoğraf duruyordu. Koltuk ve masanın arasında da bir kasa vardı, küçüktü.

John masadan başlamaya karar verdi. Odanın ortasında bulunan sandalyeyi aldı ve masanın karşısına oturdu. Zarfı eline aldı, bu sefer korkmadığını fark etti. Alaycı mektubu aldığındaki his yoktu. Bir anda aklına Robert’ın ondan gizli yaptığı konuşma geldi. Bunun nedenine kafa yormadan John zarfın içindeki katlanmış kağıdı çıkardı ve okumaya başladı.

Sevgili John,

Biliyorum, seninle fazla birlikte olamadım. Elimde olmayan nedenler yüzünden birbirimize kavuşamadık. Anılarının derinlerindeki yalnızlığının nedeni ben olduğum için senden özür diliyorum. Asla iyi bir anne olamadım.

Fakat bensiz hayatının, sen daha küçükken eğlendiğimiz zamanlar kadar güzel olmasını istiyorum. Bu yüzden seni yalanlarından arındıracağım. Belki sana annelik yapamadım, ama en azından seni bu döngüden kurtaracağım.

Babanla gençken tanışmıştım. Bana karşı çok iyi davranmıştı. Sorunlarımızı paylaştık ve yenmeye çalıştık. O beni çok sevmişti, hak etmediğim bir hayata sahip olduğumu söylerdi. Zengin olmamızı istedi. Fakat bu düşünce onda bir saplantı oldu. Onun tek gerçeği bu saplantı oldu, ben ise sadece bir rüyaydım.

Her şeyi denedi. Kumar oynadı, uyuşturucu sattı, dolandırdı, çaldı. Fakat bunlar yeterli olmadı. Hayatımız bir kabusa dönüşüyordu, bir bataklıkta debeleniyorduk. Ardından olabilecek en iyi şey oldu, hamile kaldım.

Her şeyin düzeleceğini sanmıştım, fakat Phil denen o herifle tanıştı. Phil başarısız bir girişimciydi. İlaç sektöründeydi. Babanla kötü işlerinden birini yaparken tanıştı. O da aynı saplantıdaydı. İşte o saplantı, senin hayatını değiştirdi.

Seni kullanmak istediler oğlum. Senin tek kurtuluşları olduğunu düşündüler. Böylece sana dövüşmeyi, silah kullanmayı, öldürmeyi öğreteceklerdi. Müthiş bir katil olacaktın. Bir hırsız olacaktın. Onların başaramadığı kötü şeyleri başaracaktın. Fakat ben bunu istemedim, ağzımı açmaya çalışınca beni susturdular. Ben direnince de, bizi ayırdılar. Ama ben seni buldum, en sonunda seni buldum oğlum.

Bu kötü şeyleri benim gibi sen de istemedin. Babanın fikirlerine karşı çıktın, kobay olmak istemedin, Amerika’ya taşındın. Yine de peşini bırakmadılar. Planları kurnazcaydı, şeytancaydı.

Her hafta, seni üvey kardeşin sandığın biriyle tanıştırdılar. Ardından kardeşini kaçırmış gibi yaptılar. Senin en büyük zaafın olan yalnızlığı kullandılar. Sen de kardeşini kurtarmak için her hafta onlara para kazandırdın. Ardından tüm yaşananları sana unutturdular. Kardeşinle tanıştığın haftaları sana unutturdular.

Her hafta yeni bir kardeş edindin. Her hafta yeni kardeşlerinden oldun. Sana tekrar tekrar aynı şeyleri yaptırdılar. Amacın iyiydi, fakat yaptığın şeyler kötüydü. Kötü şeyler yaptın John.

İlk hafta banka soydun, sonra bir milyonerin paralarını çaldın, sonra yardımseverleri dolandırdın. Geçen her haftada daha başarılı oldun, işini kolaylaştırdın. Onların işlerini kolaylaştırdın. Kardeşin sandığın adamlar uğruna insanları öldürdün, üzdün.

Şimdi senden gerçeği görmeni istiyorum oğlum. Hayatın bir yalan üzerine kuruldu. Saplantılar uğruna hayatından oldun. Onlar yüzünden, baban ve arkadaşı yüzünden. Onlardan kurtul, eski hayatından kurtul. Bunu ikimiz için de yap oğlum.

Ne kadar kahrolsam da seninle görüşemem, beni bulurlar. Onlar her zaman seni izliyor. Sadece bir yerlerde seni düşündüğümü bilmeni istiyorum, her zaman benimlesin. Her zaman seninleyim.

Seni seviyorum John.

Annen

Göz yaşlarıyla birlikte, elindeki kağıt da yere düştü. Duygu selinde boğuluyordu John, yine de bu duygu seli ona tekrar yaşadığını hissettirdi. Etrafı renklerle süslenmişti. Özlem, pişmanlık, öfke, sevgi ve nefret. Tüm bu renkler bir gökkuşağını oluşturuyordu: gerçekler.

Fakat her şeyden önemlisi onun yaşıyor olduğuydu. Annesinin yaşıyor olması, şu anki tüm yaşadıklarından daha önemliydi. Onun yaşadığına seviniyordu ama bunca yıldır onu ölü bilmesi. İşte bu onu zehirlemişti. Zehirinin acısıyla birlikte, babasına olan nefreti de artmıştı. İntikam için bir neden daha.

John uzun bir süre oturduğu yerden duvarı izledi. Öğrendiklerini idrak etmesi onun için hiç kolay değildi. Tüm o yaşadıkları, çektiği acılar, öldürdüğü adamlar… Hepsi iki tane psikopat adam yüzündendi, içlerinden birinin babası olması onu daha da üzüyor ve delirtiyordu. Öfkesinden burnundan soluyor, boynundaki damarlar şişiyor ve sıktığı yumrukları yüzünden tırnakları etine batıyordu. İçinde nefreti yüzünden biriken enerjiyle, önündeki masayı parçalayabilirdi. Bu, bir çocuğun oyuncağı elinden alındığı zamanki öfkesi gibiydi. O oyuncağı geri almak istiyordu. İmkansız olduğunu biliyordu, ama almak istiyordu. En sonunda içindeki öfke patladı ve bağırmaya başladı. Bu bağırışın içinde çaresizlik, yoksuzluk ve kabullenememe vardı.

“Şerefsiz orospu çocukları!”

Ard arda aynı küfürleri ettikten sonra kendine hakim olmaya çalıştı, sakinleşti O salonda oturup, uzun süre yaşamını düşünüp kahrolabilirdi. Fakat buna zaman yoktu. Masanın üzerindeki diğer mektuplara baktı. Bunlar Paul isimli birine yazılmıştı, yani babasına. John hiç şaşırmadı.

Mektuplarla işi bittikten sonra sandalyesinden kalkarak masanın çekmecelerini karıştırdı. İlkinde Phil’in Üniversite’yi bitirdiğini belirten tıp diploması bulunuyordu. İkincisinde, büyük heveslerle hazırlayıp şirketlere satamadığı ilaçlarının makaleleri yer alıyordu. Makalelerinden bir kaçını okudu John. Phil’in bulduğu ilaçlardan biri, maruz kalan kişinin yakın geçmişini aklından siliyordu. Dozajı arttırdıkça maruz kalan kişi bir gün, bir hafta ya da bir yıldır yaşadıklarını unutabiliyordu. Tamamen unutmuyordu, bu sanki demin söyleyeceği bir şeyi unutmak gibiydi. Silik hafıza. John diğer yazılara da göz ucuyla bakıp yerlerine koydu.

Masayla işi bittikten sonra fotoğraflara bakmaya karar verdi. Çoğunlukla tahmin ettiği gibi kendi fotoğrafları vardı. Sevgilileriyle çekilmişti, arkadaşlarıyla çekilmişti, açık pencere kullanılarak evi çekilmişti, küçükken bisiklet sürmeyi öğrendiğinde çekilmişti. Hayatının özeti vardı o fotoğraflarda.

Diğer fotoğraflara baktı. Kardeşini gördü. Hayır, kardeşi sandığı kişiyi gördü. Oynadığı bir tiyatro oyunu sırasında çekilmişti, tiyatro binasının önünde çekilmişti, açık pencere kullanılarak yoksul evi çekilmişti. John o an anladı. Robert, daha doğrusu Robert sandığı kişi paraya ihtiyacı olan bir tiyatrocuydu, oyuncuydu. John’un tecrübelerine göre kardeşi oynamakta ve ölü taklidi yapmakta oldukça iyiydi. Ona da okkalı bir küfür savurdu.

Duvardaki fotoğraflardan birinde de eski bir Katolik kilise vardı. John kiliseyi hemen tanıdı, aklına orada yaşadıklarını hatırlayamaması geldi, sinirle gülümsedi.

En sonunda kasayı kontrol etmeye karar verdi. Televizyon ekranı büyüklüğündeki kasanın üzerinde numaralar vardı. John biraz düşündü, sonra şifrenin ne olması gerektiğini buldu. Phil’in en büyük projesinin doğum yılı.

Doğduğu yıl olan 1985’in numaralarını tuşladı. Kasanın kapağı bir klik sesiyle açıldığında kasanın içindekileri gören John şaşırmadı. Yaklaşık 2 düzine iğne, içindeki ilaçlarla kasaya kapatılmıştı. Az önce okuduğu makaleyi hatırladı. Her şey yerine oturuyordu. Son hafta yaşadıklarını düşündü. Kiliseye gitmesi, Robert, spor çantasını çalması, gizli telefon konuşması, bira içmeleri, alaycı mektup, uzaktan gördüğü ceset, annesinin mektubu, tiyatro binası, ilaçlar. Loş odada acı bir şekilde gülümsedi. Tam bir Christopher Nolan filmi.

Fakat John her zaman sonu iyi biten filmleri sevmişti. Ve bu onun filmiydi.

Evden çıkmak için hazırlandı. Son kez odayı taradı ve yere düşen mektubu gördü. Ona bir kez daha baktıktan sonra cebine attı. El yazısı ona yabancı değildi fakat neden yabancı olmadığını anlayamadı.

Cevabı basitti: uzun süredir yazı yazmıyordu. O mektubun, kendine hazırladığı bir oyun olduğunun farkında değildi. Annesinin her zaman yaşamasını istemişti, ölmüş olduğuna inanmak istemiyordu. Geçen hafta, Phil’in ilaçları ona o hafta yaşadıklarını unutturmadan önce yedinden her şeyin farkına varmıştı. Bu yüzden yaşadıklarını her an unutacağını bildiği için kendine mektup yazdı. Annesinin ağzından.

Ölmediğine inanmak istiyordu, o da kendini inandırdı. Başardı da.

John yazıyı hatırlamak için uğraşmamıştı. Acele etmesi gerekiyordu. Daha eczaneye gidecekti, sonra burayı tekrar ziyaret edecekti.

Saat 15:00
“Affet beni peder, bugün bir günah işledim.”

“Üzülme oğlum. Tanrı suçundan pişman olanlara kin beslemez. Anlat bana, suçun neydi?”

“Ben…ben birilerini yaraladım. Dövdüm ve ateş ettim.”

John’un sesi üzgün çıkıyordu, taklit yapmıyordu.

“Günahın, affedilecektir. Şimdi bana elini ver.”

“Sağol peder.”

John tereddüt etmeden elini uzattı. Kabinin diğer tarafından çıkan el bir cesedinki kadar beyazdı ve kendi eline göre oldukça küçüktü. Rahip, elini tuttuktan sonra aniden sıkmaya başladı ve bırakmadı. John, bileğinde çimdiklemeye benzer bir acı hissetti. Ardından damarlarında akan yabancı sıvıyı fark etti. Uzun bir süre hareketsiz kaldı. Karşı taraftaki kabinin kapısı açıldı ve ayak sesleri duyuldu. John, kabinden çıkıp o an onu öldürebilirdi, ama gafil avlamak istiyordu. Yüzündeki ifadeyi görmek istiyordu. Birkaç dakikanın ardından John da dışarı çıktı.

Eski Katolik kilisesinden çıktığında hiçbir şeyi unutmamıştı. İçindeki enerjinin arttığını hissetti. Modafinil, tüm bitkinliğini söküp almıştı. Artık intikam için hazırdı.

Arabasına bindi ve radyoyu açtı. Muse-Uprising çalıyordu. John’un yüzünde cezbedici bir sırıtış belirdi.

Şimdi oyun sırası bende korkaklar, hayatınız artık benim elimde. Kendi kuyunuzu kendiniz kazdınız. Bana dövüşmeyi öğrettiğiniz için pişman olacaksınız, bana silah kullanmayı öğrettiğiniz için pişman olacaksınız, bana adam öldürmeyi öğrettiğiniz için pişman olacaksınız. Yaptığınız her şey için pişman olacaksınız.

Bugün, benim günüm. Bu artık benim hayatım. Arkamda yalanlar, önümde gerçeklerle yürüyorum. Sizin için geliyorum, intikam için.

Ah, intikamları oldum olası sevmişimdir.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *