Öykü

İkinin Birliği

Bölüm 1: Gezgin

Tanrı gözlerini yumdu. Bebekler gibi masum ve mışıl mışıl uyurken bir rüya gördü.

Gezgin, bu yeni şehre ilk adımını attı. Yolun kenarında kamyondan inmişti. Başka bir şehrin çıkışında otostop çekerek binmişti kamyona. Şoför kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sormuş; o da nasıl bir avare olduğunu anlatmıştı.

Şehir, epey kasvetli görünüyordu. Güneşli bir yaz gününde gelmiş olsa bile, ki gelmemişti, evlerin duvarlarına sinmiş mutsuzluğu hissedebilirdi. Gezgin daha karanlık, daha tekinsiz, daha tehlikeli, felaketlerle boğuşmuş, savaşları atlatmış, afetlerle harap olmuş şehirlerden de geçmişti tabii. Lakin hiçbir yerdeki binalar bu kadar hüzünlü bakamazdı.

Tanrı kafasında ışık, yüreğinde güç ve kasıklarında ateş olan bir varlık hayal etti.

Gezgin, karşısına çıkan ilk motelde bir oda tuttu. Azıcık parası kalmıştı, uzun zamandır azıcık parası vardı. Hiçbir iş yapmaz, buna rağmen parası bitmezdi. Her zaman azıcık parası olurdu. Odasına yerleşti, yol yorgunluğunu atmak için birkaç saat uyudu.

Uyandığında hava kararmıştı. Dolaşmak için dışarı çıktığında üzgün şehrin akşamları gayet canlı olduğunu fark etti. Işıklı tabelalar geceyi aydınlatıyor, kol kola girmiş genç oğlan ve kızlar özgürce cilveleşiyor, divaneler şarap içiyor, alimler umutsuzca koşuşturup anlaşılmaya çalışıyordu.

Gezgin gülümsedi, hedefsizce yürümeye başladı. Paçasını çekiştiren bir dilenciyle dağıldı dikkati. En az doksan yaşında görünen cılız kadın yere bağdaş kurmuş, avcunu ona uzatıp para bekliyordu. Birkaç kuruş çıkarıp zavallı görünen ihtiyarın eline bıraktı.

Gezginin bileğini yakaladı dilenci, önce kokladı, sonra parmaklarını açtırıp el ayasını inceledi. Uzun, dedi. Gözleri parladı, sonra onları yumdu ve ekledi:

Tanrı ol dedi ve oldu.

Bu cümle, uzun süre dönüp duracaktı gezginin aklında. Dilenciden ürkmüştü. Tüm ülkeyi gezmiş, sayısız tehlikeyle karşılaşmış olmasına rağmen farklı bir uğursuzluk vardı karşısındakinde. Gezgin, o an şehri terk etmeyi koydu kafasına.

Gezgini buraya bağlayan bir şey yoktu, yine de ayrılamıyordu çünkü sonrasından emin değildi. Nereye gidecekti? Bu ürperti takip edecek miydi onu? Uzakta güzel yerler var mıydı? Dünyanın sonuna ulaşmış gibi hissediyordu.

Yeni varlıklar gözlerini açıp babalarını seyretti.

Bu şehrin iki yüzü vardı. Aydınlık yüzü güvenli ama boğucuydu. Karanlık yüzü korkunç ama çekici, tahrik ediciydi. Normal değildi, doğanın bütün kanunlarına aykırıydı. Gezgin gitmek istiyordu ama bilinmez bir gelecek, şehrin kendinden de tehlikeli değil miydi?

Moteldeki odasına dönüp bunları düşündü. Hoş hissettirmeyen loşlukta yatağının kenarına oturdu, kafasını kollarının arasına aldı. Neden sonra başını kaldırdı birazcık. Aynadaki suretiyle göz göze geldi. Kaç, dedi zahiri gezgin.

Yüreklerindeki güç kafalarındaki ışığı köreltti, kasıklarındaki ateş vücutlarını ele geçirdi.

– Ben kaçarsam sen ne olacaksın?

– Biz biriz. Dedemin dedenin yerine geçtiği gibi, babamın babanın yerine geçtiği gibi, ben de senin yerine geçeceğim.

– Onlar da bu şehre geldiler mi?

– Herkes bu şehre gelir, yalnızca bir defa. Ve herkes bu şehirden gider, yalnızca bir defa.

Daha konuşmayı öğrenmeden savaşmaya başladılar.

Gezgin, şehirden dışarı ilk adımını attı. Göğün yarıldığını ve yağmurun boşaldığını gördü. Ayak bastığı çamur hızla önce bataklığa sonra da denize döndü. Su yükseldikçe yükseldi ve gezginin boğulmuş bedenini göğe taşıdı. Cesedin kulaklarında bir ses yankılandı:

Tanrı öfkeyle uyandı ve yarattıklarını yok etti.

Bölüm 2: Peygamber

Peygamber kupkuru bir şehrin yıkıntıları arasında dolaşıyor, sokakları dolduran cesetlere basmamaya dikkat ediyordu. Eskiden duvar olan bir kaya parçasının üstünde oturan adamı fark etti. Ona yaklaşıp “Herkese ne oldu?” diye sordu.

“Öldüler,” dedi zahiri gezgin.

“Nasıl olur? Tufan buraya vurmamış ki…”

Zahiri gezgin omuz silkmekle yetindi.

“Peki sen nasıl hayatta kaldın?”

“Ben de öldüm.” İşaret etti. “Orada, tufanda.”

“Ama karşımda duruyorsun.”

Zahiri gezgin yeniden omuz silkti. Bu seferki bilmediğinden değil, anlatmayı beceremeyeceğindendi.

“Ben buraya tebliğ yapmaya gönderildim. Herkes öldüyse kime tebliğde bulunacağım?”

“Herkes öldü. Tüm ülkede. Yalnızca ikimiz kaldık. Bana tebliğde bulunacaksın.”

Peygamber, her başarılı hatip gibi, sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırdı ve gür bir sesle konuşmaya hazırlandı.

Zahiri gezgin durdurdu onu. “Ağzınla değil.” Peygamberin belini yakaladı. “Vücudunla.”

Aynı şehrin iki yüzü gibi, gündüzle gece gibi, uykuyla uyanıklık gibi, savaşla barış gibi, iyiyle kötü gibi, zahirle gerçek gibi birleştiler. Böylece karnı şişen gezgin, zıtlıklardan oluşan yeni bir dünya doğurdu.

Bölüm 3: Melek

Melek, yeryüzüne indi. Günlerce aramasına rağmen kendisini istediği yere götürecek birini bulamadı. Bunun sebebini sorduğunda o ülkenin helak edildiğini, kendilerinin de korkudan yaklaşmadığını söylediler.

Melek yürümeye başladı. Asla yağmur yağmayan şehre ulaşması yüz yıl sürdü. Orada yaşayan halk meleği mutlulukla karşıladı. Ataları peygamber ve zahiri gezgin zamanından beri misafirleri olmadığını anlattılar.

Tanrının yeniden uykuya yattığını ilan etti melek. Tekrar savaşa tutuşmazlarsa korkulacak bir şey yoktu. Yaşadıkları şehir bir mucizeydi. Nesiller süren ensestten beyinleri sulanmış halk onu anlamadı, zaten savaşacak bir halleri de yoktu. Kafalarındaki ışık sönmüş, yüreklerindeki güç tükenmiş, varoluşları kasıklarındaki ateşten ibaret kalmıştı. Peygamber ve zahiri gezgin tarafından yeni dünyanın temeline konan ikinin birliği büyük bir hata mıydı?

Asla yağmur yağmayan ülkenin halkı yine de mutlu oldu ve hayal kırıklığı yüzünden okunan meleğe bir ayna hediye ettiler. Melek aynaya baktı, görüntüsü de ona. Kaç, dedi zahiri melek. Biraz sonra göğün yarılıp hataların silindiğini görecekti.