Hikaye dört sekanstan oluşmaktadır. Her sekansta dört güruhun her birine ait dört plan vardır. Planlar arası; eş zamanlı, bağımsız zamanlı kronolojik zamanlı…
Salonun duvarları altın ışıklarıyla vuruşmuş, sabah ışıkları beyaz duvarda soluk, parlak olmayan sarımsı renk oluşturmuştu. Altının bulaşmadığı yerler ise kremliydi. Hoş bir andı; ama göze en hoş geleni tablolarla buluşan altındı. Öyle ki, yağlı boyaya çarpan bu altın onda bir bütünmüş gibi milyonlarca ufak parıltı oluşturuyordu. Yola koyulmak için alelacele hazırlanan kadın bir anlığına içinde bulunduğu telaşı unutarak bu durumu hayran hayran temaşa etti. Daha sonra istemsizce hayranlığını evine yöneltti. Çok iyi döşenmişti. Möble sayısı azdı ve bu azlığın getirisi eve kısır bir kuruluk değil aksine estetik bir sadelik katıyordu. Bunun dışında insanı yıllarca doyurabilecek büyükçe kütüphanesi de vardı. Salon dâhil beş odanın tamamı tablolarla, resimlerle bezenmişti. Her odada az ama ihtişamlı eşyalar vardı. Lüks bir evdi ama mütevazı idi de. Hayranlığının donakalmaya dönüştüğünü anlayan kadın sıçrarcasına toparlandı ve işine döndü. Bazı şeyleri atlayarak ya da unutarak hazırlanma sürecinin rötuşlarını yaptı ve oğlunun odasına gitti. Stor perdeleri indirip çocuğun yüzüne altınla vurdu. Altınla uyandırmayı seviyordu. Oğlunun birazdan kalkacağını düşünerek tuvalete gitti. Uyanır uyanmaz hazırlanmaya koyulduğundan sabahtan beri tuttuğu çişini, korun harlanması aniliğiyle ve güçlü bir tazyikle boşalttı. Bunun rehavetiyle klozetten doğru bağırdı.
“Evreen. Hadi oğlum geç kalıcaz. Bak hadi artık ha!”
Yankılanan bu çağırtı doğal olarak Evren’in kalkma sürecini hızlandırdı.
“Tamaam. Kalktım şimdi.”
Anne tuvaletten çıkınca, dışardan Evren’in giyinişini izledi. Çocuk odasından çıkar çıkmaz da seslendi:
“Hadi hadi hadi dikilme öyle çabuk gir gireceksen tuvalete, elini yüzünü yıka.”
Çocuk uykunun sersemliği ve annesinin talimatları arasında ikircikli bir hızla tuvalete girdi. Klozet hala sıcaktı. Hiç sevmezdi bunu, acelenin üzerine hiç olmamıştı, uyku hali kaybolmuşçasına,
“Anne niye diğer tuvalete girmedin, ben sevmiyorum böyle.” şeklinde sitem etti ve beklemediği, neredeyse hiç azar işitmemişti, sert üslupla karşılaştı:
“Hadi bak kızıcam artık. Çabuk ol!”
Bu ani öfkeli tepkiyle, ona göre, annesinin tazyikine ulaşan çocuk işini çabucak bitirdi, elini şöyle böyle suya tuttu ve çıktı. Montunu giymeye koyulurken annesi onu süzüyordu.
“Cumartesi diyetisyene gitcez randevu aldım. Bi gözükelim yine…”
Montuyla boğuşan çocuk annesini başıyla onayladı.
“Tamam, hadi çık yavrum. Bek… Bekle orda dur. Telefonumu alıp geliyorum.”
Telefonunu aldı. Geldi. Son bir kez etrafa baktı.
Kapı kapandı.
***
Kapı açıldı.
Mokasenlerini çıkarıp içeri geçti:
“Ay kusura bakma geciktim bi saat çıkamadım ki evden. Terlik verir misin üşütmeyeyim şimdi.”
“Nolcak canım geç içeri. Şurda, Şu dolapta var. Evet orda. Gel içeri hadi plan yapalım.”
Salon da diğer odalar gibi pislik yığınına boğulmuştu. Ama bu dağınıklıkta, ilginçtir ki, geleni büyüleyen mistik bir hava vardı. Loş bir ışık, pastel tondaki morla işlenmiş duvarlar, bitpazarından alınmış retro maroken koltuklar, işlemeli lacivert perdeye ve tüle sinmiş sigara ve tütsü kokusu…
“Erdemle konuştum; dört, beş, altı gibi buluşuruz size de uyarsa dedi.”
“E iyi tamam. Ya Aysel şu televizyonu açsana… Bi haftadır yalnızım, sese hasret kaldım resmen. Bunaltı geldi, ses olsun az evde. Aç aç aç!”
Bantla mumyalanmış kumandaya uzandı Aysel. İsteksiz bir biçimde açma tuşuna bastı. Hemen döndü.
“ Senin ilk defa mı?”
“…zorla girdi ve tecavüze yeltendi. Evden gelen çığlıklar üzerine köylüler iki çocuk annesi kadını adamın elin…”
“Yok, bi kere daha yapmıştım, oldu gerçi baya ama… Ay televizyonda da sıkıntılı şeyler. Hazırlanıp çıkalım yavaştan istersen. “
“…lise teslim etmek istemedi. Tecavüz zanlısı meydanda dövüldü. Erkekler zanlıya sopayla vurdu. Kadınlar ise…”
“Benim ilk olacak, hiç bu kadar uçmamıştım heralde.”
“…distan’da yirmi üç yaşında bir genç kızın toplu tecavüze…”
***
“…uğramasının ardından, kadına yönelik şiddete karşı hassasiyet arttı. Beş zanlının yargılanmasına da başlandı. Halk, idam cezası is…”
Bu haberle birlikte kendi haklılığının uçucu gururunu yaşıyordu. Yalnız yaşıyordu. Yalnızdı. Her işini tek başına görür, kimseye itimat etmezdi. Öyle ki, düşünsel paylaşımını bile kendi kendine yapardı. Ürettiği savları, argümanları yine kendisiyle tartışırdı. Kumandayı almak için kalktı ve televizyonu kapattı. Yine kendiyle konuşmaya koyuldu.
“İyimser değilim işte… Ya da asıl iyimser benim.” dedi. O sırada ayağa kalkmış, açtığı pencerenin iç tarafındaki yansımasına bakıyordu. “Davranışlarda bi bayağılık var. Sahtekârlık, ikiyüzlülük, kasıntılık… İyimserler… Eh işte y.raklar. Ben de y.rağım. Peki, ne diye onlara öfke besliyorum ki? Yok, onlara öfke beslemiyorum, onlardan iğreniyorum. Yok ulan iğrenmiyorum da. Niye iğreneyim? Kendi düşüncemi kendime bile izah edemiyorum tam bi y.arak kafalıyım. Tamam, aç o zaman konuyu biraz. Kendime gülünç görünmekten korkuyorum. Basit örnekleri kendime layık bulmuyorum ama deneyeceğim. Egoya bak ulan. Anlıyorum sizi ve pekâlâ dinlemeye koyuluyorum. Öncelikle tüm kavramlar salt birer seçimdir. Denildi bunlar çok denildi, tam bi… Öze bu seçimler yaklaştırır. Öze niye gidiyoruz? Evet, bu seçimler dünyevidir, basittir; zaten öze ulaşmak tabi olmamaktır. Cevap vermedin. Yaşamda tabi olmamak mümküm değildir di mi? Hı hı.” Dışarı çıkmaya hazırlanırken sesli konuşmayı bırakıp içinden tartışmaya başladı. “Öyleyse mutlak öze ulaşmak varolmakla birlikte zordur, hatta imkânsızdır. Konudan ayrılma, kavramlardan bahsediyordun. İyi, kötü kavramı mesela. İyilik ve kötülükten bahsetmiyordum, zilyon kere konuşuldu zaten bunlar. Sonunda, peki ne? Varolmakla birlikte imkânsızdır diyorum. Ne? Özgürlük denilen şey. Klişe! Tipik intihar özgürlüktür safsatası! Ölelim mi yani? S.ktir git ölmek mi dedim. Yok olmak ölmek mi? Ölmek diyebiliyosan o yok olmak değildir. Sen s.ktir git! Sen de yok olmak diyosun. Diyorum çünkü hala varım. Öf! Daha çok… Neyse… Napalım peki? Hiç. “ Sıkılmıştı. Evden çıkmak üzere kapıyı kapattı.
***
Kapıyı açtı. Kestane rengi saçlarını savurarak ve annesinin uzaklaşmamış olmasını ümit ederek seslendi.
“Ha anne.”
“…”
“Annee. Anne diyoruum.”
Kızın ince çığlık şeklinde olan bağırışı, boğazından gelen hırıltıyla birlikte polifonik bir hal almıştı. İsmi Melis. Ebeveynleri ons bu idmi vermişti.
“Noldu kızım?”
“Geç gelebilirim. Onu dicektim”
“Tamam ama çok da geç kalma.”
“İyi tamam hadi bay bay.”
“Güle güle.”
Kapıyı kapattı.
Giydiği topukluların tokurtusu insanı apartmanda at olduğuna inandırabilirdi. Neyse ki, kısa sürede asansöre geldi ve düğmeye bastı. Asansörün içini parfümle boğduktan sonra -şüphesiz ki bu parfümle tüm Jean-Baptisteleri kendine çekmeyi amaçlıyordu- nihayet site kapısına geldi ve çağırdığı taksiye bindi.
Mırıldanarak:
“Ee Kadıköy’e…”
“Peki hanfendi.”
Taksici keskin bir dönüş yapmak üzere gaz pedalına bastı.
***
Gaz pedalına daha çok bastı.
“Ee anlat bakalım nasıl geçti bugün ders? Neler yaptınız?”
“Etüt çalışmaları yaptık. İşte Czerny’den, güzel geçti.” Hemen ardından:
“Şeyy, babam ne zaman gelcek?”
“Noldu bi şey mi istiyosun oralardan? Ben derim ‘Babası Evren şunu istiyo’ diye.”
“Bilmem.”
“Neyse bak abine uğruycaz akşam?”
“Nerde ki o?”
“Cihangir’de. Karşı tarafta yani… Arkadaşının küratör olduğu bi sergi var oraya gitcez. Ama öncee…”
“Sinema!”
Doğru tahmininin kıvancıyla çocuk aklına takılan şeyi de sor…
“Anne küratör ne demek?”
“Akşam unutturma sözlükten bakalım. Tamam?”
Radyoyu açtı.
***
Radyoyu kapattı.
“Şurdan iki tane alır mısınız?”
“Ay Aysel ben verirdim.”
“Neresi bayan?”
“Ha… Ee Kadıköy. İki tane.”
Şoförün arkasındaki yere geçtiler. Oturur oturmaz Aysel aklını kurcalayan şeyi düşündü. İlk deneyimi olduğundan arkadaşına nispeten daha heyecanlıydı. Bunun farkına varan arkadaşı onu rahatlatmak adına konuşmaya koyuldu.
“Nergis-Alper olayı noldu açıklığa falan kavuştu mu?”
Aysel dışarıyı seyrediyordu ve hala olabilecekleri düşünüyordu. İlk defa böyle bir şey yapacaktı. Korkuyordu. Ama bu korku onu yapmaktan alıkoymaktan daha çok teşvik ediyordu sanki. Sonuçta ne olabilirdi? Ama ya çok ileri gittiyse? Arkadaşı da yapmıştı ve sorun çıkmamıştı. Yaşayıp görecekti işte. Kolunun dürtüldüğü…
“Ha?”
“Nergis’le Alper diyorum noldu onlar haber falan alındı mı?”
“Ya yok daha… Bence onlar bıraktı kaçtı her şeyi biraz zor bulunurlar gibime geliyo… Yani ne bileyim…”
“ Olabilir valla Nergis’te seziyodum ben öyle bi çılgınlık. Bu arada hangi filme gitcez?”
“Bilmem.”
Dedikten sonra tekrar pencereye döndü ve dışarıyı izlemeye koyuldu. Yanındaki de Aysel’in konuşmak istemediğini anladı ve sustu.
Etrafı izlediler.
***
Etrafı izledi.
Durakta Kadıköy otobüsünü bekl… Otobüse bindi ve yine ona has; boğuk, tozlu kokuyu teneffüs etti. Orta kapının oradaki bir yere geçti ve kendinden önce oturanın saçındaki yağı aktardığı cama kafasını yaslamadı. Niye yaslasındı? “Sanırım bu adamlar böyle temizleniyor. Saçlarındaki yağı otobüs camına aktararak yağlanmayı önlüyorlar.” diye içinden geçirdi ama komik bulmasına rağmen yüzünde bunla ilgili ifade oluşmadı. Sinemaya gitmeye karar verdi. Saate baktı. Saati düşündü. Yine içinden konuşmaya, saçmalamaya, başladı. Bu zamana kadar ve elbette ki bundan sonra da saat önemli bir metafor aracıydı. Simgeli ve saire anlatımlarda hep de bu saat denilen zımbırtı karşımıza çıkardı. “Zaman… Saat…” dedi kendi kendine mırıldanarak. “Bozuk saat. İşlevsiz zaman. Zamansızlık? Bu saatin akrebi ve yelkovanı yok. Sonsuzluk? Bu saatin sadece yelkovanı yok. O ne demek olabilir? Bilerek aklımızı karıştırı…” Bu şekilde kendini eğlendiremediğini fark edip saat ve zamanla ilgili özlü söz oluşturmaya çabaladı. Belki sıkıcı yolculuğu bir nebze olsun engellerim diye geçirmedi içinden ama buna yakın bir hisle hareket etti ve mırıldandı ilk aklına geleni:
“ Zamanın olmadığı yerde…
***
“Saat kaç olur ki?”
“ Ne bileyim işte iki saat sürse… Bilmiyorum bakarız işte oraya gidince canım.”
“Ay ama Kenan alcak ya beni o yüzden yani.”
“Tamam Melis, iyi.”
Bu konuşma masadaki beş kadından yalnızca ikisi arasında geçmişti. Diğer üçü ise sandalyelere yaslanmış renkli, parıltılı kapları olan telefonlarını kurcalıyorlardı. Onları gören birazdan başlayacak dedikodu ve benlik mücadeleleri için malzeme topluyor sanabilirdi, şüphesiz ki, aynı zamanda ne yazık ki, öyleydi. Bunun farkında değillerdi ama bunu yapıyorlardı, yapacaklardı. Çeyrek saat sonra savaşı başlatacak gönüllü çıkmadığından birkaç yudum alınmış içeceklerini bırakarak kararlaştırdıkları gibi sinemaya doğru yol aldılar.
***
Çıkışa doğru yol aldılar.
“Nasıldı oğlum film? Beğendin mi?”
“Çok güzeldi. Sen?”
“Ben de çok beğendim. Evde konuşuruz. Bak şimdi benim bi yarım saat yapmam gerekenler var. Sen buralarda oyalan tamam mı? Belki dışarıya gelirsin sen. Neyse arar haber veririm ben kaybolma ama buralardan. Bi şey olursa araşırız.”
Çocuk ufak baş hareketiyle annesini onayladı ve gözden uzaklaşır uzaklaşmaz dışarı çıktı. Dolaşmaya başladı. Hava kararma raddesinin son demlerindeydi. Kasvetli gümüşi hava, gri bulutlarda kendine has buz mavisi tonunu korumuş, ama fırçayla sıçratılmış turunçları üzerinden atamamıştı. Bu turunçların ölü altınlar olduğunu hepimiz biliriz. Bu melankolik, ruh karartıcı, donuk, insanı boğan hava, belki de boğma eylemini pratiğe dönüştürmek için yerlere cıva gibi yoğun hacimli yağmur damlaları serpiştirdi. Çocuksa dolaşmaya devam ediyordu. Cadde kenarı sayılabilecek bir yerde çöp kutusunun altına yağmurdan kaçmak için girmiş bir kedi gördü. Çok sevindi. Kediyi daha yakından görebilmek için yanına kadar gitti ve çömeldi. Boz renkli basit bir sokak kedisiydi. Ama onlardan ayrılan bir yapısı var gibiydi ve çocuk bunu çözememişti. Çözmek için olacak ki kediyi sevmek üzere yanına elini uzattı ve kediyi dizlerinin altına çağırdı. Kedi bu etkiye olumlu bir tepki gösterdiğine göre farklı yanı bu olmalıy… Çocuk çömeldiği yerden dizlerini biraz daha indirdi. Kedi yağmurdan kaçmak için ve çocuğun sıcaklığından yararlanmak için biraz daha sokuld… Dizlerini tamamen bastırdı ve kediyi yerle bacağı arasına aldı. Kedinin keskin bir ciyaklamayla baş gösteren kaçma çabası çocuğun tüm gücünü vermesiyle son buldu. Artık sıyrılarak kaçamayacağını anladığından, tüm mücadelesini pençeleriyle veriyordu. Çocuk ise bacağındaki tırmalamalara aldırmıyor, yalnızca kedinin arkasında baş gösteren, ilginçtir ki gerçekten de baş gösteriyordu, hadiseye odaklandı. Kedinin diğer kedilerden farklılığını anladığını düşündü. Aklınca kısa vadeli bir plan yaptı ve ilk yavru tamamen çıktığında kediyi, kedileri mi demeliydi, öldürmeye karar verdi. Dizleriyle daha çok bastırdı, kedinin arkası tamamen kan oldu ve çocuğun gözlerindeki şiddet parıltısıyla kanın üstünde yakamoz oluştu. Kan çöp kutusunun altını tamamen doldurdu. İşin uzunluğundan sıkılıp kedinin arkasındaki şeyi eliyle çekmeye başladı, elinin beklediğinden fazla kirlendiğini görünce de sinirlendi ve yanındaki taşı alıp kedinin kafasını ezmeye başl… Daha sonra vurarak kafasını parçal… Kedi, kediler, yatıyordu. Tüm bunların hepsi bir çırpıda olmuştu ve bitmişti. Ne iğrenç, mide bulandırıcı, nahoş bir durumdu ve kelimeler durumu ifade etmek için ne kadar da güçsüz kalıyordu.
Çocuk ellerini, kan bulanmış diğer yerlerini restoranlardan alınmış ıslak mendillerle silmeye başladı ve annesinin telefonuyla bitirdi.
“Efendim anne.”
“Hadi Evren geliyorum ben sen de çıkışın oraya gel yavaş yavaş.”
“Tamam.”
“Sakın oyalanma bak, bekletme beni bi de…”
“Tamam.”
***
“Tamamı mı? S.kerim ulan! Nasıl olabilir?” sordu kendi kendine. Kustu. Midesi vakumlanmış bir torba olana kadar kustu. Ama o nahoş görüntüye bakmayı kesmedi. “Bakmalıyım.” diyordu. “Bu beni etkilemeli. Rahatsız etse bile bakmaya devam edeceğim.” kendiyle inatlaşmayı sürdürdü. “Bakmayı bırakırsam kaybederim. Mücadele etmeliyim. Mücadele, huzurla vuku bulmaz. Her şey mis! Mutluluk, refah, rahatlık… Hayat ne güzel! Aptallaşma, basitleşme, çırpın!” içinde parlayıp sönen, akışkan olmayan, düşünce yığını arasında boğuldu. Ama o da tam bunu istiyordu. Boğulmanın çözüm olduğu…
Otobüse binecekti, evine gidecekti…
Ta ki…
***
“Ee?”
“Ne?”
“Aysel sen filmi seyredebildin mi, söyler misin? Çekinme bu kadar. Korkulacak bi şey yok diyorum. Hayır en sonunda beni de tedirgin etceksin, sanki ne olduğunu bilmiyomuşum gibi. Erdem mesaj attı bana alıcak bizi birazdan, tamam. Sakin ol. Hadi gel.”
“Ya, ondan değil de… Ne bileyim boşverelim en iyisi. Olsun bitsin.”
Erdem geldi, ikisini de aldı. Aysel yol boyunca herkes gibi hiç konuşmadı. Hayatında yaptığı, belki de gördüğü en uç şeyi yaşayacaktı. Hatta heyecandan veya başka sebepten bayılabilirdi de. Eve vardıklarında Aysel masum bir gülümsemeyle mutfağa…
***
Arabaya bindiler.
“Ay Kenan o ne?”
“Bilmiyorum aşkım.”
“O ne öyle yaa?”
“Bi şey ölmüş işte. Bakalım mı ne diye?”
“Ay ben hayatta bakamam.”
Bakamazdı. Bakmadılar. Gittiler.
***
…
Aşırı derecede bir zevk alarak okudum ama tam olarak olaylar nereye bağlandı anlayamadım. Kafamda bir sürü soru oluştu. Galiba bu film insanlarda şiddet eğilimi yaptı ya da öyle bir şeyler.
Her neyse kaleminize sağlık.