Diyarların birisindeydi işte… Hani şu, çocukların inandığı her şeyin gerçek olabildiği; o büyülü evrenler vardır ya. İşte tam öyle bir diyardaydı bu yaşananlar da. Noel babanın, diş perisinin, kırmızı başlıklı kızın ve yatakların altındaki canavarların; inanıldığı sürece daima var olduğu, eşsiz bir dünya olan “Fin” idi orası.
Gece çökmüştü Fin dünyasına. Lacivert gökyüzünü aydınlatan mor renkli iri bir ay vardı tavanda. Hava bulutsuzdu. Turuncu yıldızlar göz kırpmaktaydı yeryüzündekilere. Dev apartmanların arasında, sonsuz sokakların birisinde bir araba öksürerek gaza fazla abanan sürücüsüne sövüyordu. Bir başka köşede bir avuç kurtadam akşam yemeklerinin peşinden koşturmaktaydı. Diğer bir sokak kanlı bir olaya ev sahipliği yapmaktaydı. Her neyse. Zaten bizim hikâyemiz bu dipsiz köşelerde değil, bir çocuğun yatak odasında geçmekte. En azından genel olarak…
Mor ay küçük odayı zarifçe aydınlatırken, ‘Minder’ isimli bir çocuk yorganını burnuna kadar çekmiş, boş beyaz tavanı süzerek bekliyordu. Bugün dokuzuncu yaş gününü kutlamıştı. Ailecek yapılan sevimli kutlamalardandı bu. Büyük bir pasta kesmişlerdi. Şarkılar söylemiş ve birçok hediye verilmişti. Ama onun asıl beklediği şey bu geceydi. Çünkü bir dilekte bulunmuştu. Gerçek bir macera dileğinde.
Uyumamak için direniyor, göz kapaklarının ısrarlı inişlerine inatla karşı çıkıyordu. En sonunda beklediği şeyin gerçek olduğunu hissetmeye başladı. Yatağı hafif bir ritim ile sallanmaya başlamıştı. Vişne çürüğü pijamasının üstünü, altının içine tıkıştırdı ve keyifle beklemeye koyuldu. Yatağın bir ritimden kopup deli gibi sallanmaya başlamasıyla, Minder keyifle bir çığlık koyuverdi. Başlıyordu!
En sonunda yatak yeniden duruldu. Altındaki yumuşak döşek bir jöle kıvamına geldi. Ve Minder’i nazik ama büyük bir kararlılıkla yutuverdi…
* * *
Minder yatağının içinde kaybolup, maceraya adımını –ya da bedenini- atarken birkaç şey daha gerçekleşiyordu. Bunlardan ilki düşmekte olduğu zeminin bir kum havuzuna dönüşmesiydi. İkincisi üzerine doğru inişe geçtiği mavi renkli cücelerin kaçışmasıydı. Sonuncusuysa çok uzaklarda bir devin “Fee-fi-fo-fum” diye söylediği şarkının yankılarının duyulmasıydı.
Yumuşak bir “puf” sesiyle kumların arasına konan Minder nerede olduğunu anlamak için şöyle bir etrafına bakındı. Minder siyah gözlü, kahverengi saçlı, hafif tombul biraz da hantal bir çocuktu. Onu görenler yanağını sıkmadan bırakmazdı, hatta biraz abartıp ısıranlar bile vardı. Ama bugün onun doğum günüydü. Ve bir macera tam önünde uzanıyordu…
Pijamasının üzerindeki tozları silktikten sonra ayağa kalktı. Burası bir yer altı şehri olmalıydı. Tavan kahverengi değişik bir kayaydı. Işık ise nereden geldiği belli olmayan bir olguydu. Kum havuzu birkaç adım sonra bitiyor ve yerini salt toprağa bırakıyordu. Biraz ileride de mor renkli mantarlar gözüne çarpıyordu. Kendisinin beş katı olan bu mantarlardan inanılmaz bir rahatsızlık duyarak bakışlarını kaçırdı.
Bu sırada ilk heyecanı atlatan mavi cücelerden birkaçı yanına gelip selam verdi. Ya da Minder onların selam verdiklerini sandı. Çünkü art arda eğilip, anlamsız sözler sarf ediyorlardı. Liderleri olduğundan şüphe ettiği sakallı bir cüce –yaşça da en büyükleri gibiydi-, eğilme işlemine bir son verdikten sonra parmaklarıyla çocuğa davet edercesine hareketlerde bulundu.
Minder dileğinin yerine gelmesinin de getirdiği keyifle mavi renkli cücelerin peşine düştü. Bu yaratıkları bir şeylere benzettiğini düşünüyordu, ama henüz çözememişti. O kadar tanıdık geliyordu ki… Dikkatli bakışları gözlüklü bir yaratığa takıldı. Yaratık da ona baktı. Minder hemen başını eğdi. Nereden hatırlıyorsa hatırlıyordu işte, uzatmanın bir anlamı yoktu. Asıl iş maceranın keyfini çıkarmaktaydı. O da öyle yapacaktı.
Yedi kişilik mavi cüceler konvoyu dakikalar sonra bir kasabaya ulaştı. Evler de cücelerin boyutlarına göre şekillendirilmiş mantarlardan oluşuyordu. Ama bu mantarlar kırmızıydı, mor değil. En azından pijamalarımla uyumlu, diye düşündü Minder.
Birkaç konuşma girişimi, mavi cücelerin anlamsız sözcükleriyle susturulduğu için çocuk bir iletişim yolu bulamamıştı henüz. Anlaşılan burada kalacaklardı. Çocuk yeni arkadaşlarının kabalığına anlam veremese de, onlara aynı şekilde cevap vermek niyetinde olmadığı için sessizce bekliyordu.
Küçük kasabada onlarca mavi yaratık vardı. Hepsi bir koşuşturma, bir telaş oradan oraya gidiyordu. Dakikalar geçtikçe yaratıklar azalmaya başladı. En sonunda yaşlı cüce ile Minder baş başa kaldılar.
Çocuk son bir iletişim girişimi için ağzını açacakken, alnının ortasına saplanan küçük bir iğne ile bilincini yitirdi. Bu sırada mavi yaratık masum bir şekilde gülümseyerek, sapanını cebine atıvermişti bile.
* * *
Minder’in uyanışı gümbür gümbür yükselen ayak sesleriyle birlikte olmuştu. Aynı zamanda yer de sallanmaktaydı. Tıpkı bir jöleye dönen yatağı gibiydi, ama her sarsıntıda zıplıyor ve sert zemine çarpıyordu.
“Fee-fi-fo-fum!”
Yatağının altındaki diyara düştüğü sırada duyduğu şarkıydı bu. Şimdi çok daha yakından geliyordu.
“Fee-fi-fo-fum!”
Minder kalkmak istedi. Ama başarılı olamadı. Alnı arı sokmuşçasına şişmişti ve midesi bulanıyordu. Dünya etrafında Meksika Dalgası yaparcasına salınırken, gözlerini kapatıp beklemekten daha iyisinin olmadığına karar verdi.
“Fee-fi-fo-fum, fee-fi-fo-fum, fee-fi-fo-fum!”
Bu aptal şarkının başka sözleri yoktu herhalde, diye düşündü Minder. Bir sonraki “Fee-fi-fo-fum”, çiğ et kokan bir nefesle birlikte geldi. Rüzgâr gibi çocuğun uzun saçlarını dağıttı ve yüzünü yaladı. Minder’in burun deliklerinden içeri girdi ve derinlerde bir yerde ‘kusma dürtüsü’nü uyandırdı.
“Fee-fi-fo-fum!”
Dev gelmişti.
Korku bütün benliğini kaplarken, bir kez daha kendinden geçti.
* * *
Uyandığında bir çuvalın –aslında sadece bir kesenin- içinde sallanıyordu. Gök ya da yer kavramı yoktu, çünkü hepsi birdi.
“Fee-fi-fo-fum!”
Anlaşılan mavi yaratıklar kendisini deve teslim etmişlerdi. Harika! Haftalık haraç mı oluyordu kendisi şimdi?
Yolculuğu alt üst olan midesiyle beklediğinden de çabuk bitti. Sertçe bir yere bırakıldı ve kese dikkatsizce boca edildi. Minder yuvarlanarak devin masa niyetine kullandığı ahşap birikintisinin –evet gayet birikintiydi- üzerine düştü. Ve ilk defa deve bir göz atma fırsatı buldu.
O tek gözlü mitolojik yaratıklara benzemiyordu bu. Hatta gayet yakışıklı bir yüze sahip olduğu bile söylenebilirdi. Lacivert gözleri deniz gibiydi, Minder bakışlarını bu güzellikten çekmekte bir hayli zorlandı. Köşeli bir yüzü vardı, özellikle elmacık kemikleri film yıldızlarını utandıracak şekilde sıkıydı. İnce kaşları, yüzüne göre fazla ufak bir burnu ve omzuna kadar dökülen saman sarısı saçları vardı.
Ha bir de altı metreye yakın bir boyu.
Çiğ et kokan nefesi de unutmamak lazım.
“Akşam yemeğim bana ‘merhaba’ demeyecek mi?” diye sordu boğuk sesiyle. Devin kelime dağarcığının sadece “Fee-fi-fo-fum!” ile sınırlı olduğunu sanan Minder, soru üzerine bir hayli afalladı. Dev bir cevap beklemeksizin konuşmaya devam etti. “Şu küçük mavi şeyler ne kadar da yararlı değil mi? Onlar olmasa seni bu koca diyarda asla bulamazdım. Yahu tavuk eti yemekten içim bayıldı. İnsan etine hasretim nicedir.”
Minder gürültülü bir şekilde yutkundu.
“Coğrafyada hiç ‘Dev Kazanı’ diye bir şey duymuş muydun ufaklık?” diye sordu dev.
“Ben okula gitmiyorum,” diyebildi Minder. Fin’de okul diye bir şey yoktu çünkü.
“Yazık… Çok yazık…” diye mırıldandı dev. “Eğer coğrafya görüyor olsaydınız, ‘dev kazanı’nın çağlayanların düştüğü yeri aşındırarak oluşturduğu oyuğa verilen isim olduğunu bilebilirdin. Ve belki de buradan yola çıkarak, bazı öğünlerimi o kazanda yediğimi de tahmin edebilirdin. Yazık…”
Minder korkuyordu. Çünkü küçük yaşına rağmen izlediği filmler ve okuduğu kitaplar hayal gücünü yeterince geliştirmişti. Devin anlattıklarından yola çıkarak, ‘dev kazanı’nın nasıl bir şey olduğunu çıkarabiliyordu. Ve deve şöyle bir baktığında da, devasa kazanın devin midesini ancak doyuracağına dair fikir edinmemek elde değildi.
“Evime tekrar hoş geldin. Hizmetçilerim kazanı ısıtıp, mezeleri hazırlarken; bağırış çağırışlarını dinlemekten büyük zevk alırım. Fee-fi-fo-fummmm!”
Çocuk doğum günü macerasının böyle sonlanıyor olmasına hala inanamıyordu. Dileğini geri almak, mümkünse de bir daha hiçbir şey dilememeyi istiyordu. Ama bu istek, içinde bulunduğu çıkmazı değiştirmiyordu.
Dev, çocuğun bağırmayacağını anlayınca somurtarak bir sandalye çekti. Kaliteli ahşap, iri devin bedeni altında çatırdarken, Minder’i göz hapsinden bir an olsun bile kaçırmayan dev; miskince göbeğini ovuşturuyordu.
Bu sırada macera düşkünü çocuk da düşünmekle meşguldü. Diyarı yaratanlar, genç maceracıları zor durumlardan kurtarmak için bazı ipuçları bırakmış olmalıydılar. Bu onun doğum günü dileğiydi. Bunu yapmak zorundaydılar!
İşte bu! diye düşündü. Anahtar kelime buydu! Yeni bir dilek… Ama bunun için dilek dilenecek bir kutlama olmalıydı. Ve üflenecek bir mum… Minder aralıksız bir şekilde düşünmeye devam etti. En sonunda da sessizliği bozarak, fikrini açıkladı.
“Bugün benim doğum günüm.”
Dev bu cümleler üzerine ister istemez sırıttı. Şimdi iri dudakları arasındaki inci gibi beyaz dişler de görünüyordu. “Hiç doğum günü çocuğu yememiştim,” dedi.
“Güzeeel!” diye devam etti Minder. “Gerçek bir doğum günü etini hak ediyorsun bence de.”
Gözlerini kısan dev, çocuğu şöyle bir süzdü. “Ne demek istiyorsun sen?”
“Demek istiyorum ki… İkimiz içinde bir ilk olsun. Hizmetçilerin kazanın ortasına güzel bir mum yerleştirsinler. Ben doğum günümü, sen de sıcak yemeğini kutla. Mumu üfleyeyim ve dalgalar beni alsın… Her şey usulüne uygun olursa, sen de ilk defa hak ettiğin lezzette bir şeyler yemiş olursun.”
İleri geri sallanan iri yaratık, bu fikri aklında iyice tarttı. Şimdi gözleri parlıyordu… Minder’in kalbiyse minik bir umut kıvılcımıyla tutuşmuştu. Eğer bunu bir mum alevine çevirebilirse, eğer harlayıp büyütebilirse… Hala bir şans vardı. Yaşanacak bir macera hala vardı…
* * *
Minder kazanı hayal ettiğini düşünürken yanılmıştı. Gerçekten yanılmıştı. Dört bir yandan çağlayanlar, bir futbol sahası genişliğindeki alana –kazana- dökülüyordu. Şelalelerin düştüğü noktalardaki köpüklere birkaç saniye bakmak bile insanın aklını başından alıyordu. Hipnoz gibi bir şeydi bu. Ritmik ve tehlikeli…
Su hafifçe ılıktı. Ne çok sıcak, ne çok soğuk. Tam kıvamında. Yer yer kırmızı birikintiler –Minder daha sonraları bunun ‘salça’ olduğunu anlayacaktı-, dilimlenmiş patatesler ve yeşillikler göze çarpıyordu. En önemlisiyse, kazanın tam ortasında uyuşukça salınan sandal ve içerisindeki iri mumdu. Mumun boyu iki metreye yakındı. Sanki bir ağacın üst dalları ateşe verilmiş gibi bir görüntü sergiliyordu. Suda yansıyan alevler ürkütücüydü.
“Sanırım gitmen gereken yer orası,” diye hırladı dev. “İstersen seni oraya fırlatabilirim, zamandan kazanmak açısından.”
Minder tebessüm etmekle yetindi. “Yüzerek gitsem daha iyi olacak. Malum son dakikalarım.” Sesi minik bir çocuğunki kadar tiz ve ağlamaklı çıkmıştı. Dev, sabırsızca başını salladı.
Dakikalar su gibi aktı. Minder, zor da olsa kayığa ulaşmayı başardı. Bu çamurlu suda yüzmeye benziyordu. Şimdi dev ile arasında metrelerce mesafe vardı. Mum ise tam önündeydi. Üflemeli, dileğini dilemeli ve bu yerden toz olup gitmeliydi.
Tüm bunları düşünürken, dev ile aralarında birkaç metre kaldığını ve yaratığın elinde iri bir kaşık tuttuğunu yeni fark etti. Saniyeler içerisinde o cüssenin bu kadar mesafeyi nasıl kat ettiğini anlayamıyordu Minder. Ancak şimdi daha büyük bir sorunu vardı.
Devin suda oluşturduğu akımlar kayığı alabora etmek üzere gibiydi. Yaratık acele etmesini seslenirken, sabrının tükendiği her halinden belli oluyordu.
Minder ayakta durmakta zorlanırken, kendisinin iki katı yükseklikteki mumu nasıl söndüreceğini bilemedi. Küçük nefesi buna yetmezdi muhtemelen. Dalgalar sandalı bir kez daha şiddetle dövdü. Devin kokan nefesini duyabiliyordu yine… Yaratık, yemeğine başlamıştı bile… İri kaşık suyu dövüyor, sandalı da sinsice deve doğru sürüklüyordu.
Çocuk yapabileceği tek şeyi yaptı. Var gücüyle mumun geniş gövdesine atladı. Sandal, mum ve Minder kazana doğru devrilirken; aklında tek bir dilek vardı.
Evde olmak…
Diyarın sahipleri bu dileği duydu. Sönen mumu kabul etti. Ve kazan titremeye başladı. Dev olan biteni anlamaya çalışırken, kazanın dibinden bir yerden sanki koca bir tıpa açılmış gibiydi. Kuvvetli bir çekim muma sımsıkı tutunmakta olan çocuğu suyun derinliklerine doğru çekti. Küçük çapta bir girdap da denebilirdi bu olana.
Minder mumuyla birlikte açılan deliğin içinden geçerken, dev hüsranla son bir hamlede daha bulundu. Ama geç kalmıştı… Doğum günü çocuğu gitmişti bile.
Ve şimdi odasındaydı Minder. Kollarında doğum günü mumu, yaşadığı macerayı düşünüyordu. Unutamayacağı bir doğum günü olmuştu bu. Duş alıp kurulandıktan ve mumu odasının bir köşesine çektikten sonra, diyar sahiplerine teşekkür etti.
Ona doğru kapıyı, ‘anahtarı’ ve kilidi gösterdikleri için…
Islakça bir macera daha sonlanmıştı. Fin’de yaşayan herkes, böyle şeyler yaşamaya alışıktı zaten. Minder’de artık onlardan birisiydi. Ve hayal etmeye devam ediyordu…
- Rüya Prensesi Amca’nın On Ölüm Şarkısı - 15 Haziran 2018
- Kanguru Zamanıyla Bir ya da İki Zıp - 15 Haziran 2017
- Beşler Bom! - 15 Haziran 2016
- Gedikli Girdapları Kokusuz Plaklarla Besledim - 15 Ekim 2015
- Nefis Bir Uğultu - 15 Haziran 2015
Çok güzel, masal tadında bir hikaye olmuş Darly. Sanki o meşhur masalcılardan birinin yazdıklarını okuyormuş gibi hissettim hikayeni okurken. Şirinler de pek hainmiş canım 🙂 Yıllarca bizi kandırmışlar meğer 🙂 Kalemine sağlık…
Yorumun için teşekkürler. : ) Açıkçası bu öykümü bir türlü sevemedim. Çünkü biraz isteksizce yazdım. Beğendirebildiysem ne mutlu bana.
Ve gerçekten de bir ‘masal’ olsun istiyordum. Hatta “Jack ve Fasulye Sırığı” adlı masalı okuyan varsa “Fee-fi-fo-fum!” göndermesini anlamıştır belki diye düşünüyorum. Benim en sevdiğim masaldır kendisi… 🙂
Tam bir masal olmuş, ama tabi o içindeki hevessizlik yansımış biraz. Ama senin anahtarın da çok güezl olmuş. Fantastik edebiyat’ın temeli masallardır tabi ki, tebrik ediyorum 🙂
Gerçektende “Masal” olmuş! Özellikle toplu masal kitaplarında kesinlikle yayınlanabileceği kanaatindeyim. 🙂 Çocuk çakal ama. 😛
Şu göndermeni farkedemedim diye kızdın bana biliyorum ama kusurabakma artık. :)))
Ellerine sağlık Onur’cuğum. Her zamanki gibi…
Teşekkürler Özgür. 🙂
Sana da teşekkür ederim Hakan Abi. Estağfurullah ne kızması. : ) Okuman yeter.
Dün okumuştum bügun yorumumu yazayım.
Şirinlere olan gönderme hoşuma gitti fakat Şirine nerede? Gözlüklü bile oradaydı yahu :D.
“Fee-fi-fo-fum!” kısmını açıklamasaydın yorumalrda ben hangi masaldan olduğunu hatırlayamayacaktım ama senin yazdığını okuyunca “hee!” diyiverdim.
Güzel bir masaldı :). Başında sanki dehşetli bir olaya giriyormuşuz gibiydi fakat sonradan olaylar şirinleşti.
Minder’in ismine hasta oldum :D. Yanakları gibi pofuduk bir ismi var ^^.
Masalımız ne uzundu ne kısa. Uzunluğu yerinde olmuş bence. Bir çocuğa yatmadan önce anlatılabileecek bir tadı var(sen bu hikayeyi sakla, ilerde baba olunca “bak yavrum bunu ben yazıştım, hey gidi günler hey” diyerek anlatırsın ;))
Bunun bir masal olması da ayrıca hoşuma giden bir durum onu da ekleyeyim. Farklı olmuş bu sayede :).
DOğum günü durumunu hem bir maceraya neden olan bir olay hem de kurtuuluş anahtarı yapman ise takdirimi kazandı. 2si 1 arada :D!
Ellerine sağlık
Ben bunu okumayı unutmuşum yahu, özür diliyorum öncelikle(diyar sahipleri kabul eder mi acaba 😛 ).
Bence durum daha çok ümitsiz bir hal alabilirdi. Minderin en dibi gördüğünü düşünmüyorum. “Mum suya devrilip sönecek ve başka bir çare bulacak” durumunu ciddi şekilde arzuladım. Hazal’a katılıyorum, bunu gelecekte çocuklarına gururla anlatabilirsin. Masalın için tebrik ederim.
İki güzel yorum için de minnettarım. :))
Hazal Ablam Şirine’ye olan gıcıklığımdan ötürü bu masala eklemedim onu. Aslında ekleyip iyice bir madara etmek eğlenceli olabilirdi ama… Başka masallara artık. 😛
“Fee-fi-fo-fum!”u geç de olsa anlayabilmene çok sevindim, eğlenceli bir göndermeydi.
Masallarda iyice özgür hissediyorum kendimi. “Minder” ismini de o nedenle seçmiştim, açıkçası başka bir hikayeye gitmezdi bence. 🙂
Olur da evlenirsem… 😛 Tamam anlatacağım bu masalı. 😛
Sana da çok teşekkür ederim Nihbrin. Diyar sahipleri yorum yapan okurları çok seviyor vallahi, kesin kabul eder. 😛
Durumu daha ümitsiz bir hale getirmeyi ben de isterdim. Ancak vakit kısıtlılığı bu kadarına el verdi.
Tekrar sağ olasın. 🙂