Bana en büyük kabusun nedir deseniz kesinlikle sol elimi kaybetmek derdim. Beni hayata bağlayan, zihnimin karanlık zindanlarından doğru hayalleri çekip çıkartan elim, paylaşımcı kişiliğinden ötürü bir de onlara kağıt parçalarında can verirdi. Evet, eskiden böyleydi. Eskiden biz bir takımdık. Benim para kaynağımdı o, bense onun bağlı olduğu bu bedenin tek sahibiydim. Efendisi…
Onu yöneten sinirlere emri veren beynimden tüm kar sağlayan düşünceleri o çeker çıkarırdı. Çünkü zihnimin labirenti öyle karmaşıktı ki, kendim oraya girebilecek kadar cesur değildim. Her korkak efendi gibi onu yolluyordum oralara. Belki biraz da suçlu benim. Onca hastalıklı ve karanlık düşüncenin içine onu öylece, bir başına salıverip takdire şayan hayallerle geri dönmesini bekliyordum. Yapıyordu da. Her defasında hayalgücümün en derinlerinde saklanmış, karanlıktan korkan hayallerimi bulup onları ışığa çıkartıyordu. Ellerinden tutup, kağıtlara götürüyor, onlara bir soluk ve bir ad veriyordu.
Çizgiroman yazmak ve çizmek eşsiz bir duygudur. Hele de bu ikisini de yapan sizseniz. Senaryonuz size aittir. Onca karakter , mekan ve olaylar sizin kontrolünüzdedir. Onlarla istediğiniz her şeyi yapabilir, istediğiniz her gücü ekleyebilir, en zor anında arkanıza bakmadan yarı yolda bırakabilirdiniz. Ama daha da güzeli, çizme yeteneğiniz varsa, hakimi olduğunu karakter ve mekanları aynen zihninizde gördüğünüz gibi kağıtlara dökmektir. Belki başkası çizse sizde onları ilk gördüğünüzdeki etkiyi uyandıramaz. Ama kendi ellerinizle kağıtlarda onlara can verirken ilk karşılaşmanızda çok etkilendiğiniz birini, şans eseri, umulmadık bir anda tekrar görmüş gibi olursunuz. Sol elim de böyle düşünüyordu. Benim korkaklığımın aksine o güçlü bir karaterdi. Ona saygım hala daha sonsuzdur. Ama efendiliği bırakmaya da niyetim yoktu. O bana bıraktırana kadar…
Dedim ya hata biraz da bendeydi diye, meğer benden ne kadar bıktığından habersizmişim. Onu kullandığımı düşünüyor olmalıydı. Koluma öylece bağlıyken ben tüm bedenim ve ihtişamımla ona hükmederken, buna daha fazla dayanamamış olmalı. Kağıtlarda hayatlarını kurgulayıp ardından kutular içinde can verdiği karakterleri bana bırakmak istemiyordu besbelli. Ben, bir korkak sahip, ona sahipken o pusuya yatmış bir yılan gibi sessizce doğru anı beklemişti. Sonra bir gün, yatağımda uyanmadığım bir sabah, gerçek efendinin kim olduğunu öğrendim.
Her sabah olduğu gibi yatağımda uyanmam gerektiği bir sabah, ben tozlu bir tavan arasında uyandım. Evimin tavanarası yoktur. Bir apartman dairesinde yaşıyordum oysaki. Burası, bir sokak ilerimizde eski, dökük bir evin tavanarasıydı. Olayın şokuyla o an fark etmemiş olsam da, sonradan fark edeceğim bir şey vardı ki ömrümün yarısını benden alıp götürdü: yeni çizgiromanımın mekanlarından birine çok benziyordu burası. Peki ya duvarlar… Her şey boştu, bütün gerçekler duvarlarda çiziliydi. Tavanarasının rutubetli duvarlarında, kırık camdan giren sabahın ilk ışıklarının altında dev çizgiroman karelerine çizilmiş sahneler vardı. İlk karede bana çok benzeyen ancak yüzü görünmeyen bir adam uykulu bir edayla içeri giriyordu. Sonra yere uzanıp kaldığı yerden uykusuna devam ediyordu. Onun yere uzandığı sahnede bir el, başka birine ait olan bir el uzanıp açık kapıyı kapatıyor, ardından gelen karede ise devasa boyutlar resmedimiş el odada bulunan herhangi birine el sallıyordu. Resim işte bu kadardı. Odada bir tek ben olduğum için el sallanan kişi kesinlikle bendim. Peki kimdi bu sapık herif? Kendini göstermek yerine elini bu işlere alet eden hastalıklı manyak kimdi? Korkuyla irileşmiş gözlerim, alnımdan akan ter ve çıplak ayaklarımı buz gibi yaparak vuran kırık camdan gelen rüzgar eşliğinde ağlayacak gibiydim. Gözlerimde birikmiş yaşları erkeklik gururuma yediremediğim için dökemiyordum. Benim gibi kendi zihninde dolaşmaya bile korkan bir aptal, kimsenin olmadığı bir yerde erkekliğine laf ettirmemek için gözyaşlarına hakim olyuyordu. Ne kadar da ironik… Ama kendime göre nedenim, bir yerlerde saklanmış olan katilimin beni izliyor olma düşüncesiydi. Üşüyen ayaklarımı bacaklarımın altına toplarken, gerilmiş ellerimle yerdeki cam kırıklarını kavradım. Bir süre bana el sallayan dev ele baktıktan sonra korkuyla, yavaş yavaş ayağa kalktım. Ama ne oldu dersiniz? Yoo hayır, hiçbir yerden biri gelip üzerime atlamadı. Sadece kalkarken resmin henüz bitmediğini fark ettim. Kalktığımda endişeyle omzumun üzerinden baktığımda, arkamdaki duvarda maceranın devam eden sahnelerini gördüm. Artık gözyaşlarım kontrolsüzce akıyordu. Tiz inlemelerim ise, titremeye başlayan tüm bedenime tempo tutuyordu. Arkamdaki duvarda, uyanmış ve ilk resmi görerek şok olmuş bir adam vardı. Adamın yüzü gölgeli çizilmişti ama onun ben olduğu her halinden belliydi. Üzerindeki kıyafetleri şu an bende olanların aynısıydı. Dağınık saçları, gölgeli yüzündeki burun yapısı… O bendim, buna şüphe yoktu. İşte o şaşkın ve korkmuş adam resimleri incelerken tam arkasında yine bir el belirmişti. Elinde bir anahtar tutuyordu. Adam hızla, acınacak bir surat ifadesiyle anahtarı tutan ele doğru koşuyor ancak elin parmakları anahtarın üzerine kapanarak sıkı bir yumruk oluyordu. Adam diz çöküp anahtar için yalvarıyor, el ise adama tersiyle bir tokat atıyordu. İşte, karelerin hepsi buydu. Tabii bu son sahneleri de gördükten sonra defalarca etrafımda dönerek yeni sahneler aradım. Sızlanan tiz sesimle, tırnaklarımı yiyerek deli gibi kendi etrafımda dönüşlerimin dengeme verdiği hasarı farke demedim elbette. O kadar çok dönmüştüm ki artık her şey bulanıklaştı ve ben farkında olmadan yere kapaklandım. Nedendir bilinmez, herhalde dengem bozulduğu için, bir an ayağımı boşluğa basmışım gibi hissettim ve soluğu yerdeki cam kırıklarında aldım. Canım acımıştı. Cam kırıkları her yerimi acıtmıştı ama şans eseri hiçbir yerim kesilmemişti. Potansiyel katilime seslenmeye, hatta ona meydan okumaya korkuyordum. Bu yüzden dizlerimi oturduğum yerde göğsüme kadar çekip deli gibi ileri geri sallanmaya başladım. Bir yandan da ağlıyordum. Ne kadar da acınası duruyorum değil mi? Aciz, korkak, işe yaramaz… Biliyorum siz de beni böyle görüyorsunuz. Belki siz de o karedeki kişi gibi bana bir tokat atmak istiyordunuz. Ama emin olun bunu ben de kendime yapmak istiyormuşum. Ya da en azından vücudumun bir parçası bu acınası halime daha fazla tahammül etmek istemiyordu.
Ben, o çılgın tavırlarımla, bir yandan saçlarımı çekerek ağlarken bir yandan da ileri geri sallanmaya devam ediyordum. Garip iniltiler çıkaran halimin farkında bile değildim. Eminim biri beni duysaydı, o anki korkunç halimden ürküp yanıma bile yaklaşmazdı. Kurtulma şansımı kendim baltalıyordum kısaca. Her neyse, ben böyle saçlarımı çekerken birde durup ellerimi yüzüme kapadım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Artık minik gözyaşlarım bir sel olmuş, engelleri aşmış akıp gidiyordu. Ben böyle ağlarken birden sakinleşip burnumu çekiştirerek kolumla yüzümü sildim ve koluma bulaşan mürekkebi fark ettim. Hemen elimi yüzüme götürdüm ve yüzüme yayılan siyah mürekkebin izlerini buldum. O anda ellerime bakmak geldi aklıma. İşte, benim birtanecik sol elim, cesur kahramanım, kendi karanlığımı benden uzak tutan yegane koruyucum şimdi celladım olarak yanı başımda dikiliyordu. Nasılda fark etmemiştim? Bu çizim tarzı benimkiyle aynıydı. Sol elime bulaşmış siyah mürekkep ise, uslu uslu duran elimin avuçlarında şeytanca bana sırıtıyordu. Hemen kafamı kaldırıp duvardaki kareleri tüm detaylarıyla inceledim. İşte, ruh hastası kaçıranımın kimliği gözlerimin önündeydi. Karelerde yer alan ben, kapıdan uykuul uykulu içeri girerken sol elim cebimde resmedilmiştim. Yere uzanırken sağ profilnden gösteriliyordum. Şaşkın bir halde duvara bakarken yine sağ profilden çizilmiştim. Ama yalvarırken… sol koluma bağlı bir el yoktu! Benden ayrılmış olan organım bir kişilik kazanmış bana el sallıyor, anahtarı benden saklıyor ve acımadan tokadı yapıştırıyordu. Bensiz bir bedene sahip değildi elbette, ama bana olan kin ve nefreti yakın zamanda ona bir beden kazandıracaktı. Bunu o an bile biliyordum.
Belki size garip gelecek ama onunla konuştum. Evet, ağzı dili olmayan elimle konuştum.
“Beni burada tutamazsın!” diye haykırdım avuçiçi bana doğru dönük elime. Ardından hiç düşünmeden kapıya doğru koşup tam sol elimi uzatıyordum ki, onunnasıl bir hain olduğunu hatırlayıp sağ elimle kapı kolunu zorladım. Kilitliydi. Neden en başında kapıya koşmamıştım? Olayın şokundan olsa gerekti.
Tekrar elime haykırdım.
“Ne yapıyorsun? Biz senle takım değil miyiz? Bugünlere birlikte gelmedik mi? Bana bunu neden yapıyorsun!” dedim tekrardan gözlerimde biriken yaşlarla. Bir cevap gelmedi. Hırsımdan duvara bir yumruk attım. Elim fena halde sızlasa da onu o an hissetmek beni rahatlattı. Hala daha kontrol bendeydi. Henüz yenilmemiştim.
Resimdeki anahtarı hatırlayıp odayı araştırmaya başladım. Her yer toz içindeydi. İğrenerek birkaç fare pisliği buldum. Tavanarasında fazla eşya yoktu. Açıkçası kırık bir koltuk -içi tahtakurusu doluydu- ve etrafa saçılmış bir kaç plastik poşetten başka bir şey yoktu. O poşetler de muhtelemelen rüzgarla içeri savurlmuştu. Kendimi kaybetmiş ama ümidimi yitimemiş bir halde 2 saatimi anahtarı aramaya harcadım. Kah elime yalvarıyor kah tepkisizliğine yüksek sesle küfür edip onu aşağılıyordum. Bana bir yardımı olsun diye suyunu gidip, onu en can alıcı yerlerinden iğneliyordum. Ama sonuç bir hiçti. Ketum bir yapıya sahip olduğunu söylemeliyim. Tabii bu yapısı bana hiç yardımcı olmamıştı. Orada bir gün boyunca kapalı kaldım. Kırık camı parçalayıp aşağıya atlamaya çalıştıysam da yükseklikten gözüm korkuttu. Camsız bıraktığım pencereden sarkıp sesim kısılana kadar bağırdım ama beni duyan olmadı. Her şey öyle güzel planlanmıştı ki… Artık sonuçsuz debelenmelerimden ve işitilmez haykırışlarımdan bitap düştüğümde ise uykuya daldım. Uyandığımda ne kadar kötü bir kabus gördüğümü düşünerek ellerimle gölerimi ovuşturdum. Yarı esner bir halde ayağa kalktığımda… evet doğru tahmin ettiniz, yine oradaydım. Bu defa çılgına dönmek yerine, kalktığım yere geri oturdum. Yapacak hiçbir şey bulamayarak, sorgulayan gözlerle elime baktım. Onu havaya kaldırdım ve göz hizamda tuttum.
“Neden?”
Yine cevap yoktu. Ama yeni mürekkep izleri vardı. Kafamı hızla duvara çevirdiğimde eski resimlerin bazı kısımları karanlamış yerine yeni şeyler eklenmişti. Ben yine tek elli bir adam olarak duruyordum. Ama bu defa sol elimin bağlı olduğu bir silüet vardı. Yüzü ya da onu belli edecek herhangi bir şey netleştirilmediyse de bağlı olduğu bir insan olduğu belliydi. Yine anahtarı bana gösteriyor, ardından saklıyordu. Bu defa yüzüme sıkı bir yumruk yiyordum. Dünkü konuşmalarımız da eklenmişti karelere. Resimlerde tüm sorduklarıma cevap vermişti.
“Beni burada tutamazsın!” diye bağırdığım yerde,
“Gidebiliyorsan git bakalım.” diye cevap veriyordu.
“Ne yapıyorsun? Biz senle takım değil miyiz? Bugünlere birlikte gelmedik mi? Bana bunu neden yapıyorsun!”diye sorgulamalarıma ise,
“Takım mı! Aptal olma! Senin gibi bir yeteneksizi hak etmedim ben! Tüm o hastalık düşüncelerine yıllarca maruz bıraktın beni! Bana sakın mazlumu oynama! Senden yıllar yılı gördüğüm işkence sonunda bir kurtuluş yolu bulmam mı ihanet? Buradan bir tek çıkan olacak ve o da ben olacağım…”diyordu.
Gün boyu diğer yalvarış ve küfülerime de resimlerde kısaca değinilmiş ama cevaplanmamıştı. Sadece tüm çabalarımın özeti duvarda yer almıştı ve bir silüet duvara yaslanmış beni izliyordu. Elbette bu silüetin tek belirgin yanı sol eliydi. En ince ayrıntısına kadar resmedilmişti. Bir karaltıdan ibaret olan hayali vücutta bu korkunç derece güzel bir ayrıntıydı.
Yeniden elimi havaya kaldırıp ona baktım. Ne kadar da uslu bir çocuktu o an. Sessizce oturmuş babasının dediklerini yapıyor gibiydi. Ama dışarı çıktığında nasıl bir şeytandı! O gün ona hiçbir şey söylemedim. Hem de hiç. Gerçekten konuşmasından korkuyordum. Çünkü tahmin edeceğinz gibi konuşsa benim bedenimden konuşacaktı. Birden vücudumun diğer uzuv ve organlarını bana karşı örgütleyebileceği geldi aklıma. Paniklemiştim. Ellerimi ve bacaklarımı koyacak eyr bulamıyordum. Yüzümdeki her organ yerinde mi diye kontrol ettim. Ellerime ve ayaklarıma baktım. Her şey olması gerektiği gibiydi; benden şikayet eden sol elim bile.
Açtım, susuzdum. Beni böyle öldüreceğini düşündüğümde onu ne kadar merhametli saydığımın farkında değildim. Meğer beynimin ona ait kısmında daha başka düşünceler varmış… O gün uslu bir çocuk gibi oturup bekledim. Tüm gece harekete geçmemesi için uyumadım ve hiçbir şey olmadı. Ertesi gün ve geceyi de çok zorlanmama rağmen uyumadan geçirdim. Ama uyku tanrısı benden yana değildi. O da bana kafayı takmıştı! Muhtemelen elimle ortak çalışıyorlardı. Ona tüm direnmelerime rağmen beni kendine çekti ve uykunun sözde rahat topraklarında geziye çağırarak aklımı çeldi. Uyandığımda yeni resimler beni bekliyordu. Bu defa manzara hepsinden korkunçtu. Her karede zihnimde bulduğu karanlık düşünceler vardı.
“Hayır!” diye bağırdım gözlerimi kapatarak.
“Yapma bunu, hayır!”diye gözlerimden yaşlar akarak haykırdım. Ellerimi gözlerime sıkıca kapatmış, kesinlikle etrafıma bakmıyordum. Kendimin giremeyip de onu gönderdiğim tehlikeli ve karanlık yolları resmetmişti işte. Ne güzel de bir intikamdı. Yıllarca şöyle bir göz gezdirdiğim kendi zehrimi lıkır lıkır bana içiriyordu şimdi. Onu maruz bıraktığım ve kağıtlarda hayata geçirttiğim karanlık sanatımı gözüme sokuyordu. Kendime itiraf etmekten kaçındığım en sapık hayallerimi, an acımasız rüyalarımı gösteriyordu bana. Aslında korkunç olanın ben olduğunu gösteriyordu. Kaçtığım her şey üzerime üzerime geliyordu. Kendi pisliğimde boğulmaya terk ediyordu beni. Ve yapacağını yaptı… Sol elim yavaşça kapattığım gözlerimden çekildi. Tek gözüm açıkta kalmıştı. Karşımda dipsiz bir çukurdan çıkan bir şeyin resmi vardı. Ne olduğuna dikkat etmek yerine açıkta kalan gözümü sıkıca kapattım. Ama sol elim bununla yetinmedi. Yüzüme basıtrdığım diğer elimin bileğine yapışarak onu yüzümden ayrımak için tüm gücüyle çekti.
“Bırak onu! Bırak dedim sana!” diye bağırdığım halde, sağ elimi yüzüme yapıştırmış bir biçimde olduğum yerde sabit kaldım. Girdiğimiz mücadeleden, kokudan dolayı kollarımdan çekilen güçten ötürü o galip çıktı. Sağ elimi yüzümden ayrımış, gözlerimi tamamen açıkta bırakmıştı. Ama gözkapaklarım iyiydi. Hala daha beni seviyolardı. Dedikerlime uyup yumulu kaldılar. Bir süre öylece bekledim. Yıllar sürse bile gözlerimi açmamaya kararlaıydım. Ama öyle olmadı. Yüzüme inen bir yumrukla sersemledim. Yere düştiğimde gözlerimi açmıştım bile. Tekrar haykırışlar ve çığlıklarla etrafımdaki tüm dehşetin farkında vardım. Her kötülüğün, her iğrençliğin, her sapıklığın baş kahramanı bendim. En büyük kötülükleri yapan hep bendim. Ve her karenin sonunda bana el sallayan o dev el! O şeytan, o acımasız soysuz her kare sonunda kendini defalarca tekrarlayarak, benimle alay ediyordu! Benimle dalga geçerek bana el sallıyordu.
“Bak gördün mü? İşte sen busun.” diyordu pis sırıtışlar eşliğinde.
Tekrar yumduğum gözkapaklarımı parmaklarıyla yakalayıp geriye doğru itti. Korkunç çığlıklarım ve çaresiz haykırışlarıma aldırmadan gözkapaklarımın bana itaat etmesini engelledi. Bakmamı istiyordu. Tekrar ve tekrar her bir dehşete maruz kalmamı istiyordu. Gün böylece geçip gitti. Gözlerimi her kağattığımda bana eziyet ediyor, parmaklarıyla gözlerimi açıyor ya da yüzüme inen ağır bir tokat veya yumrukla beni yere seriyordu. Önümüzdeki 2 gün de aynı şekilde geçti. 2 gün boyunca her uyandığımda, duvarda hastalıklı zihnimin, kaçtığım ve görmezden geldiğim yeni görüntüleri çizili oluyordu. Bense duvarları tırmalıyor, çığlıklar atıyor, saçlarımı yoluyordum. Başka ne yapabilirdim ki? Bir keresinde duvara tükürerek resimleri silmeye çalıştıysam da kupkuru bir boğazla öksürük nöbeti geçirmek dışında bir sonuç alamadım. Sol elimin arzuladığı kimlik ise her geçen gün daha çok ön plana çıkıyordu. Bana el sallamayı bırakıp duvara yaslanakara izlemyi seçiyordu resimlerde. O duvara yaslanmış silüet, giderek en sevilen çizgiromanımın baş kahramanına dönüşüyordu… Suçluların korkulu rüyası, cehennem lordlarını alt edip dünyayı iblislerden kurtarmış o yüce kişi, cennetin melekleri tarafından defalarca ziyaret edilip kutsanmış süper kahramanım ÖlümKanat’tan başkası değildi. Ama bir fark vardı duvardakiyle gerçeği arasında; duvardaki resimde kanatlar yoktu. Benim çizimlerimde melek kanatları vardı oysaki. Bu düşüncemi mırıldanarak dile getirdiğimin ertesi sabahı duvarda bunla ilgili bir cevap vardı. Bir konuşma baloncuğu içinde, yine duvara dayanmış benim çıldırışlarımı ve zihnimin iğrençliklerinin resmediliği bir yerde cevap veriyordu:
“O kanatları en başından beri sevmemiştim. Onun gibi muhteşem bir canlının iki kuş kanadına sahip olması ancak senin gibi bir gerizekalıdan çıkardı zaten! Senin gibi bir ucubeyle olmak yerine ÖlümKanat’ın güçlü elleri olacağım!” diyordu. Ama ÖlümKanat gerçek değildiki. Demek ki deli olan tek ben değilmişim…
Kendi kendime yenilmem hergün tekerrür ederken ben duvarları tırmalaktan sökülmüş tırnaklarım, yumruklamaktan kızarmış ellerim ve yolunmaktan seyrelmiş saçlarımla sol elime teslim olmamaya karar verdim. Gün be gün kendi karanlığımda boğulma işkencesine daha fazla dayanamazdım. O an onu fark ettim. En başından beri yanımda olan, çektiğim tüm acıları çeken, benimle ağlayıp benimle gülen gerçek dostum…sağ elim. Bana itaat etmeyi bir an bile bırakmamıştı. Ben gözlerimi kaparken sol elime direnerek kendini yüzüme siper etmemiş miydi? Yumruklardan korunmak için kendini önüme atmamış mıydı? İşte, gerçek dostum orada duruyordu. Bacağım üzerinde, bana doğru yaslanmış, uysalca emirlerimi bekliyordu. Beni seviyordu, ben de onu.
Yerden kırık bir cam aldım. Pencere kenarına sürterek kırık ve tırtıklı uçlar oluşmasını sağladım. Sessizce yerden kalktım ve sol elimle yüzleştim. Onu yine göz hizama kaldırarak konuştum:
“Sana boyun eğmeyeceğim!”
Ama hiç beklemediğim, korkunç bir şey oldu. Hani küçükken mum ışığında şekiller yapardık ya, mesela kurt yaptığımızı düşünün. Bir de baş parmağımızı oynatarak konuşuyor gibi yapardık. İşte o kurdun işaret ve serçe parmağımızı kaldırarak yaptığımız kulaklarını diğer parmakların yanına koyun ve baş parmağınızı oynatın. Konuşan bir ağız görüyor munusz? Sizi bilmem ama benim karşımda duran buydu.
Parmaklarım yavaşça öne doğru büküldü. Baş parmağım dşiğer parmaklarımın altına ilişti. Sonra birden o, sol elim, konuşan bir ağız gibi benim sesimle konuştu.
“Bir salaklık yapma ve bırak o camı.”
“Sen..konuşuyorsun! Çık vücudumdan şeytan!”
“Konuşmamı istemiyor muydun?” sesinde alay vardı. Benim sesimle benle alay ediyordu.
“Kapa çeneni! Benim sesimi kullanma!” bu sözleri söylerken sağ elimde tuttuğum camı öyle bir sıkmıştım ki zavallı sevgilimi, biricik dostumu yaralamıştım. O yine sessiz ama acıyla için için sızlarken, cama damlayan kan damlaları içimi burktu.
“Bak ona ne yaptın!” diye hayrkıdım ve camı kaldırdım.
“Sana son kez söylüyorum bırak o camı!”
Ama ona itaat etmedim. Camı sol bileğime dayadığım anda boğazıma sarıldı. Önce camı bırakıp sağ elimle onu uzaklaştımaya çalıştıysam da faydasızdı. Ben de yapacağım son şeyi yaptım ve o boğazımda canımı alırken camı var gücümle sol bileğime sürtmeye başladım. Acı bir çığlık koptu. İkimizin de canı acıyordu ama aynı sesi kullandığımız için bağıran kimdi fark etmedim. Biricik dostum, sağ elim var gücüyle bana ihanet eden o hain sol eli keserken ben dayanılmaz acıyla buruştuduğum yüzümde gizli bir mutlulukla onu izledim. Beni yine kurtarıyordu işte. Bunca yıldır farkına varamadığım gerçek dostuma son bir kez baktım ve ölümün soğuk sularına dalmaya başladım. Muhtemelen beni bulduklarında ölüm nedenim kan kaybı olacak. Ama olsun. Şeytani yanımı vücudumdan söküp atıp, itaatkar yanımla kucakladım ölümü.
- Şehir Dağları Aşındırır - 15 Haziran 2016
- Bay Kuş - 15 Temmuz 2015
- İsyan - 15 Temmuz 2011
- El - 13 Eylül 2010
- Dört Mevsimin Hanımları - 9 Nisan 2010
Bir an tuttuğum nefesimi hiç veremeyeceğim sandım…
Öncelikle seni tebrik etmeliyim Hazal. Daha önce de seçkide birkaç öykünü okumuştum ama sanırım hiçbiri beni “El” kadar etkilememişti. Kesinlikle sarsıcıydı… İnsanı kendi bedeninden korkutmayı başarabilmek pek kolay bir şey değil sanırım ama sen bu konuda an itibarıyla, oldukça başarılı geldin bana…
Tavan arası temasını duyduğumda, gelmesini beklediğim belli başlı bir kurgu vardı açıkçası öykülerde. Sonuçta tavan arası konseptinin özellikle de korku hikayelerinde belli bir klişesi olduğunu inkar edemeyiz ama böyle bir hilaye yaratmak… Açıkçası benim hiç aklıma gelmezdi. Tebrik ederim.
Kurgunla, üslubunla zaten oldukça özenilmiş bir öykü olduğunu da belli ediyorsun.
Ne diyeyim. Kesinlikle vuruldum…
Vay be! Çok çarpıcı bir sondu bu. okurken kafamda birkaç farklı son canlanmıştı ama böylesini beklemiyordum doğrusu.
Bu hikayede en sevdiğim kısım kesinlikle duvarlara çizilen çizgi-romanlar ve sol elin onlar aracılığı ile konuşması oldu. O kareleri, o konuşma balonlarını görür gibi oldum. Çok parlak bir fikir, tebrik ederim.
Gelelim kötü yanına… Yazım hataları. Hem de olmaması gerekecek kadar fazla. Okurken sürekli teklememe, hikayeye kendimi tam anlamıyla veremememe neden oldular. Sanırım son anda bitirip kontrol etmeden göndermişsin. Bu daha önce de yaptığın ama son zamanlarda azalttığın bir şeydi oysa ki… Neyse, üzerinde fazla durup hikayenin güzelliğini gölgelemek istemiyorum.
Uzun zaman sonra seni tekrar seçkide görmek ve senden böylesine güzel bir hikaye okumak keyifliydi.
Teşekkürler.
@Lola Black;
Güzel yorumun ve beğenilerin için teşekkür ederim. Bu fikir aklıma ilk geldiğinde onu günlerce aklımda yoğurup durdum. Yazmak ise 1.5 saatimi aldı diyebilirim. Ama o günler boyunca yoğurmamın karşılığını aldım sanırım :).
İnsanın kaçamayacağı bir şeyle bir arada olma fikriyle geldi “El” aklıma. Her şeyden öyle ya da böyle kaçabilirdik peki ya kendi uzuvlarımızdan?
O vuruculuğu yakalayabildiysem ne mutlu bana. Tekrar tekrar teşekkür ederim hikayemi okuduğun ve bir de üşenmeyip yorumladığın için 🙂
@mit;
Mazeretim var :(. İş yerinde sabah yazdım ben bunu bugün. İş yerindeki PC’de İngilizce word yüklü ve Türkçe’ye çeviremedim. İngilizce olduğu içinde Türkçe yazıya yazım kontrolü yapmadı. Uğraştıysam da galip gelen word oldu. Bir yandan da “Hazal bak hala seni bekliyorum.” diyordu Hakan. Ben de “bak son cümle, şimdi bitiyor, bitti bile yolluyorum” üçlemesiyle acele ederken aradan kaçtılar :/. Word yazım denetimi yapsaydı çok iyi olacaktı… Yine de bu haklılığını engellemiyor.
Gelelim hikayeye. Sonu için değişik fikirlerim vardı ama benim için de en çarpıcı olanı bu olmuştu. Teşekkür ederim yorum için. Beğendiğinize çok sevindim :).
Oldukça farklı olan kurgusuyla ürpermeme neden olan çok güzel bir öyküydü bu. Benzer bir durumla karşı karşıya kalsam olması muhtemel manzaralar gözümde canlanınca korktum tabi 🙂 .
Ellerine sağlık!
Vay vay vay, Hazal Hanım görmeyeli ne olmuş öyle! 😛
Tebrik ederim öncelikle, son derece keyifli bir öykü sunmuşsun bize. Okurken sık sık aklıma King’in “Oynayan Parmak” adlı öyküsü geldi. Orada da karakter elektrikli testereyle mi ne kesiyordu parmağı. 😛 Gerçi kendi parmağı değildi, ama sahne onu anımsattı bana.
Üslup hayli oturmuş. 1.5 saatte yazdığın için imla hatalarını görmezden gelmeye çalıştım; ama keşke gönderirken bir kez daha bakma fırsatı edinebilseydin. Zaman zaman akıcılığı zedeleyecek boyuta ulaşmış çünkü.
Bunun dışında bir çizgi roman yazarı/çizerinin böyle bir şey yaşaması bir an bana da pek olası geldi. Duvarlara yapılan çizimlerle haberleşmek (tehditleşmek), karakterin iç hesaplaşmaları vs. hikâyeyi özgünlüğe taşıyan önemli unsurlardı.
Keşke karakterin yeme, içme ve diğer ihtiyaçlarının yokluğunu nasıl karşıladığını da birkaç cümleyle açıklasaydın; nefes alıp uyudu adam ne kadar masrafsızmış! 😛
Yaratıcı bir atmosferde, sert bir sona doğru gelişen etkileyici bir öykü. Tadı damağımda kaldı doğrusu.
Kalemine sağlık ablacım, bir daha bu kadar özletme öykülerini! : )
Şaşırdım gerçekten. BU bu tema ile ilgili okuduğum ilk hikaye oldu ve süper bir giriş yaptı diyebilirim. Aslında ben bu temaya hikaye yazmak istedim ve yazamadım. Çünkü klişenin ötesine geçebilecek konu bulmakta zorlandım. Ama görüyorum ki sen bu konuda hiç zorlanmamışsın. Sonu ise hiç aklıma gelmezdi gerçekten. Ben de mit gibi senaryolar ürettim ama hepsi suya düştü teker teker. Sürükleyici ve bir o kadar tüylerimi diken diken eden bir hikaye oldu bu. Ellerine sağlık
@Darly Opus;
Öncelikle teşekkürler bu güzel yorum için ^^. O yeme içme mevzusunu ben yzaıyı bitirdiğimde düşünmüştüm aslında. “yahu adama her şeyi yaptık ettik ama nasıl yaşadı bu günlerce?!” dedim. O kısımları da ekleyecektim ki baktımgeç kalıyorum yollayayım dedim. Yine de güzel fark ettin ;). Tadı damağında kalmış ya ne mutlu bana! O yaratıcılığı yakaldıysam amacıma ulaştım demektir ^^.
@Malkavian;
Benim hikayemle başladığın için çok mutlu oldum ^^. Ayrıca yaratıcı bulman da beni sevindiren ayrı bir etmen. Sonunu tahmin edememene de çok sevindim ne yalan söyleyeyim :). Daha önce dediğim gibi aklımdaki pek çok sonu eleyip en vurucu olarak gördüğüm bu sonu seçtim. İşe yaradı sanırım :).
Teşekkürler 🙂
Hikaye sona ererken şöyle bir “Hmmmm” demek geldi içimden! Tavanarası’nı bu kadar ilginç bir şekilde kullanmak ve tek adamın kendi içinde yaşadığı -ki pekala delilik olarak da niteleyebileceğimiz- bir kurgu sunmuşsun bizlere.
İlk olarak olumsuz ve hikaye boyunca aklımı kemiren bir durum ile başlamak istiyorum. Bu adam bu kadar gündür yemek gereksinimini hiç mi duymadı?! Ya da duydu da biz mi şahit olmadık? Hadi yemeği geçtim -belki onun için bir kaç gün dayanabilir- ama hiç mi susamadı bu kişi? Ya da tuvalet gereksinimini nasıl karşıladı? Ciddi anlamda bu tür sorularıma karşılık bulamadığım için bir süre sonra ister istemez aklım o sorulara takılıyor ve kurguya tam olarak odaklanmamı engelliyordu…
Şimdi de gelelim diğer kısma. Dediğim gibi, bir insanın kendi içinde yaşayabileceği farklılık duygusunun en güzel dışavurumunu göstermişsin bizlere. Özellikle organların beyin komutlarını dinlemeyip kendi aklı varmış gibi hareket etme tasviri yapılınca aklıma İslam dininde bulunan ve araf gününde yargılanan insanların bedenlerinin onlara karşı şahitlik yapacağı görüntüsü beliriverdi.
Fakat bunun çizgi roman gibi bir materyal kullanılarak betimlenişi ile karakterimizin uyurken, ‘sol el’inin efendisinden habersiz olarak tavan arası duvarlarına kendi istediği şekilde -hürce- çizmesi ve yine kendi deyişiyle gerizekalı birisinin bedenine kalmasıyla zıvanadan çıkıyordu. Kırk yıl düşünsem böyle bir fikrin aklıma geleceğini hayal dahi edemiyorum şu an. Yaratıcı ve bir o kadar da güzel.
Zaten betimleyişlerin ve olayları aktarış biçimin her zamanki gibi harkulade. Ellerine sağlık!