1
ÇIPLAK GÜNEŞİN KOYNUNDA, kömür karası kuzgun, buz saçaklarıyla örülü kanatlarını açarak süzüldü.
Geldiği yerde aralıksız üç uzun kış yaşanmış, güneş ve ay katledilmişti. Şimdi nerede olduğunu bilmese de neler yaşadığından adı gibi emindi.
Rüzgarın adlarından bile fazla adı olan kuzgunun tek gözü oyulup yerinden çıkarılmıştı. Yara taze değildi. Pişeli asırlar olmuştu. Şimdi tek gözüyle yaşamayı öğrenmiş bir ihtiyar gibiydi. Kulakları da zor işitiyor olabilirdi ama daha içi geçmemişti.
Etrafı, havada asılı duran boy boy, şekil şekil ve renk renk aynayla sarılı kuzgun, karşısına çıkan ilk aynadan içeri süzülürken, tek sağlam gözüyle nelere tanıklık ettiğini bir kere daha düşündü.
Bu çok hızlı oldu. Herhangi bir kuzgunun beyninin içinde bir ışık çakmasından ve ışığın beynin bir ucundan diğerine yol almasından çok daha süratli.
“Hatırlıyorum,” diye gakladı. Her neresi ise, burada, kuzgunlar konuşabilirdi. Bunu yeni fark etmiş ve yüzünde ancak bir kuzgundan beklenecek pislikte bir gülümseme belirmişti.
“Hatırlıyorum. Her şeyi. Sanırım.”
Burası her neresi ise, güneş olduğundan iki kat büyük, gökyüzü olduğundan daha renkli görünüyordu ve bulutlar her zamankinden çok daha gerçekçiydi. Burası Bob Ross tarafından resmedilmiş farklı bir gerçekliğin resmiydi: belki koca güneşin, yalnızlıktan somurttuğu bile söylenebilirdi.
Kuzgun, kendi karakuru yansımasının üzerine düştüğü bir başka kare aynadan geçip bir başka dikdörtgen aynadan bulutların arasına uçtu. Burası her neresi ise, burada aynalar, kestirme görevi gören ıssız sokaklar gibiydi.
“Her şeyin nasıl başladığını ve geliştiğini ve sonlandığını hatırlıyorum.” Kanatlarını, altında bir şelale gibi çağlayan rüzgara açıp, ihtiyar ve yorgun bedenini de ona teslim eden kuzgun, şimdi kadife alacakaranlık tarafından örülmüş bir diyara göz kırpıyordu.
Burası her neresi ise, şimdi gece olmuş, biraz sonra da gri alacakaranlığın ufkunda dev ve sarı dolunay başgöstermişti. Kuzgun, aya bakıp gülümsedi. Geldiği yerde bir ay kalmamıştı artık. Geldiği yer de kalmamıştı zaten. Her şeyi biliyordu. “Hatırlıyorum,” dedi ve bir diğer üçgen aynadan içeri kanat çırpıp gözden kayboldu.
Ta ki, bir başka aynadan dışarı uzanıncaya kadar.
Havayı kuşatan çetin kasırgaya ve yoğun kar yağışına karşı inatla kanatlarını açsa da, kuvvetle uğuldayan rüzgarlara ve tipiye daha fazla karşı gelemeyip savruldu. Kendini toparlayabildiğinde, çoktan onlarca kez takla atmış ve kanatlarından tekini incitmişti. Kanadından ufak cüssesine yayılan sızı, bir kuzgun için, dayanılmazdı. Fakat ihtiyar, bu sızıya dayanabilirdi. Geldiği yerde bunu ikiye ve üçe katlayacak çokça sızı yaşamıştı. Hatta orada yaşananlara sızı demek bile kuzgunun yüzünde benzersiz bir tebessüme yer verebilirdi.
Kendini toparladığında, kasırga sona ermiş, tipi de hafiflemişti. İhtiyar kuzgun, karlarla kaplı yüksek dağların eteklerinde ve dağları bir baştan bir başa kuşatan dev taş duvarların üzerinde kanat çırpıp, yıkılmış bir (muhtemelen) insan heykelinin harabeleri üzerine konarak soluklandı. Tek bir serçe parmağı, üst üste konmuş üç yüz insandan ya da dokuz yüz kuzgundan hallice olan heykel, kuzguna yabancı değildi.
Kuzgun, yalnızca karlarla örtülü heykeli ve ondan geriye kalanları değil, aynı zamanda bu dağları, dağların zirvesindeki taş duvarları anımsadı. “Hatırlıyorum,” dedi. İri kar taneleri kuzgunun zeytin gözü üzerine yapışırken ve hayvanın gözünü sık sık kırpıştırmasına sebep olurken, “Her şey bu bitmez kışla başladı,” diye gakladı.
Başını eğip, bakışlarını gökyüzüne çevirdiğinde, orada artık ne güneş vardı, ne ay, ne yıldızlar, ne de onlardan geriye bir iz, bir kalıntı, bir mesaj, bir ipucu… “Onları gördüm,” dedi kuzgun heykelin ikiye ayrılmış boynunun bir yarısından, yerdeki kafasının karlar üzerinde kalan kısmına doğru sıçrarken. “Arvak ve Alsivor’u, ağzından salyalarak akıtarak onları kovalayan Sköll itini ve çaresiz Ay’ı kovalayıp onu köşeye sıkıştıran Managar tazısını ve onların babalarını…” Tüyleri ürperdiği anda, kanatlarını vurup yükseldi.
O, dinmiş kasırganın izleri arasında varlığını kaybettirirken, bir yandan da kuzgun zihninden anılar hayat bulmaya ve yaşadıklarını bir bir tekrar yaşamaya ve her bir olayın tekrar canlı tanığı ve şahidi olmaya devam etti. “Güneş ve Ay öldürüldükten ve Gökyüzü kanla kaplandıktan ve Yıldızlar da kan gölünde boğulduktan sonra,” dedi rüzgar esintileri arasından sıyrılıp, gözüne parıldayarak ilgisini cezbetmeyi başaran ilk büyük aynaya doğru uçarken, “Üç karga uyandı.”
Tam olarak bunu söyledi.
Ancak kendisi bu üç kargadan biri değildi.
“Üç karga. Biri onlara ve biri bize geldi. Biri ise ölüme seslendi. Üç karga. Her şey böyle başladı ve böyle gelişti. Hatırlıyorum.”
Işıldayan aynadan sızıp sırra kadem bastığında, hala düşünebilecek kadar kuzgundu. “Depremler başladı,” dedi. “Yalnızca Mittilagart’ta (“Miklagard değil,” diye seslendi kendi kendine, bir ara. “O başka bir yer.”), ve Ay’da ve Güneş’te ya da Yeraltında değil. Bizim Diyarımızda ve hatta benim Tahtımda da. Her yerden hissedilecek büyük depremler, onu, babaları olacak Fenrir’i serbest kıldı ve o, ipleri kopan o aşağılık yaratık…” Kuzgun onu her düşündüğünde ya da o, kuzgunun düşünde her şekil bulduğunda, hayvanın yüzü ekşiyor, kemikleri birbirine vuruyordu.
Bir diğer aynadan dışarı taştığında, hala bir kuzgundu. Farklı olarak, artık, kanatlarındaki buz salkımları eriyip gitmişti. Çıplak bir gökyüzü altında, bir okyanusun üzerinde kanat çırpıyordu. Burada güneşten, aydan, yıldızlardan ve katı herhangi bir maddeden söz etmek imkansızdı. Kar yağışı da kesilmişti.
“Sonra depremler, durmadan yemek yeyip etrafındaki her şeyi tüketen ve yılmadan homurdanan su canavarını uyandırdı,” diye gakladı kuzgun. “Angboda’nın rahminden çıkma o yaratığı… Jormungad…” Kuzgunun çehresinde, daha önce görülmemiş bir tiksinti ve öfke aynı anda hayat bulup vals yaptı.
“Uykusunda bile büyümeye ve genişlemeye devam eden o canavarın başımıza bela olacağı şüphesizdi. Buna rağmen onu okyanusun dibine gönderdim. Orada büyüdü ve gelişti ve homurdanan bir başbelasına dönüşüverdi. Depremlerle birlikte çılgına dönen mahlukat, okyanusları arşınladı ve onun çırpınışlarını yükselen sular ve bin gece süren seller takip etti. Keskin dilli kellesi karaya vurduğunda, her şey için artık çok geçti. Önce Yeryüzü ve Toprak, ardından Gökyüzü, çatal dillinin zehriyle bulanıp bitti.”
Konacak hiçbir yer bulamayan kuzgun, en son çare, anlamsız derecede lacivert gökyüzüne bir tablo gibi çivilenip ona anlam katan aynanın kristal çerçevesi üzerine kondu. “Onun zehriyle uyanan, ölümün el ve ayak tırnaklarından yapılma ilk gemi, Nagfar, yelkenlerini zehirle üfüldenen rüzgarlara açtı ve onun ardından İhtiyar Surt komutanlığında ilk Jötünn sürüsü savaş alanına dolup taştı.”
Tam bu esnada yalın göğü delip okyanusu da iliğine kadar titreten boru sesi, açıkça kuzgunu çağırıyordu ve kuzgun her şeyi hatırladığı gibi, bunu da iyi hatırladı.
Üzerinde durduğu aynadan içeri geçerken, “Her şey böyle başladı işte,” diye mırıldandı. Aynadan içeri bir tüy gibi süzülüp bir an için yok olduğu sırada, düşünmeye kaldığı yerden devam edebilecek kadar aklı başındaydı.
“Sonra, Dokuz Ananın Evladı borusunu öttürüp beni ve evlatlarımı ve de askerlerimi savaşa çağırdı. Bize ışık oldu ve ışığıyla Vigrid’e giden yolu aydınlattı. Onun ışık hüzmeleri arasında,” dedi kuzgun bir gökkuşağının bütün renkleri üzerinde hayat bulup, kanatlarını çırpma zahmetinde bulunmadan yol alırken. “Son çarpışmamıza doğru yol aldık.”
Kuzgun, gökkuşağı üzerinde ilerlerken, “Daha önce birçok savaşa katılmıştık,” dedi, “Ama bunun sonuncu olacağını önceden biliyorduk.” Rüzgarın dövdüğü yüzünde, bir kuzgundan beklenmeyecek bir bilgelik uyanmıştı. Bunda, bir ara, tek gözü üzerinde çakan kıvılcımın da etkisi olabilirdi.
Gökkuşağı renkleriyle varolan köprünün bitimindeki devasa aynadan içeri hızla giren kuzgun, aynanın öbür yüzünden dışarı taştığında, karşısında ona göz kırpan uçsuz bucaksız bir ova duruyordu. Bu ovaya daha önce kimse adım atmamış, hiçbir bilinen dil bu geniş coğrafya üzerinde telaffuz edilmemiş, burada kimse doğmamış ve ölmemişti. Burası bambaşka bir alemin başladığı gibi savaşla ve kanla ve dehşedengiz şekilde sona ereceği yerdi. Burası şimdi, son savaşa ev sahipliği etmekteydi: kana susamış toprakları kanla dolup taşarken, bir kuşak da son nefesini vermek üzereydi.
Kuzgun, ölü bir dişbudak ağacının kurumuş dallarından tekine konup, olanları seyre koyuldu. Buğulu gözüne, ilk önce, bir savaşçı karartısı yerleşti. Altın zırhlı savaşçı, çevik bir at sürüyor ve kınından çektiği kılıcıyla, dev kırması bir kurdun üzerine atılıyor ve kılıcını yaratığın kıllı ve kalın bedenine saplamaya çalışıyordu. “Olağanca gücümle saldırdım,” dedi kuzgun, savaşçı, kurdun tek hamlesiyle atından devrildiği sırada. “Son nefesimi verinceye kadar direndim,” diye ekledi kuzgun, kılıcına uzanan savaşçı, kılıcının sivri ucunu, yaratığın alnının orta yerine saplarken. “Ama bu bile yeterli olmadı…”
Dişbudak ağacının dalları arasından kuzgunun sisli bakışlarına bir diğer savaşçı silüeti düştü. İri cüsseli adamın sağlam bir çekici vardı ve adam, çatallı dilini sürekli zehirle dışarı fışkırtan yaratıkla cebelleşiyordu. Adamın uzun kızıl saçlarının düştüğü yüzünün bir bölümünde ağır bir yara izi sergileniyordu. Şimşek gibi çakan ve yıldırım gibi gürleyen adam, çekicini savurduğu gibi yaratığın çirkin suratını yerle bir etti ama kendisi de ayakta fazla kalamadı. Yüzündeki yaradan bedenine zerk eden zehir çok kuvvetliydi. Çok geçmeden adam da yere yığılırken, bu son çatışmaya tanıklık eden ova, bir daha duyamayacağı kadar şiddetli şimşek ve yıldırımların esiri oldu. Tüm bunlara bir kez daha şahit olan ihtiyar kuzgunun gözünden süzülen bir damla gözyaşı, sivri gagası arasından taşan “İyi işti, evlat,” cümlesiyle buluşup, kanla yeşeren toprağa, son bir ağıt olup düştü.
Kuzgunun gözüne, bir başka savaşçının görüntüsü yansıdı. Sağ eli olmayan savaşçının sol elinde ustaca kavradığı keskin uçlu bir mızrağı vardı ve onunla, bütün köpeklerin efendisi olabilecek kadar kudretli ve vahşi bir canavara karşı geliyor, onun pençelerinden kaçıyor ve ona saldırıyordu. Korku nedir bilmeyen bu savaşçı da kuzgunun içini sızlatıp onu geçmişe, her şeyin başladığı ve kuzgunun müjdelendiği ilk günlere sürükledi.
Tek elli savaşçı, cehennemin azgın tazısıyla birlikte kanlar içinde yere yığıldığında, kuzgunun tüyleri diken diken olmuş ve neden diye sormaya başlamıştı.
Neden buradayım?
Neden tüm bunları yeniden yaşamak…
…bir kere daha görmek zorundayım?
Ve, neredeyim diye düşündü kuzgun, kuzgun aklının içinde bir yerlerde, belki en sinsi köşesinde, ama umutsuz ve çaresizce.
Ölmüş olmam, çocuklarımla ve dostlarımla ve sadık savaşçılarımla birlikte düşmüş olmam gerekirken…
Ve kuzgun, bir diğer savaşçının zayıf karartısıyla irkildi. Hain diye içinden geçirirken, karşısındaki savaşçının, yalanların babası ve bin türlü tezgahın ustası olduğunu, onun cılız ve kemikli bedenini görür görmez anlamıştı. Kuzgun için bir kalleşten farksız savaşçı, ebedi düşmanı Dokuz Ananın Evladı ile çarpışırken, yalanlara bulanmış kelimelerini sarf etmeye ve diliyle Işığın Çocuğu’nun aklını çelmeye devam ediyordu.
Onlar da kan rengine dönmüş toprağa cansız bedenlerini uzatırken, bir diğer savaşçı çıkagelip, az evvel atından düşürdüğü altın zırhlı savaşçıyı katleden azgın kurdu, çenesinden yakaladığı gibi yere sermeyi başardı. Sessiz bir savaşçıydı. Sükunetini koruyarak kurdu çenesinden ikiye yarıp hayvanın içini dışına çıkardı ve kurdun son nefesini bile vermesine izin vermeden canavarın canını aldı.
“Babam için,” dedi ağzını bıçak açmayan savaşçı, ilk kez, kurdun soğuk kanıyla ıslanmış dudaklarını aralayarak. “Wodan için!”
Kuzgun, bununla birlikte, şaha kalkan bir at gibi, kırmızıya çalan gökyüzüne yükselip, gözüne ilişen ilk aynadan içeri sokuldu.
Artık geriye dört bir yanı yangın yerine dönüp, dokuz katı da çöküp okyanus suyuyla haşlanmış bir şey kalmıştı. Dost ve düşman anlamlarını yitirmişti. Çok değil, yakında, yeni düzen de, bu okyanusun kana doymuş sularından yükselmeye başlayacak ve kötülüğün ve ızdırabın ve küfürlerin yer almayacağı bir yaşam, yaşamayı başarabilmiş iki kişiden yeniden doğacaktı.
Her şey belki daha güzel olacaktı.
Belki savaşlar sonsuza kadar bitecek ve huzurla barış ebediyen kök salacaklardı.
Belki bir daha asla kan akmayacaktı.
Ama kuzgunun derdi bunlar değildi.
Artık ne bunlar, ne de yükselecek yaşam umrundaydı.
Sadece nerede olduğunu anlamaya çalışan, kafası karışmış ve yorgun ve tek gözü oyuk bir kuzgundu.
Hepsi bu.
2
KUZGUN, BİR DİĞER AYNADAN DIŞARI ışık gibi doğduğunda, kendini, daha önce görmediği kadar olgun güneşi ve sarı kumu ve masmavi denizi ile muazzam bir kumsalda buldu. Nerede olduğunu sorgulamaya devam ederken, gözüne takılan ve tüm bu güzelliğin koynunda koca bir yara gibi açan ölü dişbudak ağacının sivri dalı üzerine kıvrıldı. Etrafında her zamankinden üç kat büyük ve iri ve yuvarlak ve sıcak güneşten ve sapsarı iri taneli kumdan ve kuma dokunan durgun ve mavi denizden başka bir şey yoktu.
En azından ilk bakışta.
Sonra, ötede, zarif bir kadının ağır adımlarla kendisine doğru yaklaştığını dikkatsizce fark etti. Güzeller güzeli kadının beline kadar uzun, kuzgunun tüyleri kadar kara dalgalı saçları ve öteden kamaşan inci tanesi gözleri vardı. Üzerindeki bembeyaz tülden elbisesi, kadının dolgun vücut hatlarını ve bütün çocukları besleyebilecek kadar büyük göğüslerini belli ediyordu.
Kuzgun, kadını ilk görüşte tanıdı.
“Sen,” dedi bilmiş bir mizaçla. Demek sendin…
Kadın, kuzgunun yanına yaklaştıkça, daha da kusursuz ve göz kamaştırıcı bir görünüme kavuşuyordu.
Kadın, dişbudak ağacının seyrek ve çıplak dallarının kuma düşen gölgelerine ulaştığında ve başını ağacın dalındaki kuzguna doğrulttuğunda, kulak uçlarına iliştirdiği farklı şekillerdeki camdan küpeleri ve boynuna bezediği camdan kolyeleri ve bileklerine doladığı camdan bileklikleri ve takıları ve süsleri ve diğer tüm camdan aksesuarları ile bir aynadan farksızdı.
“Bendim,” diye cevap verdi kadın ılık ses tonuyla. Kuzgun hiç istifini bozmadan, “Neden?” diye sordu ve “Kanlar içinde acı çekerek ve kıvranıp sürünerek son nefesimi vermeyi tercih ederdim,” diye böbürlenerek ekledi. Sonra geriye kalan tek gözüne perde çekip, başını kadının aksi istikametine çevirdi.
Kadının ay yüzünde açan gülümseme, herhangi bir ölüyü, eğer bu bir kuzgunsa bile, baştan çıkarabilirdi ve bu, ihtiyar kuzgun üzerinde de işe yaramıştı. Kadının peşinden kuma inen kuzgun, kadının adımlarını, paytak adımlarıyla izleyip, onunla birlikte pürüssüz denizin kıyısına vardı. Kadın, bağdaş kurup yere otururken, kuzgun pek zahmet etmedi, sadece ufak kara kıçını, kızgın kumun üzerine deviriverdi.
“Sadece borcumu ödemek istedim,” dedi kadın ninni gibi bir sesle.
“Bak sen!” dedi kuzgun yine bilmiş bilmiş, “Senin adını bile unuttum, biliyor musun? Üzerinden çok geçti. Her şeyi bildiğim ve her şeyin babası olduğum doğrudur, ama, yoo, hayır, bu kadarı beni bile aşar güzelim.”
Kadın sadece gülümsedi. Hatta biraz da kıkırdadı.
“İsmin Gayşa mıydı?” diye sordu kuzgun, kısa süren sessizliğin ardından merakına yenilerek. “Yok yok dur,” dedi yerinden zıplayıp kadının bacağına konarak ve kadını tek gözüyle göz hapsine alarak, “Sanırım Gaştina’ydı? Değil mi?” Kadın tekrar kıkırdayınca, “Hadi ama, oyun oynamanın sırası değil,” dedi, “En azından hala rüyalarla ilgilendiğini biliyorum.”
Uzun bir sessizliği, tekrar kuzgun, kuzgun sesiyle kesip attı. “Bana neler olduğunu tekrar anlatır mısın? Gerçekten unuttum, gülmek yok!”
Kadın yine gülünce, kuzgun da, kuzgun suratına, ancak bir kuzgundan beklenebilecek bir gülücük yerleştirdi. Kadın henüz ağzını açmadan, öteden, bir boz ayının kaba ve kalın gölgesi uyandı. Ayı, az evvel midesine indirdiği ballarla sarhoş olmuşa benziyordu ama hala içinde bir yerlerde beslediği büyük bir boşluk olduğu da badem gözlerinden okunabiliyordu. Şimdi, tüm o taze bal kovanı sarhoşluğunun yanında, o boşluk da, ayının, kuzgunu uzaktan fark etmesiyle birlikte ufak ufak dolmaya başlamıştı.
Ayı, kuzgunun da kendisini fark edebileceği bir noktaya geldiğinde, arka ayakları üzerinde doğrulup, şapşal bir surat ifadesiyle birlikte ancak bir ayıdan beklenebilecek bir aksanla, “Buba?!!” diye gürledi.
Kuzgun bu sesi tanıdı.
Zira nerede duysa tanırdı.
“Oğlum…”
“Buba!?”
Ve boz ayı, kuzguna, geniş pençeleriyle saldırdı, ya da şey, sarıldı. Evet. Böyle oldu.
Kuzgun neredeyse bir kez daha ölüyordu ve ayı da epey bir afallamıştı. Daha sonra kuzgundan gereken azarı işitecekti.
Kadın onları oturduğu yerden seyrederken, kuzguna her şeyi tekrar anlatacağını fısıldadı, yalnızca kuzgunun ve boz ayının duyabileceği ve anlayabileceği bir dilde.
Ve birlikte kadının yamacına kuruldular ve kadının onlar için yoktan var ettiği şarap kadehlerinden bal şaraplarını yudumlayıp hikayeyi tekrar dinlediler.
Şarap lezzetliydi.
Kuzgunun ve doymak nedir bilmeyen ayının geldiği yerde bile böylesi bir bal şarabını yudumlamaları nasip olmamıştı.
Kadının yeniden dillendirdiği hikayeye gelecek olursak…
Bu hikaye, Wodan adında bir göçebenin hikayesiydi ve tüm hikaye, bir gün yolu evinden çok ama çok uzaklara düştüğünde, başı sıkışmış bir kadının yardımına yetişmesiyle alakalıydı. Kadının ağabeyi büyük bir günah işlediğinden Yeraltına hapsedilmişti ve kadın oraya inip ağabeyini görmek için yanıp tutuşuyordu. Kadına yardım edeceğine söz veren Wodan, Yeraltına inip oradakilerle anlaşma imzalamış ve kadının Yeraltına inebilmesine olanak sağlamıştı. Kadının adı Geştinana idi ve bir gün zamanı geldiğinde, Wodan’a olan borcunu ödeyeceğine ant içmişti.
SON
Merhabalar,
Öykünüzü beğendim ancak işin aslını çok geç öğrenmiş olmak beni biraz rahatsız etti. Yani sürekli bir ipucu ve bitişe gönderme vardı ama son paragrafa kadar ne olduğunu anlayamadım. Bir de virgülleri ve “ve” bağlacını biraz fazla kullanıyorsunuz bence. Çoğu yerde atılsa daha güzel olacak. Ben bir virgül gördüğümde elimde olmadan bir duraklıyorum ama bir bakıyorum orada virgüle gerek yok, boşu boşuna hızımı kesiyor. Diğer öykünüze yaptığım yorumda bahsetmedim ama “ve” bağlacı ile ilgili durum onda da var.
Bunların dışında gerçekten güzel olmuş. Aynaların gördüğü işlev de hoşuma gitti. Keyifli bir yarım saat geçirtti bana. Kaleminize sağlık.
Aslında bunu bilinçli olarak tercih ettim 🙂 Yani çözümü en son paragrafa bıraktım. Kendi kendime de hiç tartışmadım açıkçası acaba bunu biraz yaysam mı diye. İlk taslakta referans olarak verdiğim isimlerin de hiçbiri yoktu. Sonra, biraz daha ipucu vermenin daha doğru olacağına inandığımdan, ikinci taslağa bu isimleri de ekledim.
Virgül ve “ve” konusunda haklısınız.
Bunun sebebi şu: Ben İngiliz dili ve edebiyatı üzerine öğrenim görüyorum ve bölümüm gereği sürekli İngilizce kitaplarla haşır neşirim. İngilizler ve hatta genellemeyi biraz daha genişletirsek, İngilizce yazan yazarlar, çok sık “and” kullanırlar ve bunu bir anlatım tekniğine dönüştürürler. Bu bendeki “ve” biraz oradan kaldı. Üstesinden gelmeye çalışıyorum.
Tekrar çok teşekkür ederim.
Selamlar,
Değişik bir tarzı olan ilginç bir hikayeydi. Genel olarak baktığımda oldukça güzel bir fikir ve anlatım tarzı yakaladığınızı söyleyebilirim. İşin aslını en sonda ufak bir paragrafla öğrenmek hafiften okuma keyfini baltalıyor yalnız. Aralara yerleştirilen daha fazla ipucuyla okuyucunun ilgisini ve merak duygusunu arttırabilirmişsiniz rahatlıkla. Tercih meselesi elbette…
Bir de naçizane bir tavsiye; kelime tekrarlarından kaçınmaya çalışın. Örneğin arka arkaya defalarca kuzgun yazmak yerine kara kuş, kanatlı yaratık vs gibi benzetmelerle bundan kurtulabilirsiniz. Dilimiz o kadar zengin ki bunu yapmaya çok elverişli.
Umarım eleştirimi mazur görürsünüz. Kaleminize sağlık…