Öykü

Döngüye Kaçış

Art arda tepeler önünde yükselirken feveran etmek, huzurunu kaçırmak yerine gökyüzüne bakarak teselli bulmaya çalıştı; buluttan yoksun atmosfer, muhteviyatındaki bir düzine gaz koleksiyonundan değil de yekpare bir gazdan oluşmuş gibiydi. Bu muhteşem semanın altında bu kadar aciz olması ne büyük çelişkiydi.

Sıcak havayı kucaklayıp suratına bir tokat gibi çarpan yakıcı rüzgâra sebat ediyor; matarasındaki suyu ürkerek içiyordu. Seyahatinin en bıkkın safhalarında ulu arif Uru Lai’nin kelamları aklına uğrardı. Astrid ilerle! Durmaksızın! Kafasında çınlayan bu sözler bazen koşarcasına yürümesine sebep oluyor bazen derin bir umutsuzluğa ve paranoya sevk ediyordu; arifin sözlerinin doğruluğunu muhakeme edip aldığı nefesin gerçekliğini sorguluyordu.

Merhamet bekleyen hamlacı bir köle kadar çaresizdi. Bu gezegendeki üçüncü gününü devirmek üzereydi; en fazla konakladığı yer burası olmuştu. Su ve besin kaynaklarının kıt olmasına karşın düşmanın izine daha rastlamaması bir nebze olsun hafifleticiydi; çünkü uzun süredir süren bu kovalamacada iki günden fazla hiçbir gezegende kalmamıştı. Derinlerde cılız ve ürkek bir umut ona artık düşmanının onu azlettiğini fısıldıyordu ama bu umuda gereğinden fazla tutunmak istemiyordu. Mütemadiyen devam eden kovalamaca mukavemet gücünü zedelemiş, sabrının sonuna yaklaştırmış ve onu pes etmenin eşiğine getirmişti. Hocasının ve kendisinin kutsal addettiği görev ona artık eskisi kadar doğru gelmiyordu.

Astrid deve tüyü rengi gömleği ile tezat gösteren siyah peçesini seyrüsefer eden rüzgâra rağmen bir sürede olsa açtı ve derin, kesiksiz bir nefes aldı. Güneş kırmızı ışıklarını göndermeye başlamıştı. Havanın kararmasına bir saatten daha az vardı ve bu onu koruyan yegâne şey olan güneş ışınlarını kaybedeceği anlamına geliyordu. Önünde yükselen kum tepesinin güneşe bakmayan yüzünde kamp kurmaya karar verdi.

Uzaklardan hırçın bir hava akımı soluk, acımasız ve karanlık bir dizi bulutu Astrid’in tepesine taşımıştı. Bu gezegende her akşam olagelen bir gelenek gibiydi. Güneşin veda etmesine çok az kalmıştı, artçı ışınları bir ressamın fırçası gibi gök kubbeyi kızıla boyamıştı.

Bohçasından çıkardığı ekmekten titreyen elleri ile küçük bir parça kopardı. Su tulumundan birkaç damla damlattı ve tek hamlede midesine indirdi zira tek bir su damlasının bile ziyan olmasını istemezdi. Ekmeğin tadı ona çok uzaklarda kalmış olan mesut günlerinde yediği eksiksiz ve kusursuz yemeklerini hatırlattı.

Güçlü benliği bile defalarca sınanmış duygularının gerginliği altında eziliyordu. Astrid yüreğini yeislerle dolduran bu melun yalnızlığın asla bitmeyeceği, nasırlaşıp vücudunun bir parçası olacağı gerçeğini düşünüyordu ve kesif hakikatı sancılı da olsa kabul etmeye başlamıştı. Önünde alçalan engin çöl denizine tahakküm eden bir sinirle bakıyordu. Çölün istikrarlı hür ve pürüzsüz yüzeyinin onla alay edercesine mamurca önünde uzanmasına dayanamıyordu. Akşam olmak üzere, ritüel’e başlamalısın. Bu endişe onu aniden dem vuramadığı düşüncelerinden çekip almış yaşama güdüsünü tekrar dimağına sokmuştu.

Deri kaplı sırt çantasından ahşap bir sandık çıkardı. Dizlerinin üzerine çöktü ve terli alnını elinin tersiyle sildi. Mavi gözlerinde telaş ve bıkkınlık vardı. Özenle sandığın kancası ve kapağını açtı. İçinden antik mekanik bir bilgisayar çıkardı. İç kısmı bir saat kadranına benziyordu, düzinelerce bronz çarklı dişe sahipti ve bu dişli halkaların üstünde değerli taşlarla temsil edilen gezegenler vardı. Bu kozmozun minik bir temsiliydi.

Bu antik aygıtın sırrı Uru Lai tarafından bahşedilmişti. Cuha Labra taifesinin amansız takibinden her seferinde bu sayede kurtulmuştu. Uru Lai’nin derslerinde söylediği sözleri yine aklında dolanıyordu. Unutma uzay-zaman dokusunu bükmek için ihtiyaç olan egzotik madde kara büyünün ta kendisidir. Seni öldürene kadar vazgeçmeyecekler, ırkımıza yeniden doğuş imkânı verecek gezegeni bulana kadar aramaya devam etmelisin.

Uzay-zaman dokusunu bükmek için gerekli olan enerji kara büyü sonucu ortaya çıkan egzotik maddeden meydana gelecekti. Aletin büyüyle oluşturulan metriğine göre galaktik ölçüde kütle-çekim dalgası oluşacak ve ışık hızından hızlı yolculuk yapmak mümkün kılınacaktı.

Ustasının ona öğrettiği ve atalarının el vermesiyle kanında dolaşan bu yetenek ırkının sonuncusu olduğu için bazen bir ödül bazen bir lanetti.

Astrid büyüsü için acele etti; zira alacakaranlık çökmüş ve güneş yaydığı turuncu ışıkla gökyüzünü altın sarısına boyamıştı. Olduğu yere bağdaş kurup büyüsü için gerekli sözleri söylerken bir yandan da meçiyle bileğine üç paralel sığ kesik attı, kavruk teninde kanın yüzeye çıkması için taze yaranın çevresine baskı yaptı. Kanını aygıtın halkalarına damlattı ve efsunlu sözlerini daha hızlı tekrar etmeye başladı. Yüzü esrik bir hal almış, sözlerini mırıldanırken kafasını sağa sola oynatmaya başlamıştı. Düzinelerce dakika boyunca onun bu sözlerine tekinsiz çöl rüzgârı ve kum şeytanları eşlik etti.

Huşuyla marifetini yitirmiş aklını rüzgâr hasebiyle burnuna gelen menfur bir koku tekrar yerine getirdi. Bu bilindik kokuya eşlik eden cılız böğürtüler onu telaşlandırdı. Güneş batalı çok olmuş serin çöl rüzgârı esmeye başlamıştı. Az evvel uyandığı bu coşkudan hakiki hayata dönmesi uzun sürmedi. Bir eline karabinasını bir eline meçini alıp gece göğünün altında seslerin kaynağına doğru ilerlemeye başladı. Önünde yükselen kum tepesinin ardında gelen homurtulara kulak kesildi. Bir manga Cuha Labra kendi lisanlarında konuşuyorlardı. Yüreği göğsünde büzüldü. İşte tam bir tepe ardında tüm ırkını acımadan katleden soysuz budun yerden biten mantarlar gibi çoğalmaktaydı. Uğursuz tıngırtıları ve cerahat kokuları Astrid’in uçurumun kenarındaki sinirlerini titretiyordu. İçinde büyüyen intikam topunun bir çığa dönüşmesi an meselesiydi; fakat bu hislerini dizginleyip aklı selim davranması gerekiyordu. Sayıca üstünlerdi ve günlerdir kaçan Astrid’e göre daha çevik ve dinçtiler. Astrid hakim tepenin zirvesine kadar süründü.

Tepesindeki bulutlar dağılmış, samanyolu bulutsusu ve bütünüyle parlak evresindeki Ay mistik bir görüntü oluşturmuştu. Kum tepesinin zirvesinden önünde alçalan düzlüğü gözüyle müşahede etti. Astrid birazdan olacaklara alışıktı zira bu vaziyeti sıklıkla yaşamıştı. Arkasından gelen başka bir mekanik ses onu bu umutsuzluğundan çekip aldı. Omzu üstünden baktı ve aletin çarklarının şangırdamaya başladığını duydu.

Biraz olsun yüreğine su serpilmişti. Ancak alet ve Cuha Labraların uzay-zaman dokusunu bükmesi eş güdümlü cereyan edecek gibiydi.

Sanki hep birlikte kendi erk hayvanlarını çağırıyorlarmış gibi bir çember haline gelip transa geçmeye başladılar. Bir böğürtü senfonisi vardı; ancak harmonik bir gürültüydü bu, ezgisi daha önce defalarca tekrarlanmış, iyi bilinen bir besteydi. İğrenç kokuları yoğundu ve temiz çöl havası tarafından yadsındı ve rededildi; bu kokunun cisimleşmesine ve görünür hale gelmesine sebep oldu. Yaratıklar bir süre hallerine devam ettiler; lisan-ı hallerinden ritüelin biraz sonra biteceği anlaşılıyordu. Astrid makinanın halen büküşe başlamadığını ve biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu biliyordu. Yüksek sesten ve ani saldırıdan korktuklarına vakıftı. Apar topar karabinasına sarıldı ve mermisini sürdükten sonra umacı taifesine ateş etmeye başladı. Mahlukları hallaç pamuğu gibi atmıştı. Birbirleriyle öğürerek haberleşiyorlardı. Lider olduğu öğürtüsü daha yüksek tonda çıktığından belli olan eliyle ve başıyla işmar edip ve aynı zamanda öğürerek etrafına emir ve görevler yağdırıyordu.

Antik insan boyunda ve ebatındaydılar; üstlerine giydikleri muhtemelen daha önce mavi renkte olan redingotlar güneşe bir hayli süre maruz kaldıkları için adaçayı yeşiline solmuştu; İngiliz shako şapkalarının altındaysa İkinci Dünya Savaşından kalma gaz maskeleri vardı. Bu çok gelişmiş klon topluluğu bir aşçı yamağı kadar telaşlı aynı zamanda yıllardır aynı işi yapan bir zanaatkar kadar da alimdi. Astrid’in isabet eden mermileriyle birer ikişer yere kapaklanmalarına rağmen ellerindeki alaca renkli direkleri zeminde hayali bir dikdörtgenin köşelerine gelecek şekilde yerleştirdiler. Bu direklerin üstlerine ise direklerden bir buçuk metre uzun kare şeklindeki yansıtıcıları yerleştirdiler. Astrid’in tüm çabalarına rağmen kendilerine has düzeneklerini çalıştırmayı başardılar. Bulundukları zemin eski sertliğini kaybedip esnedi; alanın ağırlık merkezi konik bir şekilde sündü ve tam ortasından delindi; ardından sanki bir küvetin boşalması gibi kumlar aşağı döküldü. Bir süre sonra oluşan bu delikten aşağıya inen kumlar anti-yerçekimli parçacıklara dönüşüp havaya doğru uçuşmaya başladı. Sanki bir dev midesindeki tüm besini kusuyor gibiydi. Çok geçmeden bu parçacıklar bir araya gelip yeni Cuha Labralar oluşturdu.

Astrid’in artık kaçmaktan başka çaresi yoktu neyse ki alet onun bu isteğine tam zamanında cevap vermişti; etrafında birkaç metre çapında bir bölge oluşmaya başlamıştı. Yeni oluşan Cuha Labralarla birlikte Astrid’in düşmanlarının sayıları kısa sürede kat ve kat artmıştı. Onlarca Cuha Labra bir anda peyda olmuştu. Astrid’in karabinası artık yel değirmenlerine saldıran Don Kişot’un mızrağından daha beter durumdaydı. Meçini ve silahını bir köşeye fırlatıp tüm gücüyle koşmaya başladı. Omzunun arkasından baktığında daha yeni doğan bu klon sürüsünün peşine takıldığını gördü.

Aletin etrafında zuhur eden hava daha yoğundu ve oluşturduğu alan seçilebilitordu. Astrid bu alana girdi ve aletin baş ucuna bağdaş kurup oturdu. Kara büyüyle korunan bu alana Cuha Labralar müdahale edemedi. Alanın etrafını çevirmekle yetindiler; böğürtü ve öğürtüleriyle Astrid’e tüm hınçlarını kustular. Alana çok fazla yaklaşmayı cesaret edip dokunanalar ise anında toz zerreciklerine dönüştü.

Klon kaynağından düzinelerce klon Astrid’in etrafını sarmaya devam etti. Sayıları binleri bulmaya başladı öyle ki birbirlerine temaslarıyla oluşturdukları baskı sebebiyle oluşan domino etkisinden daha fazlası alana çarpıp yok oldu.

Makine tam takır çalışmaya başladı. İşte Astrid’in beklediği an buydu. Sevinçten gözleri parlamış, yüreği kuş gibi kanatlanmaya hazırdı. Önünde uzay-zaman dokusu sıkışarak daraldı; bu önündeki kumların aşağı doğru meyillenmesine neden oldu; arkasında ise esneyerek genişleyen kum tabakasının yükseldiğini gördü. Bu uzay-zaman alanı artık oluşmuştu. Işık hızında yolculuğa ramak kalmıştı. Astrid bir sonraki durağını merakla bekliyordu. Her ne kadar bu kovalamacadan sıkılsa da her seferinde kurtulduğuna ve Cuha Labralara yem olmadığına sevinirdi. Alet çalıştı ve yolculuk başladı.

Art arda tepeler önünde yükselirken feveran etmek, huzurunu kaçırmak yerine gökyüzüne bakarak teselli bulmaya çalıştı; buluttan yoksun atmosfer, muhteviyatındaki bir düzine gaz koleksiyonundan değil de yekpare bir gazdan oluşmuş gibiydi. Bu muhteşem semanın altında bu kadar aciz olması ne büyük çelişkiydi.