Külüstür BA609, kahverengi pusu bir göktaşı gibi yararak ilerliyordu. Pratt & Whitney turboprop motorlardan arada sırada gelen tıksırıklar, ahı gitmiş vahı kalmış melez aracın içindeki yedi yolcunun birbirlerine tedirginlikle bakmalarına sebep oluyordu. Oysa bu durum, bu güzergâhın yolcuları için hiç de alışılmadık bir durum değildi doğrusu.
Ghanzi’den beri fırtınası, tozu, alevi eksik kalmamıştı yolculuğun. Daha Tsodilo Tepeleri üzerinde kararmıştı zaten pislikle ve tükenmişlikle solgunlaşan hava. Toz ve kum fırtınası kuzeye, ta Trondheim’a ve Oslo’ya kadar peşlerini bırakmamaya yeminli bir Awenaga TH görevlisi gibiydi. Rezillik.
Tabansi usulca dönerek pilota baktı. Esmer adam uçağın bir parçası gibi görünüyordu, hırpani ve sert. Yüzündeki çizgiler hayatı boyunca kum fırtınasında dolaşmış izlenimi yaratıyordu. Kısa saçlarıysa sanki demirden iğneler gibiydi.
“Endişelenme komşu,” diye mırıldandı adam. Tabansi irkilerek önüne döndü. Camdan dışarıya, kum ve pislik fırtınasının ta içlerine doğru baktı.
Söylemesi kolay,” dedi Tabansi. Eski koltukta kıçını kıpırdattı. Önde, pilotun hemen yanında oturuyordu. Ailenin reisi olarak onun burada gitmesi gerektiğine karar vermişti ihtiyar Quintisha. Oysa Tabansi karısının esmer ellerini kendi ellerinin arasında sıkıştırıp uçmak istiyordu.
“Kum fırtınasını tanımayan Botswana’lı da ilk defa görüyorum.” Pilot uzanarak, panelin üstüne monte edilmiş derme çatma tutacağından metal kupasını çekti ve içindeki ağır kokulu kahveden irice bir yudum aldı.
“Kum fırtınası sırasında uçan duymadıydım ben de. Hele böyle bir antika tabut içinde.” Tabansi bunu söyler söylemez pişman oluverdi. Bir an için hayatlarını ellerinde taşıyan adamın yegâne malvarlığı gibi görünen uçağı aşağılamak akıllıca görünmemişti.
“Alıngandır.”
“Ne?”
Pilot hafifçe gülümsedi, yeşil gözleri Tabansi’nin koyu kahverengi gözlerini aradı ve buldu. İşaret parmağını kıvırarak ön panele bir-iki defa tıklattı.
“Unut gitsin komşu. Düşersek tabut hazır işte fena mı?” Bir yudum kahve daha.
Tabansi dönerek uçağın kabininde birbirine yaslanmış altı kişiyi inceledi. Quintisha camdan dışarısını seyrediyor, oğlu Mphe annesinin kucağında uyuyordu. Kızkardeşi ile kocası bir an Tabansi’ye baktılar, sonra her ne konuşuyorduysalar ona döndüler. Göçmenler… Kendisi ve ailesi buydu işte artık. Birer Göçmen. Nihayet.
“Perşembe günü uçuşunda mısınız?”
Tabansi tekrar pilota döndü. Yol uzundu, neden olmasın?
Cevap, türbülansa giren uçağın hoplamaları arasına karıştı: “Evet.”
“Perşembe uçuşları sona eriyor. Son yolculardansınız.”
Tabansi hafif bir gerginliğin zihnine sızmakta olduğunu hissetti. Derin bir nefes aldı, loş uçağın kabini bir an ona fazla ufak geldi. “Öyle mi? Neden?”
Pilot yüzünü Tabansi’ye çevirdi. Delici, iğne gibi yeşil gözleri vardı. “Neden mi?” Abartmadan güldü. Sakin fakat müstehzi bir sesti bu. Derinden gelen tok bir gümleme. “Mars’a yerleşiyorsunuz ve neden Perşembe uçuşlarının sona erdiğini bilmiyorsunuz.” Kahve adamın dişlerinin arasından kayıp gitti. Pilot koltuğunda hafifçe gerindi, ensesinden gelen kuru ağaç dallarının kırılmasına benzer şaşırtıcı şiddette bir ses, uçağın içinde yankılandı. “Nedenini söyleyeyim…” Sol tarafında duran form dosyasını kaptı, sayfayı tek eliyle araladı.
“… Tabansi Efendi.” Dosyayı yerine sıkıştıran pilot tekrar Tabansi’ye dönmüştü. “Bu hikâyenin sonuna geliyoruz çünkü.” Gülümsedi. “Çünkü artık Perşembe uçuşlarına ihtiyaç yok. Çünkü artık taşıyacak çok az insan kaldı.”
“Ah… Elbette. Duymuştum.”
Size, “Son posta” diyorlar. Onu da duydun mu?”
Tabansi cevap vermedi. Kızıl gezegende Heinlein Astrobiyoloji Saha Laboratuvarının kurulmasından beri önce yavaş yavaş, ardından gittikçe hızlanan bir şekilde insanlar Mars’a taşınmıştı. Dönüştürme aşamasının üçüncü safhasında olan gezegen artık geriye çevirilemez bir biçimde yeni kaderine hazırlanıyordu. Dünya milletlerinin ortaklaşa yürüttüğü Awenaga TransHuman organizasyonu önce kendi adamlarını, ardından onların ailelerini taşıyarak Mars kolonilerindeki nüfusu çoğaltmıştı.
“Ne iş yapıyorsun Tabansi?”
Tabansi hafifçe çenesini kaldırdı. Utanacak bir şeyi yoktu, hele bu bıkkın ve yorgun kılıklı adamdan hiç. “Deri ticareti. İmalathanem var. Ham deri falan, o tür şeyler.”
Önce doktorlar, mühendisler… Ardından yoğun psikolojik ve 2. sınıf fiziksel testlere tabii tutulan; yörünge mekaniği ve mikroçekim öğrenen eğitimli, zengin, kibar insanlar. Eski Dünyalı, Yeni Marslı’lar. Sonra geri kalan herkes, teker teker eğitilerek, yontularak, düzeltilerek. Yeni dünyada eski hatalara yer yoktu. Eski acılara.
“Ve işte sizden geriye kalanlar, toz bulutu.” Baş parmağını cama saplayarak dışarısını işaret etti. “Değil mi?”
“Bizim oryantasyonumuz altı sene evvel bitti.” Tabansi tekrar savunmaya geçtiğini hissetti. Kendine öfkeleniverdi. “Sıramızın gelmesini bekledik.”
Pilot o uçağın metal plakalarından geliyormuşa benzeyen kahkahasını bir daha attı. “Haklısın, pek nazik gelmedi kulağa. Kusura bakma.” Kemikli eli Tabansi’ye uzandı.
“Random…”
Tabansi eli kavradı, kayış gibi deri avucunda garip bir his bırakıyordu. Güçlü bir el sıkış. Salladı. Bir… iki defa.
“Random mu?” Belki de kahve, sadece kahve değildi.
“Herkes beni böyle çağırır. Biz de herkesi bir şekilde çağırıyoruz. Kabul töreni gibi işte. İsmini alan işe girişir.”
“Neden bu isim peki? Rastlantıyla ne alakan var?”
Random yan yan bakarak gülümsedi. “Gideceğim yere çoğunlukla rastlantıyla varırım.” Yine o kahkaha.
“Varalım da nasıl yaparsan yap.” Tabansi biraz gevşemişti, pilot o kadar da kıl bir herife benzemiyordu. Ne olursa olsun, bu dar kabinde daha saatleri birlikte geçecekti.
Dar kabin. Sıkışık ve boğucu.
“İçerisi sıcak mı geldi?” Random, Tabansi’ye bakıyordu.
“Evet… B-biraz terledim gerçekten de.”
“Cam açayım mı sana?” Ve o kahkaha.
Tabansi cevap vermedi. Onun beden dilinden anlamış gibi görünen Random da konuyu uzunca bir süre açmadı. Bir süre sessizlik içinde uçtular. Aşağılarda bir yerlerde çiçekler gibi parlak sarı-kızıl patlamalar karanlığı yarıyordu.
“Reddedilmişler…” Tabansi patlamalara bakarak konuştu. “Sırf kan dökmek için savaşıyorlar artık. Petrol kalmadı, maden kalmadı, su kalmadı. Toprak ölü doğuruyor, denizler çoktan mahvoldu. Sadece insana ve yerleşim yerlerine en uzak denizlerde bir avuç balık kaldı, değil mi? Onların da tanesi kaç para? Hâlâ yenebilecek haldelerse tabii… Reddedilmişler… Cinnet geçirmişler desek daha doğru… Bunları geride bırakıyor olması insanlık için bir şans.”
“Geride mi bırakıyor sence?” dedi Random. Gözlerini kısmış, dalgın dalgın fırtınanın ötesine bakıyordu.
“Elbette, tüm oryantasyonun amacı bu. Suçluları, psikopatları, katilleri geride bırakmak. Yeni bir geleceğe, temizlenmiş bir tür olarak yürümek.”
Random gülümsedi, “İşte şimdi gerçek bir Transhumanist gibi konuştun.”
“Bak, bizden hazzetmemiş olabilirsin. Fakat seksen yıldır devam eden; insanlığın, sona bu kadar yaklaşmış dev adımını küçük göremezsin. Temiz bir sayfa, hatalardan ders alınan yeni bir yaşam. Herkes için yeni bir şans bu.”
Random camdan aşağı baktı, patlamalar geride kalmıştı. “Herkes için değil.”
“Tüm bu Göç meselesine karşısın yani, anlamış olduk.” Tabansi acı acı gülümsedi.
“Yanılıyorsun Tabansi, tam aksine Göç meselesinin yılmaz bir savunucusuyum.” Random gülerek döndü ve metal kupasına, koltuğun altında duran termostan biraz daha kahve doldurdu. “İster misin?”
Tabansi başını salladı. “Bana öyleymişsin gibi gelmedi.”
“İstediğini düşünebilirsin.” Matarasını koltuğun altına sıkıştırdı. “İnsanlar birbirlerine ateş etmek yerine yardım ettiler. Mars’ta şu anda bulunan altı milyara yakın insanın neredeyse tamamı temel eğitimini almış, belli vasıflara ve becerilere sahip insanlar. Gezegen dönüştürme düzgün gidiyor, yeraltı yerleşkeleri tamamen temiz durumda ve bu şekilde kullanılırlarsa da uzun zaman öyle kalacak. Irk, dil ve din ayrılığı önemini kaybetti, sanki hepsi dünyanın oynadığı birer eşşek şakasıydı.”
İnsanlığın posası olmakta ısrar edenler de bu tükenmiş, mahvolmuş dünyayı miras aldılar. Onunla ne isterlerse yapabilirler. Herkes mutlu görünüyor. Benim de memnun olmamam için bir sebep yok.”
Bir nefes. Ardından devam etti.
Tabii o kızıl dağların ve kumların altında bir yerlerde rahatını kaçırdığımız has Marslı’lar yoksa.” Güldü. “Uçsuz, soğukkanlı ve anlayışsız zekâlar…”
“H.G. Wells… Sana bakan da okuryazar biri olduğuna hiç inanmaz.” Tabansi güldü.
“Wells, Serviss, Bradbury, Burroughs, Clarke, Heinlein… Mars ya da bir başka yer. Neresi olursa. Nasıl olursa.” Koltuğunun altına uzanıp çantasını çekti. Ağzından içindeki eski püskü kitaplar görülebiliyordu. Basılı kitaplar. Tam eski usul yani.
“Hem de basılı kitaplar… Tam eski usul yani…”
“Öyle.” Çantayı yerine çekti. “Ama neyse ki Tripodlardan korkmaya gerek yok.”
Tabansi gülümsedi. “Neden gerek yok?”
Random adama bakmadan konuştu. “Silencium Universi… Evrenin Sessizliği… Korkacak bir şey yok. Bir başımızayız zaten.”
Karanlık boşluk Tabansi’nin zihnini sarmaladı. Terkedilmiş dünya… Terkedilmiş evren…
Random imdadına yetişti. “Neresine gidiyorsunuz?”
“Utopia Planitia Yerleşkesi.”
“Eskilerden… Düzenli ve oturmuş. Şanslısınız.” Random birkaç göstergeye parmağıyla tıklattı, havalandırmayı artırdı.
“Ya sen? Ailen var mı? Sıran ne zaman?”
Birkaç dakika boyunca Random konuşmadı. Tabansi pilotun cevap vermeyeceğine karar verdiği sırada konuştu.
“Pilotların Göç zamanı karışık iş. Sizi dünyanın dört bir yanında toplayıp merkezlere taşıyoruz, bazen tepedekilerden biri – uçuş ayarlamalarını yapanlardan biri – toplama uçuşlarını Göç uçuşlarına ayarlamak için pilotları yolcularla birlikte gönderiyor. Sık olmuyor bu ama.”
“Anlıyorum. Sürpriz olacak yani senin için.”
“Sanırım. Son insanlar da yola koyulmadan hepimizin burayı terkedebileceğini zannetmiyorum. Tüm Göçmenler merkezlerde toplansa bile, altyapı kontrolü için uçuşlar yapmamız gerekebiliyor.”
“Umarım hemen gelirsin sen de!” İki adamın arasında, kıvırcık siyah saçlı bir çocuk belirdi. Mphe uyanmış ve ilgisini çeken sohbetin bir parçası olmak istemişti.
Tabansi oğlunun yanaklarını ellerine aldı ve kocaman bir öpücük kondurdu.
“Gel bakalım savaşçı!” Mphe koltukların arasındaki dar aralıktan çevikçe geçerek babasının kucağına oturdu. Random ufak çocuğun ilgisini çekmişti besbelli.
Mars atmosferi dünya atmosferine göre çok daha ince biliyor musun? Bu yüzden göktaşı ve zararlı güneş ışınları tehdidi hep var ama güneşten daha uzak olmasına rağmen yine de güneş ışıklarından faydalanabiliyoruz. Baksana senin karın var mı?” Tabansi oğlunun kulağına eğilerek böyle şeylerin onları ilgilendirmediğini söylüyordu ki Random o kahkahalarından birini daha attı.
“Evliydim. Göç etti.”
Mphe’nin bile anlayış gösterip bir parçası olduğu kısa bir sessizlikten sonra Tabansi konuştu: “Onca şehir, onca tarih… Terk edip gitmek ne garip. Kalahari’nin, Okavongo’nun, piramitlerin, Boğaz’ın, Empire State’in ve daha başka bir sürü şeyin olmadığı bir gezegen.”
Üçü de bir süre bu fikre saplanıp kaldılar. Toz fırtınasından çıktılar ve terkedilmiş köylerin, yıkıntı haline gelmiş, yok olmuş kasabaların üzerinden uçtular. Bir ara ufukta derme çatma arazi araçlarından oluşan, batıya doğru yol alan bir konvoy gördüler ama ne olduğundan emin olamadılar. Sonra Random konuştu.
“Ütopya ne demek biliyor musun?”
Tabansi cevap vermedi.
“Yunanca bir kelime. Eu topos… Yani ‘İyi Yer’ anlamında.”
Tabansi gülümsedi. Mphe kucağında pilota bakıyordu.
“Öte yandan ütopya aslında başka bir Yunanca kelimeden gelir. Ou topos…”
Tabansi tekrar terlediğini farketti. Dar uçak kabini, dark uzay mekiği kabini… Karanlık uzay. Bomboş. Belirsizliğe doğru sonsuz. Sessiz.
“… Olmayan yer.”
Random dönüp muzipçe baba ve oğula baktı. “Gittiğiniz yerin gerçekten var olduğuna emin misiniz?” Hafifçe göz kırptı. Tabansi, Mphe’nin ufak kalbinin paldır küldür attığını hissedebiliyordu. Kendisi de nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Sanki uçağın dışındaki her şey kaybolmuştu, silinip gitmişti. Sanki kaçınılmaz bir felaketin ufukta belirmesini izliyordu.
Üstlerine gelen bir yıkım dalgası, bir kum fırtınası gibi. Yoluna çıkan herşeyi öldürerek, yok ederek ilerleyen ve ardında sadece sessiz yıkıntılar bırakan bir fırtına. Temizlenmiş kemikler. Boş asfalt sokaklar ve bir zamanların görkemli şehirlerinden geriye kalanlar. Katillerin koştuğu bomboş koridorlara sahip terkedilmiş binalar.
Random’ın kahkahası yankılanır gibi oldu. Tabansi cama doğru döndü, oğlunu kucakladı ve uyumaya karar verdi.
* * *
BA609, Oslo havasahasında, Norveç Uzay Merkezi’nin ek iniş pistinin üzerinde bilmemkaçıncı dairesini çizerken Tabansi gürültüye uyanıverdi. Karısı ve babası koltukların arasındaki aralıktan geçmek ister gibi bedenlerini dar yere sıkıştırmışlar Random’a birşeyler anlatıyorlardı.
“Ne oluyor?” diye mırıldandı adam. Mphe babası uyurken arka tarafa geçmiş, halasıyla eniştesinin yanında camdan yapışmıştı.
“Bir terslik var,” diye mırıldandı Random. Kulaklığını takmıştı ve aralıklı olarak Norveç kontrol kulesi ile iletişim kurmaya çalışıyordu.
Tabansi camdan dışarı baktı, cam kaplı binaların cephesinde akşam güneşi yansıyor, parlaklık adamın uykulu zihnine bıçak gibi saplanıyordu. Araçlara alelacele binen insanları izledi, ayrı yönlere doğru hızla uzaklaştılar. Geride kalanlar ellerini kollarını sallayarak, etrafa emir yetiştirir gibi koşuyor, binalara giriyor ya da binalardan malzemelerle çıkıyorlardı.
“Sıkı tutunun, yedek piste ineceğim, boş görünüyor,” diye uyardı Random. Aile, bağırış çağırış, yerlerine yerleşti, kemerler bağlandı. Tabansi karısına Mphe’yi koltuğuna oturtması için seslenir, kızkardeşinin ahları vahları arasında sesini duyurmaya çalışırken ihtiyar Quintisha’nın sakince kendisine bakmakta olduğunu fark etti. Yaşlı adam gülümsüyordu. O tanıdık felaket hissi, Tabansi’nin üstünden bir dalga gibi geçti ama gitmedi. Çöreklendi ve öyle kaldı.
Uçak bir tur daha atarak piste yaklaştı, iniş takımları gürültüyle açıldılar ve turboprop motorlar dönerek helikoptere dönüşen aracı piste konduruverdi. Random motoru susturdu ve kapısını açıp yarı beline kadar kokpitten sarkmıştı ki, duraksadı ve Tabansi’ye döndü.
“Uçakta kalın, ben ne olduğunu öğrenip geleyim.”
Tabansi onaylarcasına başını salladı. Kız kardeşi arka koltukta bağırmasını hiç kesmemişti.
Random koşarak kalabalığa doğru ilerliyordu. İnsanlardan bazıları pistin üzerinde birbirlerine destek olarak, ilerlemekteydiler. Kimi takati yokmuş gibi yığılmıştı diğerlerinin vücuduna.
Tabansi, Random’ın uyarısını hatırlamasına rağmen kapısını açarak uçaktan aşağı indi. Gökyüzünde ta Botswana’dan buraya kadar yolculuk ettikleri emektâr BA609 benzeri birkaç tane daha eski uçak vardı. Burunlarındaki, sonradan monte edilmiş makineli tüfekler, demirden çiçeklere ya da garip ve sapkın bir zihnin kurguladığı cinsel organlara benziyorlardı.
Arkasından ona seslenen karısının sesini duyan Tabansi, tereddütlü birkaç adımla biraz ötedeki depodan çıkan bir kamyonete yanaştı. Kamyonetin kasasına, beyaz önlüklü iki kişi oturmuştu.
Tabansi yavaşça aracın etrafından dolanarak iki adamın görüş alanına girdi. Araç mühimmat ve elektronik ekipmanla tıka basa doldurulmuştu.
Adamlardan biri başını ellerinin arasına almış, ikibüklüm oturuyordu. Tabansi görüş alanına girene kadar gözlerini kırpmadan gökyüzüne bakan diğeri, ona dönerek gülümsedi.
“Merhaba.”
Tabansi adamı selamladı. “Neler oluyor?”
“Hiçbir şey.” Adam o garip gülümsemesinin içinden konuştu. Yakasında beyaz bir kart iliştirilmişti, Dr. ARNBJØRG yazılıydı. “Hiçbir şey olmuyor. Siz Perşembe uçuşunda gidecek Göçmenler’densiniz değil mi?”
“Evet. Şimdi geldik.” Tabansi uçağı ve Random’ı görmeye çalıştı. Ailesi uçaktan çıkmış, pistin bir köşesinde kümelenmiş duruyorlardı.
“Hoş geldiniz. Fakat bunca yolu boşuna geldiniz.” Adam gürültülü bir kahkaha attı. Patlayan ses, karşısında oturan adamı korkutmuştu, irkilen adam bağırmaya başladı. İlk harekette gözlükleri kafasından uçuverdi fakat adam umursamadı.
İlk silah sesleri, Tabansi yavaş yavaş gerilerken duyulmaya başladı. Etrafında dönerek bir kalabalığa, bir ailesine baktı. Ardından kamyonetteki genç adama döndü. “Ne diyorsun be adam! Ne oldu söylesene!”
Gülümsemesi tüylerini diken diken etmişti. Bilimadamının yüzündeki bu anlam dışı delilik ifadesi, bu kopan tantanada öyle büyük bir çelişkiydi ki, Tabansi o tanıdık sıkışma hissiyle mücadele etmek zorunda kalıverdi.
“Mars.”
Göğsünü sıkıştıran toz ve kum fırtınası, zihnini bulandıran geride bırakılmışlık ve terk edilmişlik hissi.
“Ne olmuş Mars’a? Konuşsana ulan!”
Terkedilmiş dünya, boş odalardan yankılanan bir sesle kahkaha attı. Doktorlardan biri gürültüyle gülmeye devam etti; diğeri, kıpkırmızı olana kadar bağırdı. Ou Topos… Susmuş makinelerin aksanı vardı o kahkahada. Boş şehirlerin ve çılgınlıkla, cinayetle işgal edilmiş dünyanın sessiz köşelerinden fısıldanan aptalca, aptalca söylentiler.
“Göktaşı,” diye söyledi biri. “Mars yok,” dedi.
Malzemeyle dolu kamyonlar bir bir ayrılıyordu uzay üssünden. Random uçağa doğru koşmaktaydı. Ellerini sallıyordu. Tabansi oğlunu Random’a doğru giderken gördü. Nereye gidebilirdi ki? Nereye kadar koşabilirdi?
Koşacak yer yoktu. Hiçbir yer yoktu.
Uzaklarda patlamalar oldu. İnsan haline razı oldu.
Tabansi uzun zamandır gülmediği kadar şiddetle güldü.
Evrenin sessizliği kulaklarını sağır etti.
SON
Ali “Ningauble” AKSÖZ
aliaksoz@arkanus.org
Bu seçkide okuduğum ilk eserdi ve gerçekten çok güzel bir giriş oldu. Özellikle yazmayı tasarladığım bir konuyla alâkalı olması benim için çok daha ilgi çekici görünmesine yol açtı.
“Irk, dil ve din ayrılığı önemini kaybetti, sanki hepsi dünyanın oynadığı birer eşşek şakasıydı.” ve peşi sıra gelen paragraf beni gerçekten etkileyen kısımlar oldu. Bizleri kırmayıp böyle güzel bir öyküyü bizimle paylaştığınız için tekrar teşekkür ederim.
Sevgili Ningauble’dan bir şeyler okumayalı uzun zaman olmuştu. Enfes bir kıyamet sonrası öyküsü olmuş. Özellikle şehirlerin, kum fırtınalarının vb betimlenişini oldukça beğendim. Ufak tefek Word kaynaklı yazım hatası var ama kendinizi hikayeye o kadar kaptırıyorsunuz ki onları görmüyorsunuz bile. Kaleminize sağlık…
Çarpıcıydı. Uzun zamandır böylesine bir bilimkurgu öyküsü okumamıştım. Derin bir haz aldım. Özellikle ütopya sohbeti çok başarılıydı. “Olmayan Yer…”
Sonuçta da tokat gibi çarpıyordu “Ou topos…” gerçeği.
Tebrik ederim. 🙂
Ali Abi, yine yapmışsın yapacağını. O eski bilindik öykülerinin tadını aldım okurken. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bile yine aynı heyecan verici duygularla yazabilmen etkileyici doğrusu. Sonu çok çarpıcı özellikle. Ütopya olayı ile başlayıp çok farklı bir yönde çıkman, birazda distopyaya kayman ve “olmayan yer” ile bağlamanla etkilenmemek elde değil. Ellerine sağlık, tekrar tekrar. 🙂
Vay vay vay… Ali abiden sanina yakisir, bomba gibi bir bk hikayesi. Ozellikle klostrofobi hissi ve sondaki surpriz cok guzeldi. Ning’i ozlemisiz. :)))
uçsuz,soğukkanlı ve anlayışsız zekalar…içinde kaybolduğum cümleler oldu ‘eşşek şakası’ da buna dahil..güzeldi teşekkürler
Bir Ningauble klasigi degil, bu Bilgi Universitesi yillarini asan bir calisma, isimlerdeki yaraticilik da cabasi.. Tebrikler kadim dost.