ilham alınan eser
W.W. Jacobs – Maymun Pençesi
Dergi editörünün bu ayki sayıda yayınlanmak üzere incelememi istediği kitabı elimde tutuyorum. Kan kırmızısı kabına çizilmiş cansız, sarı bedenler, beyaz hayaletlerin yükseldiği gri gök ve bu göğü mesken tutmuş kara kargaların gözüne yerleştirilmiş şeytani parlaklık. Sizin için, belki de, bir klasik; benim için, kesinlikle, bir fiyasko: “The Tell-Tale Heart by Poe”. Sebepsiz bir delilik, mesnetsiz bir korku ve vasat bir son. İlk sorunuzda temeli olmayan, yığma bir bina gibi sallanıyor: Poe bize ne anlatmak istiyor? Hiç düşündünüz mü? Deliliğin dağlarında gezindiğinizi hissettiğiniz ya da gece yarısı et trenine bindiğinizi hayal ettiğiniz okuma tecrübenizden sonra, ağzınızda kalan biraz kan tadı ve içinizi sıkan bir burgu dışında elde ettiğiniz nedir gerçekten? Doktor Frankenstein size kontrolsüz bilimin zararlarını gösterirken, Kont Dracula sonsuz mücadelenin gereklerini mi öğretti? Yürek Burgusu’ndan, çocuklarınızı tanımadığınız kişilere bırakmamak dışında nasıl bir ders çıkarıyorsunuz? Dorian Gray’in Portresi, ebedi gençlik hayalinizi yeniden gözden geçirmenize neden oldu mu? Sizi bilmem ama ben, Operadaki Hayalet’ten, güzel bir opera binasının mimari özellikleri dışında pek bir şey alamadım. Size öğretilenlerle kemikleşmiş önyargılarınız, söylediklerimi kesin bir dille reddetmenizi emretse de, içten içe bana hak verdiğinizi biliyorum. Lütfen merak etmeyin, zorlama kurguları ve kendini tekrarlayan metaforlarıyla, korku dehlizine hapsolmuş zihninizi tekrar özgürlüğüne kavuşturacağıma söz veriyorum.
Beni, bu söylediklerimden ötürü, ilgi çekmeye çalışan bir şarlatan ya da sırf radikal olmak için iddialı açıklamalar yapan bir yeniyetme olarak görebilirsiniz. Ancak, üzülerek belirtmem gerekir ki bu söylemin yegane sahibi ben değilim. Poe’nun, “Şeytanla Asla Kafan Üstüne Bahse Girme”sinde, öykülerini bir mesajı olmamasıyla eleştirenlerenlere cevap verme uğraşını okurken yüzümde oluşan ifade, yeniyetme hınzır bir tebessümden ziyade, başkası adına utanan, aklı başında bir adamın sıkkınlığına daha yakındı. Tamam, tavana asılı kurbanının kanında banyo yapan işkencecinin ya da canlı canlı insan yiyen yamyamların olduğu öykülerden hiçbir zaman için Suç ve Ceza’daki ya da Godot’yu Beklerken’deki felsefi derinliği beklemiyorum. Ancak, bu kadar pervasız bir şekilde kendini aklamasına da katlanamıyorum. Nitelikli bir edebi eserin, Tuna Nehri kıyısında salınan söğüt ağaçlarının yarattığı iç gıcıklayan his ya da hiç var olmamış yarı keçi, yarı insan bir tanrıyı gören insanların delirmesinden başka şeyler de vermesi gerektiğine inanıyorum. Kurtadamlarla vampirlerin savaşını konu alan bir kitabın, size, sevgilinizle samimi dakikalar dışında bir şey katmayacağını adım gibi biliyorum.
Siz, körelmiş sinir uçlarınızı uyarmak dışında bir şey düşünmeden, yürüyen ölülerin ya da ölümcül virüse yakalanmış yarı canlı bedenlerin hikayelerini okurken, bu yaptığınızı aklamak için bir avuç insanın toplanmış ve gerekçeler uydurmuş olduğundan bihabersiniz. Karşı karşıya olsaydık yüzlerine, matematik gibi sayılara, istatistik gibi verilere dayanmayan sosyal araştırma yöntemlerinin, benim “olay sonrası” dediğim etkiye nasıl maruz kaldığını anlatabilecekken, bu şans asla elime geçmediği için onları çok da fazla yadırgamıyorum. C. Freeland’in, korkunun yaşamla ilgili iyimserliğimize bir eleştiri olduğu söylemini de; P.J. Nickel’in, korkunun, dünyanın onu yok etmeyeceği fikrine bel bağlayan insanın, pragmatik olarak kullanışlı ama entelektüel olarak hatalı güvenini ortadan kaldıran bir araç olduğu iddiasını da kötü niyeti olmayan, talihsiz açıklamalar olarak değerlendiriyorum. G. Romero’nun, zombi istilasıyla, sosyalist devrimi benzeştirme çabasınaysa sadece gülüp geçiyorum. Biliyorum ki, kanıtlama imkanınız ya da zorunluluğunuz olmadığında, basit açıklamaları olan olaylara büyük etiketler yapıştırmak daha havalı duruyor. Rastgele fırça darbeleriyle yaptığınız resmi, imgeleminizdeki iyilikle kötülüğün mücadelesini anlattığını söyleyerek; bir akşam üstü can sıkıntısından yapmaya başladığınız heykeli, “la petite mort”un vücut bulmuş hali olarak tanımlayarak satma şansınızın daha yüksek olduğunu anlıyorum. Metresiyle yatakta basılan kocanın, neden “sadece fiziksel bir şeydi” dediğini çok iyi biliyorum. Tutsağına türlü işkenceler yapan psikopat bir katilin hikayelerini okumaktan zevk alan milyonların gerçek duygularından bahsetmektense, P. Tallon gibi, korkunun sunduğu ahlaki, sosyal ve estetik bir dengenin peşinde olduklarını söylemenin daha mantıklı olduğu su götürmez bir gerçek. Nasıl olsa “olay” olduktan sonra ona atfettiğiniz tüm kalbur üstü ve nitelikli açıklamalar kabul görme eğiliminde ve kimsenin aksini kanıtlamak için elinden bir şey gelmiyor. Siz, bugüne kadar biriyle karşılaştığınızda neden tokalaştığınızı bilmeden bu eylemi gerçekleştirirken, elinizde silah olmadığını göstermek için geliştirilmiş bir gelenek olduğunu söylediğimde içinizden “çok mantıklı” dediğinizi duyar gibiyim. Kaçırdığınız esas “mantıklı” husus şu ki, on saniye önce böyle bir gerçekten haberiniz dahi yoktu.
Ben tüm bunları düşünür ve yazarken dergideki köşem bir cepheye dönüşmüş, korku öykülerine açtığım savaşa pek çok müttefik ve düşman dahil olmuştu. Derinlemesine analizlerim ve pervasız yorumlarımla süslediğim eleştirilerim öylesine ilgi görmüştü ki derginin elektronik posta kutusu beni öven ya da bana söven postalarla dolmuş, bu imkanı herkese tanımak isteyen dergi sahibi, il özelinde yayın yapan dergiyi ülke genelinde dağıttırma kararı almıştı. Korku okuyucusu, yazarı, film yönetmeni, dergicisi, internet sitesi sahibi ya da ev hanımı fark etmeksizin her kesimden sayısız düşmanım olduğu kadar destekçim de vardı. En azından, dergide oturup, Barker’ın öykülerinde kullandığı sapık öğelerden yakındığım tiradıma başlamak üzere olduğum bir akşamüstü, derginin camını kırıp içeri düşen taşa sarılı kağıtta, bana gerçek korkuyu yaşatmakla tehdit eden o notu alana kadar öyle düşünüyordum. Beni tedirgin eden, her gün benzerlerini e-postalarla aldığım mesajlardan bir diğerinin posta kutumuz yerine, camı kırarak derginin zeminine düşmesi değil; bana, dergide mahlas olarak kullandığım ismin yerine gerçek ismimle hitap ediliyor oluşuydu. Açıkça söylemek gerekirse, Straub’un hayalet öykülerinden korktuğumdan daha fazla korkmuştum ama bu bile kararlı duruşumu değiştirmem için yeterli değildi. Korku tezine sunduğum antitez benimle özdeşleşmişti. Benim ürküp geri adım atmam fikirlerimin düşmesi demekti. Karşısında yer aldığım bu saçmalığı değiştirip, yeni senteze ulaşmadan, başaramayacağını bilse de aslanın ağzında çırpınmaya devam eden ceylan gibi pes etmeyecektim. Gerekirse bu uğurda, benim için olmasa da en azından bazıları için kıymetsiz canımı feda edecektim.
Nitekim öyle de yaptım. Yerli yazarlardan birinin yeni çıkardığı bilimkurgu-korku karışımı, adını söylerken bile karnıma ağrılar girdiği için burada yinelemeyeceğim, kitabını eleştirip, en faydalı yanının uzay-zaman yolculuğunun nasıl yapılamayacağına dair bilim insanlarına vizyon sağlamak olduğunu belirttikten sonra, bu saçmalıklara artık daha fazla katlanamadığımı söyledim. Bana göre korku edebiyatının, yemeğin yanına konan patatesten hiçbir farkı yoktu ve tek başına yemek olamayacak kadar boştu. Yapmacık bir heyecanla şişirilen birkaç hikayenin gazına gelen kitlelere verilen afyondan farksızdı. Faydası olmadığı gibi zararlıydı da üstelik, satışı yasaklanmalıydı. Ben de bunun için elimden geleni yapmaya hazırdım. Hatta altıma bir at, arkama bir ordu verseler, İran kütüphanesini yakan İskender gibi hepsini yok etmek için bir saniye bile durmazdım. Elimde, Jacobs’un maymun pençesi olsa, bir dilek hakkımı tüm korku kitaplarını ortadan kaldırmak için kullanırdım. Eminim oralarda bir yerlerde benim gibi düşünenler de beni destekliyor, belki de geç kaldığım için bana kızıyordu. Ancak, artık zamanı gelmişti. Bugün itibariyle korku yazınını nihayete erdirmek için kampanyamızı başlattığımı açıkladım. Henüz toy olan her oluşum gibi katkılara açık olduğunu, okurlarımdan gelecek destek ve önerilere göre bir sonraki yazımda tüm detaylarını açıklayacağımı belirterek yazımı noktaladım.
Derginin tirajını daha önce hiç olmamış şekilde arttırıp, e-posta kutusunun dolmasına neden olan yazımdan dört gün sonra, zihnim tüm bu düşüncelerle meşgul bir şekilde eve vardığımda, her sabah çekip çıkmaktan başka bir şey yapmadığım kapımın kilidinde anahtarın birden fazla kez dönmemesi gerektiğini fark edince kendine geldim. O sabah da kapımı kilitlemeden çıkmış olduğuma göre evime benden habersiz birilerinin girmiş olduğu kesindi. Bu denli dikkatsiz bir hırsızın çok geçmeden yakalanacağını bilmenin verdiği rahatlıkla eve girdim. Zararın boyutunu anlamak için odaları dolaşmaya başladım. Yaktığım her lambayla odalardaki her şeyin bıraktığım dağınıklıkta yerlerinde durmakta olduğunu görüyordum. Son olarak salonumda da eksik bir eşya olmadığını anlayınca, hırsızlık değil ama modern çağda insanlığın başına bela olan bir tür sapıklığa maruz kalmış olabileceğimi düşünmeye başladım. Salonun lambasını da kapatıp çıkmak üzereydim ki sehpanın üstünde duran, hediye paketine sarılmış bir kutu olduğunu fark ettim. Ne olduğunu bilmesem de ne için orada olduğu çok belliydi. Bunca zahmetle evime geldiği halde karşılama şansı bulamadığım ziyaretçimin hediyesini kabul etmemek olmazdı. Bu nedenle üstünkörü bile düşünmeden paketi açtım. İçindeki not “Ne dilediğinize dikkat edin, gerçek olabilir.” yazıyordu. Notu yere atıp, poşete sarılı kara-kuru parçayı açmaya koyuldum. Birkaç saniye sonra büyük hediyem elimde duruyordu. Kullanırken dikkatli olmam konusunda tavsiyeye gerek duyulan hediye, kurumuş bir pençeden başka bir şey değildi. Uçlarında uzun ve keskin tırnakları ile elimde her an tuzla buz olacakmış gibi duran bu narin şey olsa olsa bir kedinin; hayır, durun, bir maymunun pençesiydi.
Birkaç saniye süren şaşkınlık ve tiksinti duygusu yerini neşeye bırakmış; evime girip, salonuma maymun pençesi bırakan “fanatik”in cehaletinden çok boş inançları dudağımın kenarına belli belirsiz bir gülümsemenin yerleşmesine neden olmuştu. Bu hikayeyi biliyordum. Jacobs’ın, büyük ihtimalle, liman işçisi olan babasından duyduğu ve içinde ayan beyan verilen mesajıyla, nispeten, farklılaşan bu hikayeyi bugüne kadar eleştirmek için seçmemiş olmam tesadüf değildi. Tıpkı bu gece özellikle seçilip, karşıma çıkarılmasının olmadığı gibi. Yüz yıl önce yazılmış hikayelerinden korkmuyor, sonucunu bildiğim bu oyunu oynamaktan çekinmiyordum. Elimdeki pençeyi tutarken başıma açılabilecek türlü bela yüzünden değil, kilidimi değiştirirken yapacağım masraftan dolayı endişeleniyordum. Pençeyi, avizemden gelen ışığın doğrudan gözüme gelmesini engelleyecek şekilde havaya kaldırdım. Kara bir kömür parçasından farksızdı. Eğer yapabilirse yeryüzündeki bütün korkuları ve korku kitaplarını ortadan kaldırmasını diledim. Üç saniyelik sessizlikte, tam sıkılmamış banyo musluğundan damlayan bir damla suyun sesi dışında hiçbir şey duyulmadı. Mumyalaşmış parçayı koltuğumun üzerine fırlatıp, gecemin en önemli olayına, uykuma, başlamak üzere yatak odama yöneldim.
Açık kalan pencereden içeriye dolan rüzgarla üşümüş bir şekilde uyandığımda duvardaki saat sekizi biraz geçiyordu. Kapatmayı unuttuğum televizyonum sabah haberlerinde dün akşamın kanlı bilançosunu aktarıyordu: yirmi ölü, yüz otuz yaralı. Uyuşan zihnimi açmak için kendimi duşun sıcak suyuna teslim etmek üzereyken kulağıma yurt genelinde yaşanan pek çok silahlı saldırı olduğu, bu nedenle dışarı çıkarken çelik yelek giymeyi unutmamamız tavsiyesi çalındı. Giyinirken dışardan gelen birkaç çığlık ve inleme sesi ile irkilsem de her zamanki gibi geç kaldığımdan çok fazla üzerine düşemedim. Kapımı çekip çıktım ve aşağı inmek üzere asansörü beklemeye başladım. Asansördeki üst kat komşumla nezaketen selamlaştıktan sonra en az bina kadar yaşlı asansörümüzün bizi on kat aşağı indirmek için harcadığı emeğin göstergesi tıkırtıları dinlemeye başladım. Neden sonra kabin düzenli aralıklarla sallanmaya, sürtünme ve çarpma sesleri kabini doldurmaya başladı. Arkamı dönüp baktığımda, bir bankada şube müdürü olarak çalışan, elli yaşındaki komşumun zıplamakta olduğunu gördüm. Gözümün içine bakarak olabildiğince yükseğe sıçrıyor, zıplarken yukarıya çektiği ayaklarını aşağı inmek üzereyken sert bir şekilde zemine vuruyordu. Yüzünde daha önce hiç görmediğim bir mutluluk ifadesi vardı. Nutkum tutulmuş bir şekilde onu izledim ve titreyip yalpalayan kabinin aksine, onu tutan halatların sağlam olmasını umut ettim. Nihayet zemin kata vardığımızda, nefes nefese kalıp, kızarmış surata bakıp, nasıl bir histeri krizi geçirdiğini sordum. Hep bunu yapmak istediğini söylemek dışında tek kelime etmedi. Gevşeyen kravatını düzeltip, gömleğini pantolonunun içine sokarak asansörden çıktı. Az önce ip atlama oynarmış gibi zıplayan küçük çocuk o değildi sanki.
Bu meseleyi akşama bırakmaya karar vererek son vapura yetişmek üzere koşturmaya başladım. Apartmanda yaşadığım olağandışı deneyimin aksine güzel ve sıradan bir sabahtı. Sağda solda tek başına ya da gruplar halinde insanlar yürüyor, işine ya da okuluna yetişmek için acele edenler doğanın sakin akışına müdahale ediyordu. Her sabah poğaça almak için uğradığım pastanenin önündeki masalardan birinde iri yarı bir çocukla, sevgilisi olduğunu tahmin ettiğim bir kızın oturmakta olduğunu gördüm. Ben sıranın bana gelmesini beklerken, yan masada oturup genç sevgilileri izleyen, orta yaşlardaki, cılız bir adam kalkıp yanlarına gitti. Kapıya yakın olmam nedeniyle net bir şekilde duyabiliyordum ki cılız adam, genç kızdan çok hoşlandığını söylüyor, bunu yaparken de kızın yanında otururken sinirden renkten renge giren sevgilisini hiç önemsemiyordu. Tam, adam kıza, bu akşam için bir planı olup olmadığını soruyordu ki, ne olduğunu bile anlamadan kendini havada buldu. Sözcüklerin daha fazla boş yere sarf edilmesine gönlünün el vermediğini düşündüğüm iri çocuk, sevgilisinin yeni talibini havaya kaldırdıktan sonra birkaç yumrukla kendinden geçirdi. Havada, kanlar içinde ve baygın duran adamı ne yapacağını bilemediğinden pastanenin içine fırlatıp attı. Sevgilisinin elinden tutup giderken, kahvaltılıklarını almak için bekleyenlerin yüzünde en ufak bir ifade değişimi olmadığı gibi; pastanecide de, hesabı ödeyip ödemedikleri kaygısı dışında bir duygu görünmüyordu.
Nasıl bir rüyanın içindeydim böyle? Haberlerde kulağıma çalınıp, vapura gelene kadar şahit olduğum saçmalıklar bitmiyor, vapurun üst katına tırmanıp camdan içeri giren gençlerle, hareket halindeki vapurun demirlerinden sarkıp denize düşen ihtiyarı kimse önemsemiyordu. Bunca çılgın olaya rağmen herkes kendi hayatına, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu. Oturmak için, içerisindeki deliliğin nispeten az olduğu bir salon bulup koltuğa yerleştim. Elinde tasmasıyla güç bela sürüklediği, azmış bir canavar gibi havlayıp, etrafına salyalarını akıtan köpeğiyle bir adam gelip karşıma oturunca, sabah sabah bir parça etimden olmamak için kalkıp bir sıra arkadaki koltuğa geçtim. Hemen yanına oturduğu adamsa oralı olmamış, okuduğu gazetesini indirip, kafasıyla hafifçe selam verdikten sonra yolculuğun onun için bitmesini beklemeye devam etmişti. Önceden belirlediği hedeflerin erişilmezliğinin farkına varan köpek hemen yanında bu denli soğukkanlı oturabilen adamı görünce kısa bir tereddüt yaşadı. O kadar sakin duruyordu ki havlayıp, hırlamaya bile gerek duymadı. Önce kokladı, sonra izin istermişçesine sahibine baktı. Sahibi, hemen yan koltuktaki genç bayanı gözleriyle süzmekle meşguldü. Beklediği ilgiyi göremeyince bir iki adım atıp, dişlerini adamın baldırına geçirdi.
Ben vapurdan inme gayretiyle yanıp tutuşurken, insanlar yaralı adama müdahale etmeye çalışıyor; bunu yaparken de köpekten kaçınmak kimsenin aklına gelmediği için listeye müdahale edilecek yeni kurbanlar ekliyorlardı. Güç bela kendimi karaya atıp, dergiye doğru yol almaya çalıştım. Geçmek zorunda kaldığım iki yaya geçidinde de karşıdan karşıya geçerken yolu kontrol etme gereği duymayan yayalar feci kazalar geçirdiği için toplanan büyük kalabalığın arasından zorlukla sıyrıldım. Nihayet dergiye vardığımda bir hayli geç kalmama rağmen kimseyi bulamayınca şaşırsam mı şaşırmasam mı kararsız kaldım. Çay ocağının harlayan ateşinde sigarasını yakmaya uğraşan çaycıya herkesin nerde olduğunu sorduğumda kahvaltılarını yapmak üzere çatıya çıktıklarını söyledi. Sinirli sinirli tarihi binanın merdivenlerini adımladım. Çatıda, sadece bizim binada değil, bitişik binaların çatılarında da kenara oturup ayaklarını sarkıtarak kahvaltı eden, kenarda ip jonklörüymüş gibi denge gösterisi yapan ve binadan binaya atlaya atlaya dolaşan bir kalabalıkla karşılaştım. Günlük macera kotamı doldurmuştum. Kimseye görünmeden sessizce odama indim ve bütün gün kapımı kapalı tutup çalışmaya karar verdim. Kahvemi alıp, bilgisayarımı yeni açmıştım ki pencerede bir karartı belirip kayboldu. Pencereden aşağı baktığımda kaldırımda yatan cansız bir beden gördüm. Az önce jonklörlük yapan kızdı bu. Dengesini kaybetmiş olacak. Peki ama neden düşerken çığlık atmadı?
Delirmek üzereydim. Dün akşam yatağıma girmeden önce gecenin karanlığına emanet ettiğim dünya değişmiş gibiydi. Sanki, bana şaka yapmak için anlaşan insanlar kendilerine verilen rolü oynuyor, kendilerini köpeklere yem etmek ya da yüksek binalardan düşmek gibi usta işi oyunculuklar çıkartıyordu. Birileriyle konuşmaya ihtiyacım olduğundan en yakın arkadaşımı aradım. Evcil timsahını hiçbir yerde bulamadığını söyledikten sonra gelen gürlemeden anladığım kadarıyla sorularıma cevap veremez duruma gelmiş olmalı ki tek kelime dahi etmedi. Ben de bu meseleyi tek başıma çözmeye karar verip bütün günü internetten araştırma yaparak geçirdim. Bulabildiğim tek şey, haber sitelerindeki, hareket halindeki uçakta kapıyı açan yolcular ya da hayvanat bahçesinde aslanın kafesine giren ziyaretçiler gibi saçma haberlerdi. Hiçbir yerde bu çılgınlığın nedeni yazmıyor, her zamanki olaylarmış gibi birkaç cümleyle can kaybı ya da yaralı sayısı verilip geçiştiriliyordu. Araştırmamdan hiçbir sonuç çıkmamış, günü gece etmekten başka bir işe yaramamıştı. Sıkılıp, bir sonraki sayı için eleştirilecek yeni bir korku kitabı bulmaya karar verdim. Ancak, kitap satan ne kadar internet mağazası varsa hepsini dolaşsam da hiçbirinde korku kitabı bulamadım. Sorun, aradığım kitabın stokta olmaması değil, dram, aşk, komedi gibi türlerin arasında korkuya hiç yer verilmemiş olmasıydı. Sanırım yazar adıyla aratmak daha doğru olacaktı. İlk olarak Shirley Jackson’ı, sonra Ira Levin’i denedim. İlkinde Amerikalı bir gazetecinin, ikincisinde ise yine Amerikalı bir oyun yazarının sosyal medya hesaplarına yönlendirildim. İnternet ya da bilgisayarım, ya da her neyse, kafayı yemiş olmalıydı. Neyse ki saat, caddedeki kitapçıya uğrayıp kitap alabilecek kadar erkendi.
Montumu giyip, kitapçıya gitmek üzere dergiden ayrılırken arkadaşlarımın oynadığı bıçak fırlatma oyununu görmezden geldim. Işıl ışıl aydınlatılmış caddenin ışıksız ara sokaklarında, bir o kadar karanlık tiplerle güle oynaya konuşan genç kızları pas geçtim. Yanından geçtiğim mezarlıkta dolaşıp, mezarların üzerinde uyuyan evsizlerle ilgilenemeyecek kadar acelem vardı. Kitapçıya alelacele girip rafları dolaşmaya başladım. Bütün kitapçıyı dolaşmış olmama rağmen ne klasik ne yeni tek bir korku kitabına rastlamamıştım. Görevliyle konuşmak üzere kasaya doğru yöneldim. Kasanın yanında duran koltukta oturan adamdan başkası yoktu. Aradığım şeyi anlatıp yardım istememe rağmen cevap vermeyince, beni duyduğundan emin olmak için hafifçe dürttüm. Dokunmamla başı önüne düştü. Kafasından düşen şapkasıyla gözler önüne serilen morarmış ve şişmiş beden birkaç gün önce öldüğünü gösteriyordu. Dehşet içinde titreyip, birkaç adım geri çekildim. Derken görevli kasaya yaklaşıp nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Konuşamadan, elimle işaret ederek koltukta oturan cansız bedeni gösterdim. Pek şaşırmış gibi değildi. Birkaç gün önce burada öldüğünü, gelip birinin sahiplenmesi için koltukta beklettiklerini söyledi. Nedenini anlayamadığım o kadar şey yaşamıştım ki, bunu da sorgulamamaya karar verdim. Ona yeni çıkan bir korku kitabını aradığımı söyledim. Ne dediğimi duyamamış gibiydi. Sesimi yükselterek yineledim: “Korku kitapları,” dedim, “Neredeler?” “Kitaplar, gördüğünüz gibi, etrafınızda efendim.” dedi. “Yalnız, korkuyla tam olarak ne kastettiğinizi anlamadım.”
Kendimi o kitapçıdan dışarı nasıl attım, evime bu kadar çabuk nasıl ulaştım hatırlamıyorum. Vapurdayken, denizde hayal meyal gördüğüm gölgeler, son vapuru kaçırdığı için karşı kıyıya yüzerek geçmeye çalışanlar mıydı emin değilim. Uyuşup, karıncalanmış zihnimi açma çabası içinde eve vardığımda, yere boylu boyunca uzanmış temizlikçi kadınla karşılaştım. Sağ kolu öne uzanmış, elindeki bezle, önündeki prizi silmek ister gibiydi. Bezi elinden aldım, ıslaktı. Eğilip prize baktım ve deliğinin içindeki ufak kahverengi lekeyi gördüm. Elektrik akımına kapılmaktan korkmamış, temizlemek istemişti. Tıpkı vapurdaki yolcunun gazetesini okumak isteyip, köpekten korkmaması ya da çatıdaki kızın heyecan yaşamak isteyip, düşmekten korkmaması gibi. Tıpkı ölüden korkmayan kitapçı çocuk gibi. İsteğim de tam olarak bu değil miydi? Dün gece elime alıp, fütursuzca meydan okuduğum maymun pençesinden, tüm korkuların ve korku kitaplarının hiç varolmamasını dilememiş miydim? İşte, olmuştu. Yeryüzünden korku namına her şey silindiği gibi korku hikayeleri de ortadan kalkmıştı. Poe ve kara kedisi, Lovecraft ve Cthulhu’su yok olmuştu. Duygularım, hiç yaşamadığım derecede büyük bir sevincin hazırlıklarını yaparken; partinin iptal olduğunu söyleyen ev sahibi gibi beynim beni bu güzel hislerden alıkoyuyordu.
Yeryüzünden sildiğim sadece kurgu korkular olmamıştı. İstemeden de olsa kendini öldürmelerine vesile olduğum insanları düşündüm. Sorumluluk önce omuzlarıma, sonra gözlerime çöktü ve birkaç damla yaşla yanaklarımdan süzülüp gitti. Geçmişte çok saçma işlere kalkışmıştım ama bu en beteriydi. Hemen maymun pençesini fırlattığım koltuğa yöneldim. Koltuk minderinin altına kayıp gitmiş tehlikeli silahı çekip çıkarttım. Evlilik teklifi reddedilen damat adayının, elindeki yüzüğe bakması gibi avucumun içindeki pençeye baktım. Hatamı kabul ettiğimi söyledim. Tüm korkuların ve hatta tüm korku hikayelerinin gerçek olmasını diledim. Pençeyi salonumdaki vitrinin çekmecesine sakladım. Günahkar bedenimi sarıp, beni huzura kavuşturmasını umduğum yorganımın altına girmek üzere yatak odasına yöneldim.
Gözümü açtığımda penceremden vuran güneş ışığının odayı doldurduğunu gördüm. Yataktan hafifçe doğrulup, dinlemeye koyuldum. Sanki kapımın dışından bir ses geliyor, güçlü kuvvetli biri, yerde sürükleyerek bir şey taşıyordu. Tüm cesaretimi toplayıp odadan dışarı çıktım. Koridorda kimse yoktu. Ses çıkarmamaya çalışarak hole yöneldim. Birkaç adım sonra onu gördüm. Dev cüssesi şişmiş gibi iri ve mordu. Güçlükle yürüyor, ayaklarını yerde sürümeden kaldıramıyordu. Arkası bana dönük olduğu için kim olduğunu göremiyor, amacını kestiremiyordum. Sinirle bağırarak durmasını söyledim. Durdu da. Kafasını çevirip bana baktığında bunun dün akşam ölen temizlikçi kadın olduğunu gördüm. Şişen vücuduyla gerilen elbisesinden birkaç düğme patlamıştı. Düşük omuzları ve kambur beliyle zar zor ayakta duruyor, olduğu yerde hafifçe sallanıyordu. Renksiz göz akları ve sarkan diliyle hortladığını ilan ediyordu.
Eşofmanlarımı bile çıkarmadan kendimi evden dışarı attım. Az önce ne yaşadığımı hiç düşünmeden unutmak, akşam eve vardığımda, sabah gördüğümün kötü bir yanılsama olduğuna inanmış olmak istiyordum. Sokakta, ellerim göğsümde bağlı yürümeye başladım. Yerden kalkmayan bakışlarım önce garip görünüşlü, yeşil bir yaratığın geçtiğini gördü. Ne olduğunu anlamak için kafamı kaldırdığımda ise karşı kaldırımda hayaletler, hortlaklar ve ecinnilerden oluşan bir kafilenin yürümekte olduğunu gördüm. Türlü türlü, eşi benzeri görülmemiş dehşet bir araya gelmiş, geçit töreni yapıyor gibiydi. Korkudan gözüm döndü ve bağırarak koşmaya başladım. Koşa zıplaya, beni kovalamayan ama gerçekliğine katlanamadığım tehlikeden kaçarken, trafik ışıklarına gelince durmak zorunda kaldım. Karşıya geçmek üzere bekleyen adam ne olup bittiğini anlamak için dönüp bana baktı. Sabah karşılaştıklarımın aksine, nispeten normal görünse de, bir insanın olabileceğinden daha beyaz teni ve kırmızı dudaklarıyla aklımda soru işaretlerinin oluşmasına neden oluyordu. Kafamı hafifçe öne eğerek selam verince dudaklarını gerdi ve ince bir tıslamayla birlikte sivri köpek dişlerini gösterdi. Korkudan olduğum yerde zıplayıp, arkamı dönüp kaçmak üzere hazırlandım. Aniden karşımda beliren, üniforması trafik polisi, kendisi büyük gözlü ve koca kafalı bir uzaylı olan yaratıkla karşılaşınca bağları çözülüveren dizlerim beni daha fazla taşıyamadığından olduğum yere yığılıp, bayıldım.
Uyandığımda bir hastanenin yatan hasta katında, yanımdaki yarı keçi, yarı insan satirlerle birlikte tedavi görüyordum. Koluma bağladıkları serumu çıkartıp, çıkış kapısına doğru yöneldim. Büyük kukuletalı şapkalarıyla cadı hemşireler ile dev cüsselerine tam oturmayan mavi üniformalarıyla hasta bakıcı gulyabanilere yakalanmamaya çalışarak hastaneden ayrıldım. Tüm dünya, ne olduğu belirsiz yaratık, canavar ve hortlakla dolmuş; aralarında insanlar tek tük, nadir görülen bir yaşam formuna dönüşmüştü. Sapa sokaklarda saklana gizlene, kimseye, düzeltiyorum, hiçbir yaratığa yakalanmadan eve doğru ilerlemeye çalıştım. Zaman zaman karşıma çıkan, ölümden dönmüş hayvanlarla, birbirini kovalayan kurtadamlar dışında pek bir tehlikeyle karşılaşmadım. Yalnız, hiçbir araca binemediğimden yürümek zorunda kalmış, onca yolu teperken vakti akşamüstü etti ettiğimden, güneş batmak üzereyken deniz kenarına ancak varabilmiştim. Biraz dinlenmek için korkuluklara dayanıp, kızarmış göğün solan rengini izlemeye koyuldum. Ben, tüm bu dehşetin içinde bile, bir an için olsun kafamı dağıtabilmeyi umarken, kaynayarak köpüren denizin sesiyle kendime geldim. Denizin açığında, ancak bir kulaç genişliğinde başlayan köpürme yavaş yavaş genişledi, küçük bir adacık şekline büründü. Neden sonra sudan devasa bir kütle göğe doğru yükselmeye başladı. Birkaç saniye içinde karşımdakinin, ahtapot kafası ve dev cüssesiyle kıyıya doğru bakmakta olanın kadim tanrı Cthulhu olduğunu anladım. Yanımda bitiveren bir grup insan yere kapaklanmış, bilmediğim bir dilde bir şeyler mırıldanıyordu. Büyük tanrı kafasını yukarı kaldırıp bir çığlık kopardı. O, dev kanatlarını açıp güneşe doğru yürümeye başladığı sırada ben, adımlarımın arasını açıp eve doğru koşmaya çoktan başlamıştım.
Eve vardığımda zombimin nasıl olup da kendini balkona kitlemeyi başardığını düşünemeyecek kadar amacıma odaklanmıştım. Çalışma masamda duran dizüstü bilgisayarımı açıp, yarın baskıya yetişmesi gereken yazımı hazırlamaya koyuldum. Kafamdakileri tam olarak toparlayıp, cam ekrana dökmem neredeyse dört saatimi almıştı. Her ne kadar vücudum, yatıp uyumanın önünde hiçbir engel kabul edemeyecek durumda olsa da, son bir eforla çekmecede duran maymun pençesini elime aldım. Gözümdeki ışık, kanlısına bakan hasımdan çok, ustasına bakan çırağın gözlerindeki ışıktı. İlk bakışta çelimsiz bir hayvana aitmiş gibi görünse de, öpeceğim el, bükemeyeceğim kalınlıktaydı. Büyük bir saygı ve titizlikle elime aldığım pençeden son bir ricam vardı: herşeyin eskisi gibi olması.
Sabah uyandığımda ilk işim balkonu kontrol etmek oldu. Kilitli kapıyı açtığımda balkonda hiç kimseyi göremediğim gibi, sokakta yürüyenler arasında gulyabani ve hortlaklara da rastlamadım. Hazırlanıp evden çıktım ve asansördeki üst kat komşuma selam vererek apartmandan ayrıldım. Güneşli bir kış günüydü ve günün tazeliği insanların yüzüne de yansımış gibiydi. Her sabah yaptığım gibi poğaça almak için pastaneye uğradım. Kasaya ödemeyi yapıp kapıdan çıktığımda önüme atılan taşla irkildim. O akşamüstü dergiye atılan taş gibi bir kağıtla sarılıydı. Ne olduğunu anlamaya çalışmama gerek kalmadan, herşeyi açıklayacağı belli olan bir ses adımı haykırdı. Geldiği yöne bakınca, elinde silahıyla bir delikanlının bana nişan aldığını gördüm. Olduğum yerde kalakaldım. Bir kez daha adımı haykırdıktan sonra, sizin de hakaret olarak nitelendireceğiniz sayısız sıfatla beni takdis etti. Pişman olacağı bir eyleme imza atmaması için ikna etme çabama başlayacaktım ki, en ufak bir hareketimde beni hemen öldürmeyecek bir yerimden vuracağını söyledi. Konuşmasını hiç kesmeden bunu neden yaptığımı bildiğini ama izin vermeyeceğini haykırdı. Beni, gerçek korkuyu tattırmakla uyardığını üstüne basa basa vurguladı. Elimdeki kağıtlara bakılırsa bu yaptığının hiçbir faydası olmamıştı. Ne olursa olsun beni durdurmaya kararlıydı. Derin bir nefes alıp silahı iki eliyle kavradı. Bacaklarını hafifçe açıp nişan aldı. Derken bir patlama sesi duydum. Boynumda bir sıcaklık hissettim. Kesilen soluğuma çare arayan ağzım açılıp kapanıyor; parmaklarım, müzik dersinde flütten doğru sesleri çıkarmak isteyen öğrencininki gibi boğazımdaki deliği arıyordu. Daha fazla dayanamayan dizlerim çözülüp, yere düştüğümde, çıkardığım sesten korkan kuşlar havalanıp kafamın üstünden geçti. Ölüm korkusu tüm benliğimi sarmışken, geçmişte yaptığım hatalar bir bir gözümün önünden geçti.
Kasım 2017 Tarihli … Dergisi, Edebiyat Korkusu Köşe Yazısı
Siz sevgili okurlarımızın da bildiği üzere kıymetli yazarımız …’i vahim bir suikast sonucu kaybettik. Kimilerine göre boşboğaz bir geveze, kimilerine göre doğru bildiklerinin peşinden koşan bir Don Kişot, bize göreyse fikirlerini ifade eden sıradan bir vatandaştan farksız olan kıymetli arkadaşımızın son yazısını büyük bir üzüntü ve kederle yayınlama gereği duyuyoruz. Bu yazısının, sadece, hunharca katledilmesindeki yanlışlığın değil, her iki taraftaki okurlarının aşırılığının bir göstergesi olarak da algılanmasını istiyoruz.
…
Nitekim, anladım ki, en tehlikesiz korku, sanat eserlerinin içinde var olandır. Modern hayatta izole edilmiş bir iş gücü olarak varolan, hazır yemek yiyip, televizyonda zihnini meşgul tutan programlar izlerken bir robottan farksız yaşayan insan korkudan uzaktır. Bu renksiz dünyaya karanlık perdedeki duyguları ve heyecanları yaşatan en masumane enstrüman korku edebiyatıdır.
Halbuki eski çağlarda böyle değildi. İnsan günlük yaşamında pek çok korkuyla iç içeydi. Her an, her türlü tehdite açık olması bir yana; yeme, içme, barınma ve hatta güvenlik ihtiyacı bile tehdit altında olduğundan insanların, yerçekimi korkusu olan “barophobia”ya ya da oturma korkusu anlamına gelen “catishophobia”ya yakalanacak ne lüksü ne de zamanı vardı. Teknoloji ilerleyip, toplumsal kültür değiştikçe, ihtiyaçlar ve zevkler gelişti ve önceleri insanları bazı yerlerden ya da eylemlerden uzak tutmak için kullanılan korku hikayeleri sadece içinizdeki bir duyguyu uyandırmak için yazılır oldu. Alan öylesine bakirdi ki, gece yarısı kapınızda duyduğunuz tıkırtıyı anlatan bir şiir bile yeterli oluyordu. Şimdi bir ilkokul öğrencisini korkutmak için yeterli gelmeyecek çarşaflı hayalet numarasını 1800’lerdeki bir yetişkine yaptığınızı düşünsenize. Elbette ki tek neden bu değil, yaratıcı içeriklerin ve etkileyici anlatımların tesirini yadsımayacağım. Ancak piyasanın işleyişinin talebe ve arza göre şekillendiğini de biliyorum.
Bu nedenle, şekli ve içeriği ne olursa olsun korku yazınının gerekli ve faydalı olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum. Fikirlerimdeki değişikliği, aksi durumda olacakları idrak etmiş olmama borçlu olduğumu belirtmek istiyorum. Beni anlayacağınızı umuyor; nedenini sormayın ama korku hayranlarının, içine dalıp gittikleri kurgu dünyaların “gerçek” olmasını can-ı gönülden dilememelerini rica ediyorum.
Merhaba:) Okurken başta “Bu ne yahu, bizimle dalga geçiyor herhalde ama dur bakalım” hissine kapıldım, sonra dedim ki “Bu ne güzel öykü!” Korku türünün kalitesini özellikle seven ve Lovecraft’ın hayranı olarak sonuna kadar keyifle okudum. Seçki’de daha önce de aynı aylarda, aynı önsözde adımız geçmişti, yine öyle olduğu için memnunum. Ellerinize sağlık, gelecek aylarda da görüşmek ümidiyle:)
Merhaba,
Özellikle son günlerde sıkça karşıma çıkan “neden korku okuruz?” sorusuna kendimce bir cevap vermeye çalıştım. Okuyup yorumladığınız için teşekkür ederim. Daha nice önsözlerde buluşmak dileğiyle 🙂
Merhabalar. Maymun Pençesi en sevdiğim korku öykülerinden biridir, az bilinen bir öykü aslında; onun için burada gördüğümde hem şaşırdım hem heyecanlandım. Siz de harika işlemişsiniz. Olayın akışı, bağladığınız yerler, akıcılık, hepsi güzeldi. Bir korku sever olarak öykünüzü çok beğendiğimi söyleyeyim. Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilme umuduyla.
Merhaba,
Beğenmenize çok sevindim. Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim.
Merhaba,
Öyküye esin kaynağı olan eseri okumadım, açıkçası ilk kez öykünüz sayesinde haberim oldu. Bu sebeple ne kadar esinlenme ne kadar kurgu var bilemiyorum ama şunu söylemeden geçmek olmaz. Çok ama çok güzel yazılmış, kesinlikle uğraşılmış emek verilmiş bir öyküydü. İçindeki bolca göndermeye rağmen akışı bozmamışsınız. Bu da sizin başarınız.
Aslında öykünün ilk kısımlarında şöyle düşündüm. Öyküden ziyade bir köşe yazısı, bir makale havasında… Ama öykü ilerledikçe ve baş karakterin bir yazar olduğunu da hesaba katarak en doğru ve en uygun anlatım biçimi bu olabilirdi. Öykü bir yerden sonra aksiyona geçince akıcılık daha çok sağlandı sanki. Öykünün çıkış noktası olan sorunuz ve ona uygun cevabınızı öyküleme şekliniz takdirlik.
Önceki öyküleriniz ve bu öykünüz… Şöyle bir izlenim oluşturdu bende. Burak Yüksel herhangi bir konuda her anlatım biçimiyle öykü yazabilir. Yelpazesi geniş. Kendini tekrar etmiyor. Öykülemede yetenekli ve anlatımı kendine has. Ne demek istiyorum? Seçkinin en başarılı kalemlerinden birisiniz fikrimce.
Gelelim öyküye; asansör sahnesi çok hoş bir detaydı. Öyküyü zenginleştirmiş bana göre. Ki devamında zombiler, uzaylılar, vampirler 🙂 Çok yaratıcıydı bütün bunları bu öyküde birleştirmek. Tek takıldığım, temadaki “100”le bağlantı var mıydı? Dikkatli okudum ama bulamadım.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba,
Öncelikle vakit ayırıp yorumladığınız için teşekkür ederim. Tespitleriniz beni çok mutlu etti. Sanırım biraz mesaj kaygısı taşıyorum ve her hikayeden ahlaki bir ders çıkarılması ya da yazıda felsefi/sosyal bir konunun işlenmesini gerekli buluyorum. Henüz bunu usta yazarlar gibi metnin içine yedirerek yapmada başarılı değilim – ya da gerçekten tarzım bu, bunu zaman gösterecek. Her ne kadar sevdiğim üslup, daha az şey söyleyerek, daha çok şey anlatabilmek olsa da, yazmaya başladığımda ortaya çıkan maalesef bu olmuyor. Yazmadan önce araştırdığım doğrudur. Hatta öykünün altyapısını oluşturmak için harcadığım zaman bazen öykünün yazım süresiyle aynı olabiliyor. Tüm bu bileşenlerin sonucu olarak ortaya, okuyucunun yüzünü ekşitmeden, bir şeyler düşünüp, hissetmesini sağlayacak bir öykü çıkarabildiysem ne mutlu bana.
Saygılar.
Merhaba;
Anlatım dilinizi çok sevdim. Akıcı bir öykü kaleme almışsınız. Birkaç noktaya takıldım. Başında çok fazla isim vardı bu da acaba didaktik bir öykü mü diye düşündürdü sonra su gibi aktı. Ben öykünün vurulmadan sonrasında bitmesini beklerdim zira oraya kadar akışın temposu yüksekti. Son bölüm biraz fazla geldi bana. Kaleminiz kuvvetli.
Gelecek sayılarda yeni öykülerde buluşmak dileğiyle.
Merhaba,
Yorumunuz için teşekkür ederim. Dediğinize katılıyorum, son bölüm finalin vurucu etkisini azaltıyor ancak öykünün mesajını tamamlayabilmek için yer vermek durumunda kaldım.
Pet Sematary’den Wishmaster’a birçok korku romanına/filmine ilham olmuş klasik bir öykü var karşımızda: The Monkey’s Paw (Onun evveli Faust ve en evveliyse dinî metinler: İnsanın şeytanla yaptığı anlaşma sonucu yıkıma uğraması). The Monkey’s Paw’u ortaokul hazırlık sınıfında okumuştuk ve bir korku sever olarak hayran kalmıştım. Yıllar sonra tekrar, bu sefer eleştirel gözle okuduğumda yine aynı hayranlığı duymuş fakat bir yerde takılmıştım: The Monkey’s Paw’da kötülüğün kaynağı Doğu’da, Hindistan’dadır. Oysa King, Pet Sematary’de mekân olarak her ne kadar eski bir Kızılderili mezarlığını seçse de kuralına uygun davranmamakla gelen yıkım üzerinden tarihî bir hesaplaşmaya açık kapı bırakır, o açıdan W.W. Jacobs’ın öyküsünden bir adım önde fakat felsefi derinliği açısından Faust’tan elbette geridedir. Şimdi ileriye sarayım… Dinî metinlerden Faust’a, Faust’tan The Monkey’s Paw’a kadar hemen hepsi tek bir ortaklıkta birleşir: İnsani zaaflarla dünyasal hazların vaadini kabul sonucu ruhun ya da mevcut huzurun yitimiyle gelen yıkım. Ve bu her ne kadar evrensel de olsa bireyin tragedyası olarak sunulur, toplumsal bir boyutu neredeyse yoktur. Sen ise “Edebiyat Korkusu” adlı The Monkey’s Paw uyarlamanda bunu toplumsal bir boyuta taşıyarak bir üst aşamaya çıkarabilmiş, üstüne üstlük bunu yaparken, hedeflediğin mesaja -sonrasında sapsa da- metne yedirerek varabilmişsin. Tek olumsuz eleştirim de bu sapma, metnin bir yerden sonra gereksiz uzayarak zaten varmış olduğun mesajı teğet geçip gitmesi. Dilek sayısını metne sadık kalmak amacıyla illa üçte tutmak zorunda hissetmeyip ya da ilk dilekleri başka bir yolla aşıp öykünün sonunu kahraman “tüm korkuların ve hatta tüm korku hikâyelerinin gerçek olmasını” diledikten hemen sonra bağlasaydın bu aşıma imkân tanımamış olurdun. Yine de bu hâliyle bile bence 100. sayının en iyi öyküsü. Ellerine sağlık…
Not: Öykünün müthiş girişi sayesinde The Turn of the Screw’dan uyarlanan 1961 yapımı The Innocents’ı yeniden izlemek istedim. Seninki gibi öyküleri en çok da bu yüzden seviyorum, başka dünyalara birçok kapı açıyorlar.
Merhaba,
Vakit ayırıp okuduğunuz ve derinlemesine analiz ettiğiniz için teşekkürler. Belirttiğiniz gibi temel mesaj, korku ve korku edebiyatı olmadan bu dünyanın, alışılageldik dünya olmayacağını göstermek olmakla birlikte, orjinal metindeki üç dilek hakkını tamamlama gerekliliği hissedince öykünün geri kalanı biraz “magazine” bağlanmış gibi oldu. Yine de beğenmeniz beni çok mutlu etti.
Merhabalar. Öykünün giriş kısmından çok sıkılmama karşın yine de devam ettim, ama sonra yine sıkıldım.Okumayı bırakıp yorumlara bakmaya karar verdim ki bunu normalde hiç yapmam. Yorumları okudum övgü doluydu.Kesin bende sorun var dedim o zaman. Başladım tekrardan okumaya. Gerçekten de bende sorun varmış. İlk bölüm bitipte olaylar gelişmeye başlar başlamaz su gibi aktı gitti. Tadı damağımda kaldı. Şahaneydi resmen. 90’larda izlediğim korku filmlerinden aldığım tadı aldım. Geçmişe döndüm sanki. Bittiğinde resmen hüzün çöktü içime. Diğer öykülerinizi de en kısa zamanda okuyacağım. Kaleminize, yüreğinize ve hayalgücünüze sağlık.
Merhaba,
Size son anda ve yorumlar sayesinde de olsa öykümü okutabildiysem bu bana yeterli 🙂 Böyle hissetmekte haklı sayılabilirsiniz, diğer sayılarda da hep uzun girişlerle ilgili eleştiriler almıştım. Her ne kadar girişleri kısaltmaya çalışsam da şu ana kadar pek becerebildiğim söylenemez. Yine de güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Saygılar.