Öykü

İrfan Kulesi

Mavitaş Ormanı’nın kuzeyinde inci gibi parlayan muhteşem başkent Zaphir, ülkenin en büyük şehri olmakla kalmıyor, aynı zamanda eğitim ve kültür merkezi görevini de sürdürüyordu. Memleketin uzak köşelerindeki yerleşimlerinde anlatılan Zaphir’in fildişi kuleleri biraz masalsı olsa da, (ama fazla değil) bu kentteki okul sayısı hakkında telaffuz edilen şaşırtıcı rakamlar hiç de abartılı sayılmazdı. Ülkenin geri kalanındakinden daha fazla üniversite vardı Zaphir’de. Hâl böyle olunca, en fazla sayıda yazılı belge, parşömen, kitap ve kütüphanenin de bu şehirde olmasında şaşılacak bir taraf yoktur.

İrfan Kulesi, Zaphir’in ve ülkenin en büyük kütüphanesi olmasının yanısıra bir efsaneydi. Her yıl, bu binayı ve içindeki kitapları görmeye, kağıt ve mürekkebin ideal birlikteliğinin yılların tozlu etkisiyle dinlendirilmesi sonucu ortaya çıkan o nefis kokuyu teneffüs etmeye binlerce hacı gelirdi.

Neredeyse 100 metre yüksekliğinde, beyaz taştan yapılma, bol pencereli, devasa bir binaydı. “Beyaz Kule” de deniyordu ve uzak diyarlarda Zaphir Kütüphanesi’nden fildişinden yapılma diye bahsedilirdi. Bina on katlıydı. Silindirik yapı, tabandaki çok geniş ve yüksek salondan başlayarak, göklere doğru her katta biraz daha daralarak, adeta sivrilerek, şehrin ortasındaki görkemli bir dağ gibi yükseliyordu. Kulenin dış duvarlarında, bir yılan gibi sarılarak ve kıvrılarak yukarı doğru çıkan geniş bir merdivenli yol vardı. Bu yol kulenin en tepesine doğru sarmal şekilde yükselirken, her biri değişik yönlere bakan her katın kapılarının önünden geçiyordu. Her katın kapısında nöbetçiler ve memurlar vardı, okuma salonlarına giriş çıkış yapan kişileri denetleyip, gerekiyorsa ücret tahsil ederlerdi.

Zemindeki birinci kat, kütüphanenin tüm halka açık bölümüydü. Bu devasa salona girmek için bir bakır para ödemek yeterliydi. İçeride sayısız öykü, şiir, masal kitapları, romanlar, mitolojik ve tarihi kitaplar meraklılarını bekliyordu. İyi dizayn edilmiş ışıklandırması, sesleri absorbe edip yankılatmayan iç mimarisi, rahat okuma masaları ve kaliteli sandalyeleriyle, okumayı sevenler için burası cennetten bir köşeydi adeta.

İkinci kata çıktığınızda bir gümüş para ödemeniz gerekirdi. Bu katta bütün yasal mesleklere ait kaynak bilgileri barındıran kitaplar vardı. Mobilya yapımından, demirciliğe, arıcılıktan, saat tamirciliğine kadar her türlü zanaat hakkında yazılı ve resimli eseri bu katta bulmak mümkündü. Loncaların artık çıraklık evresini atlatmış üyelerine genellikle bu katta rastlanırdı.

Üçüncü kata girmek için ya bir altın para ödemeliydiniz ya da elinizde bir üniversite hocasından, mühürlü tavsiye mektubu olmalıydı. Bu katta her türlü bilimsel yayın faydalanılmayı bekliyordu. Ekonomi, kimya, mimari, biyoloji, tıp, astronomi, coğrafya gibi sayılması meşakkatli daha bir sürü bilim dalında, yüksek düzeyli, gelişmiş, ciddi kitaplarla doluydu bu kat.

Dördüncü kata giriş iki altın paraydı. Burası alternatif bilimler katıydı. Bazılarının “Popüler Bilim” de dediği, astronomi yerine astroloji, kimya yerine simya, alternatif tıp, rüya yorumları ve kehanet, astral düzlemlerle ilişki kurma, beşinci element, altıncı his, vesaire gibi binlerce egzotik bilim dalı hakkında yararlanılası kitaplarla doluydu bu salon.

Beşinci katın kapısındaki oymalar, kabartmalar ve süslemeler muhteşemdi. Her gün değişen notalarla çalan, belli belirsiz bir müzik duyuluyordu. Kapının önünde durup duyduğu müziği -ıslıkla bile olsa- taklit edebilen olursa kapı kendiliğinden açılır, müzisyen içeri giriş ücreti olan on altın parayı ödemekten kurtulurdu. Bu salon sanatla ilgili bölümdü. Müzik, resim, vesaire çeşitli sanat dallarıyla ilgili yazı ve özellikle de görsel eserlerin bulunabileceği mekandı burası.

Altıncı katın kapısında gereğinin iki katı kadar ve her biri çakı gibi disiplin sergileyen nöbetçiler bulunurdu. Bu kat savaş sanatları bölümüydü. Giriş yirmi altın paraydı ama askeri akademilerde öğrenci olanlar ve kralın resmi subayları için ücretsizdi. Teke tek dövüş stillerinin anlatıldığı kitaplardan tutun da orduların yönetilmesi, savaş manevraları üzerine strateji kitapları ve ayrıca tarihteki büyük generallerin yazdığı eserler burada bulunurdu. Altıncı kata çıkanların neyse ki genelde fiziksel kondüsyonları iyiydi. Çünkü -bilgi ve okuma açlığı çekenler için bile- yüzlerce merdiven basamağını tırmanmak artık iyice yorucu olabiliyordu.

Yedinci kat “Semavi Bilimler” bölümüydü. Buraya çıkanların hemen hepsi de dindardı. İnsanı soluk soluğa bırakan bu uzun tırmanışın ibadet sayılacağına dair ortak bir inanç kabul görüyordu. Yine de bazı, -dünya nimetlerinden nasibini almış- şişman ve yaşlı rahiplerin, on sekizlik delikanlı keşişlere taş çıkartırcasına koşturarak basamakları tırmandığını görenler, bunun semavi türü bir büyü işi olduğundan şüpheleniyorlardı. Bu kutsal bölüme giriş elli altın para bağış yapmayı gerektirirdi ama eğer inancınızı temsil eden sembolünüzden kutsal bir ışık patlamasını kapıya yansıtabilirseniz, ücret ödemeden geçebilmeniz için kapı kendiliğinden açılırdı.

Tanınmış ya da az bilinen ilahların ve dinlerin öğretileri, çeşitli tapınak, ibadethane ve kütüphanenin halka açık bölümlerinde zaten fazlasıyla mevcuttu. Beyaz Kule’nin yedinci katındaki eserler, inananlardan öte, semavi varlık ve boyutlarla derinlemesine ilgilenenlere hitap ediyordu. Dinleri öğretilerinden tarihsel gelişimine kadar her yönüyle ele alan, diğer alemlere ilişkin hayret verici bilgiler barındıran, semavi varlıkları tanıtan tasvir eden, hatta resimli sayısız kitap ve el yazması belge ile doluydu bu kat. Çok muhterem zatların, büyüklü küçüklü dini liderlerin, feylesofların, ermişlerin ve dervişlerin yazdığı çok önem arz eden sayısız kitabın arasında, hiç şüphesiz ki en revaçta olanları, semavi büyülerin nasıl yapıldıklarını izah eden kitaplardı, ama şu da bilinen bir gerçekti ki insan ne kadar okusa da, ne kadar ilmini tahsil etse de, içinde Tanrı’dan gelen bir ilham, bir enerji, bir nur hissedemedikten sonra semavi büyü yapmaya çalışmak beyhude bir çabadan öteye gidemezdi. Kitaptan öğrenerek yapılabilen büyülerle ilgili yayınlar bir üst kattaydı.

Sekizinci kat “Rün” büyü sanatıyla ilgili ülke çapındaki en geniş arşivin bulunduğu okuma salonuydu. Zaphir’in yüz kilometre batısında, Serin Otlaklar’daki Büyücüler Lonca Kulesi’nde bile bu kadar çok ve çeşitli yazılı kaynak yoktu. Bu kata girenler yüz altın para ödemek zorundaydılar. Ancak iş bununla kalmıyordu. Üzerinde altın ve gümüş kakmalı çeşitli semboller bulunan çelik kapının açılması için, gelen kişinin kapının üzerindeki dakikada bir değişen rünlerin oluşturduğu şifreyi doğru olarak okuyabilmesi gerekiyordu. Kapının üzerinde aynı merkeze yerleştirilmiş, bitişik beş adet çemberden oluşan bir motif vardı. Her çemberin üzerinde saat kadranındaki gibi eşit aralıklarla dizilmiş on ikişer değişik büyücü sembolü kabartma şeklinde yazılıydı. Bu çemberler hepsi farklı hızlarda ve birbirlerine ters yönde dönüyor ve her dakika rünleri yan yana değişik bir kombinasyonla diziyorlardı. Her dizilişin oluşturduğu cümle o anki giriş şifresini oluşturuyordu. Anlayacağınız içeri girebilmek için gerçekten de büyü rünlerini okuyabilmek gerekiyordu. Zaten içerdeki parşömen ve kitapların çoğu bu özel alfabe ile yazılmış olduğundan çok da işgüzar bir tedbir sayılmazdı aslında.

Büyücülük sanatı salonuna açılan kapının bir başka özelliği de, kapının iki yanında 3 metre kadar boyunda, iriyarı, gladyatörleri andıran iki taştan heykel olmasıydı. Bilmeyenlerin heykel zannedeceği bu yaratıklar aslında birer “Taş Golem”di. Büyüyle enerji verilmiş konstrüksiyonlar! Bunlar ancak belli durumlarda harekete geçip öğretilen şekilde davranırlar. En son iki sene önce, görevli memurların baş edemediği sarhoş bir turist olay çıkarıp kapıyı zorladığında ve bununla da yetinmeyip kapıya işemeye kalkınca bu golemlerin, söz konusu turisti 80 metre aşağıdaki şehir meydanının taş zeminine fırlatırken harekete geçtikleri görülmüştü. O zamandan beri de yerlerinde kıpırdamadan duruyorlar. Usta büyücüler buraya ya uçarak ya da boyut kapısı açarak gelirler. O kadar merdiveni tırmanmayı boşa yorgunluk olmasa bile zaman kaybı sayarlar.

Dokuzuncu ve onuncu katlara çıkan pek görülmese de yukardan manzaranın tadını çıkararak aşağı inenlere arada sırada rastlanır. Bunun sırrı, en tepedeki bu katların ortasında, ta aşağıya kadar uzanan bir asansör sistemi olmasıdır. Bu katların müdavimleri, İrfan Kulesi’nin zemin katındaki az kullanılan ve sıkı korunan arka kapısından girerler. Gizli bir koridordan geçerek asansör odasına varırlar ve buradan da dokuzuncu ya da onuncu kata çıkarlar. Asansör makaralı bir sistemle çalışıyor gibi gözükse de işin aslı büyüdür.

Dokuzuncu kattaki kitaplar tür olarak zemin kattaki halka açık salonda bulunanlarla aynıdır. Ancak sayıları pek fazla değildir. Burada sadece en tanınmış yazarların kitapları bulunur. Ayrıca ülkedeki son moda alışkanlıklar hakkında haberler içeren aylık parşömenler de en gözde yayınları arasındadır. Kitapların ciltleri en kalitelisindendir. Bu salona girebilmek için, günlüğü yüz altın paraya denk gelen yüksek aidatı ödeyip üye olmak gerekir. Yani zenginlerin okuma salonudur burası.

Onuncu katın giriş ücreti de, tıpkı dokuzuncu kattaki gibi senelik alınan ve günlüğü yüz altına denk gelen bir üyelik ödemesi gerektirmektedir. Ama buraya çıkabilmek için zengin olmak yetmez. Bu kat aristokratların okuma salonudur ve ancak kralın soyuyla bir şekilde aile bağları olanlar çıkabilir onuncu kata. Kitapları tür olarak dokuzuncu kattakilerle aynıdır. Yanısıra asil insanlara ait adabımuaşeret ve soy ağaçlarıyla ilgili orijinal el yazmalarına rastlamak mümkündür.

…………

İrfan Kulesi’ndeki kitap sayısıyla ilgili pek çok spekülasyon vardır. Hatta yer altında da kütüphanenin gizli katları olduğu ve gün yüzü görmemiş binlerce kitabın, rutubetten arındırılmış sandıklarda, karanlıkta sessizce bekledikleri konusundaki dedikodular da pek revaçtadır. (muhtemelen doğrudur bu söylenenler)

Bir gün sözde yasaklanmış kötücül şeytani bir kitap, nasıl olduysa oldu, katiplerin gözünden kaçarak kendini kütüphanenin üst katlarına kadar taşıtmayı başardı. Kitap burada raflarda çok da beklemeden kendini okumaya meraklı ama ne okuduğunu da tam olarak kavrayamayan birinin önünde buldu. Kadim zamanlardan kalma büyük kitabın tozlu sayfalarını çevirdikçe, okuduklarının dehşeti okuyucuyu caydırmadığı gibi aksine daha da meraklandırmıştı. Okuyucu okudukça asırlar kadar uzaktaki bir gücü uyandırdığının farkında değildi.

………..

İrfan Kulesi’nin ana kapısı büyük şehir meydanına bakıyordu. Burası Merkez Meydan, Beyaz Meydan, (kule gibi beyaz taştan yapıldığı için) Kütüphane Meydanı gibi isimlerle anılırdı, ancak asıl ve unutulmak üzere olan ismi, uzak köşesindeki bir kral heykelinin üzerinde, küçük pirinç bir levhada yazdığı gibi Kral III. Dementhor Meydanı idi.

Her hafta sonu olduğu gibi meydana yine Pazar kurulmuştu. Yarısı yerli, yarısı da uzak diyarlardan gelmiş yabancı tüccarlar tezgahlarını kurmuşlar, üstüne gölge eden tentelerini germişlerdi. Satıcıların kafiyeli çığırtkanlıkları, hararetli pazarlıkların vurgulu sesleriyle birleşip akordunu bulmaya çalışan bir armoni oluşturuyordu. Güney ülkelerinden gelme egzotik baharatların kokusu hoş bir şekilde etrafa yayılmıştı.

Yaşlı büyücü Tiq Otally de her hafta sonu yaptığı gibi pazarı dolaşıyordu. Özellikle uzak diyarlardan gelmiş tüccarların tezgahlarına dikkat kesiliyor; iksir yapmak ve büyü ritüellerinde kullanmak üzere karışım malzemesi, baharatlar, otlar, bitki kökleri, canlı cansız organik maddeler, kurutulmuş bitki ve hayvancıklar, gübre, salya, öd, mide, bağırsak, sülfür, fosfat, karbonat, piramit tozu, minator boynuzu, gargoyle kafatası, basilisk gözü gibi sayısız, az bulunan, daha da az kişinin varlıklarından haberdar olduğu ve pek az kişinin ne işe yaradıklarını bildiği bu ıvır zıvır malzemeleri arıyor, bakınıyor, tezgahın altında zulada olabilir diye her tüccarın kendi dilinde sorup soruşturuyordu. Çok da sıkı pazarlık ediyordu Otally.

Tiq Otally, klasik insan büyücülerdendi. Bembeyaz saçı ve sakalı göbeğine doğru uzanıyor, suratı ise kırış kırıştı. Görünüşte çok yaşlıydı ama kimbilir hangi kadim sanatlarla ömrünü uzatıyorsa, bir genç gibi dinç hareket ediyor, keskin zekası kristal berraklığında çalışıyordu. Yerleri süpüren buruşuk cübbesi, kukuletalı kocaman şapkası, değişmez kıyafetleriydi.

Yaşlı büyücü tam bir tezgahtaki kurutulmuş kertenkele kuyruklarını inceliyordu ki, öteden kalabalığı yara yara, bağıra çağıra kütüphane görevlisi 3.yardımcı Sebastian’ın geldiğini farketti. “Usta Otally! Usta Otally! Yetişin, kurtarın!” diye bağırıyordu. Nefes nefese kalmış bir hâlde büyücünün yanına vardı. Tiq Otally Sebastian’ın bu hâlini görünce hemen kafasını kaldırıp tepelerinde dikilen kuleye baktı. Adamın telaşı kütüphanede bir sorun olduğunu gösteriyordu.

Tiq Otally, on beş sene önce sekizinci katın arşiv danışmanı olarak kütüphane müdürü Tori Tinkiltenk ile sözleşme yapmıştı. Kurulduğundan beri, yani iki asrı aşkın bir süredir Beyaz Kule yönetim olarak bağımsızdı. Kütüphaneyi idare etme görevi o zamandan beri, seçkin bir gnom sülalesi olan Tinkiltenklere verilmişti. Tori Tinkiltenk, tıpkı kendisinden önceki ataları gibi her katın konseptine uygun, alanında uzman kişilerden danışmanlık alırdı. Sekizinci kattaki rün büyüleri arşivi hakkında da usta büyücü Tiq Otally’nin değerli görüşlerinden faydalanıyorlardı. Büyücüye verilen ücret sembolikti; sadece üyelik aidatı almamak. Tiq Otally yaşadığı şehirde böyle muazzam bir kütüphane olmasını zaten eşsiz bir lütuf sayıyor, seve seve hizmette bulunuyordu.

Tedirginliğini örtbas etmeye çalışarak, “ne oldu be adam, ne bu telaşın!” diye azarladı Sebastian’ı.

“Efendim, sekizinci katta olay çıktı, kitaplar, parşömenler!..” diye yarı ağlayarak yarı nefesi tıkanarak geveledi Sebastian.

Yaşlı büyücü çoktan tılsımlı sözleri söyleyerek kendi etrafında dönmeye başlamıştı. Gittikçe yükselen bir ezgiyle mırıldanırken, tuhaf şekilde dans ediyordu. Birden cübbesini hışırdatarak havalanıverdi. Kalabalık Pazar yerinde bir uğultu koptu, şaşkın bağrışmaların arasında tek tük alkış sesleri de vardı. Tiq Otally oluşturduğu heyecan dalgasına aldırmadan İrfan Kulesi’nin sekizinci katına doğru hızlıca uçtu.

Birkaç saniye sonra Rün salonunun önündeki geniş platforma kondu. Kapı açıktı ve içerden hayra alamet olmayan sesler geliyordu. Otally bir elini büyü tozu kesesine daldırıp parmak uçlarında bir tutam yarasa pisliği hazır etti. İçeri giriyordu. Tam bu sırada kulenin üst katlarına giden basamaklarından korkunç bir hırlama geldi. Büyücü bir an duraklayıp yukarı bakınca zenginlerin katından aşağıya inmekte olan iğrenç bir iblis görerek şok geçirdi. Öyle böyle değil, en azından 3 metre boyundaydı! Tunç renginde, izbandut gibi doğa üstü kaslara sahip bir yaratıktı. Açıktaki sivri dişlerinden salyalar ve kan damlıyor, jilet gibi keskin pençelerinin arasında arada sırada kemirdiği bir insan bacağı tutuyordu.

Deli deli bakan gözleri Otally’i farkedince günah boyutlarından fırlamış yaratık hızını arttırarak büyücünün üzerine yürüdü. “Rean set cak tat!” diye yüksek sesle bir emir veren Tiq Otally derhal sekizinci salona daldı ve ardından kapıyı hızla kapattı. Bu arada dış kapının yanlarında heykel gibi hareketsiz duran iki taş golem iblise saldırıp tam zamanında engel olmuşlar, korkunç bir savaşa başlamışlardı.

Okuma salonunun bazı yerlerinde tavandan sarkan, yumruk büyüklüğünde tek bir göz ve oldukça geniş bir ağızdan oluşan, büyücülerin tuhaflıklarının ürünü birkaç eşya-yaratık, (bunlara “ciyaklatan” deniyordu) solucan gibi kımıl kımıl sallanarak, ciyak ciyak sesleriyle bağırıp duruyorlardı: “Salonda büyü yapmak yasaktır! Ateş yakmak yasaktır! Parşömen ve kitapların yıpranmaması için gerekli özenin gösterilmesi önemle rica olunur!..”

Bunlar böyle bağırdığına göre olan olmuştu. Nitekim Tiq Otally yerlere saçılmış parşömenler ve yana devrilmiş bir kitap rafı gördü. Şifreli bir kelime söyleyerek ciyaklatanları susturdu. Tedbiri elden bırakmadan salonun arkalarına doğru ilerlediğinde, kitap raflarının ardında siper alarak birbirine tehditler savuran iki adam gördü. Otally bulunduğu yerden ikisini de görebiliyordu, bunlar tanınmış ve yüksek seviyeli büyücülerden, birbirlerinin ezeli rakipleri Zubin ve Toxilius’tu. Bu ikisi Otally’den sadece bir seviye düşük büyücülerdi, yani kontrolden çıkınca afet yaratacak kadar güçlüydüler. Ve şu anda da birbirlerine büyü fırlatmak üzere çeşitli hareketler ve kelimeler kullanarak hazırlık yapmaktaydılar. “Beyler sakin!” diye bağırdı Tiq Otally.

“Sen bu işe karışma Otally!” diye bağırdı Zubin cevap olarak.

Toxilius ise, “evet, sen karışma Otally; birazdan bu büyücü bozmasını cayır cayır yakacağım, arada kalmanı istemem!” dedi.

Tiq Otally’nin öfkeden gözleri büyüdü, ağzından tükürükler saçarak konuştu: “Bu salonda ateş kullanan karşısında beni bulur! Yazmaların kılına zarar gelirse, andım olsun ki pişman olmanız için zaman yaratırım size!” Üstad Otally’nin sözleri ve kararlı ses tonu oldukça ikna edici olmalıydı ki diğerleri bir an sus pus oldular. Bu arada “ateş” lafını duyan ciyaklatanlar tekrar ciyak ciyak, “salonda ateş yakmak yasaktır! Büyü yapmak yasaktır!” diye bağırmaya başlamışlardı. Tiq Otally uyaranları susturdu tekrar.

“Haklısın bilge Otally!” diye diplomatik bir tonda konuştu büyücü Toxilius. “Şu beş para etmez sefil fareyi öldürmek uğruna, parşömenlerin zarar görmesi yazık olur!”

Zubin ise sinirli bir kahkaha attı. “Zaten ben buz fırtınası büyüsünü hazırlamıştım, pabucumu bile yakamaz bu beceriksiz!” dedi.

“Durun! Durun!” diye müdahale etti Otally. “Hangi büyüyü yaparsanız yapın kitaplar zarar görecek. Daha şimdiden ortalığı dağıtmışsınız!” Ciyaklatanları tekrar susturmak için ara veren büyücü sözlerine devam etti. “Neden iki cesur adam gibi kapının önüne çıkıp, hançerlerinizi çekip kozlarınızı paylaş mıyorsunuz?” dedi.

Diğer ikisinin bu teklifi pek de heyecanla karşılamadıkları belliydi. “Bu kalleşe güven olmaz!” diye endişesini dile getirdi Zubin. Toxilius ise, “boşversene, korktuğun pek belli, hanımevladı ödlek seni!” diye cevabı yapıştırdı.

“Merak etmeyin ben aranızda hakem olacağım, kalleşlik edene ben de saldırırım!” diye güvence verdi Usta Otally. “Haydi gelin dışarı çıkalım; gücümüzü borçlu olduğumuz bu eserlere daha fazla zarar vermeyelim,” dedi elleriyle etrafını göstererek ve sonunda zarif bir hareketle tavanı işaret ederek. Hepsinin de bildiği gibi sekizinci katın tavanında altın yaldızlarla süslenmiş kocaman bir şekilde, o kadim tılsımlı dilde şöyle yazardı: “Bilgi güçtür!”

Diğerleri bu sözlere hak verdiler. İsteksizce de olsa siper aldıkları yerden çıkarak Otally’nin yanına yürüdüler. Etrafa dağılmış parşömeler, saçılmış kitapları sanki ilk defa görüyorlar, sebep oldukları hasarın daha yeni farkına varıyorlardı. Ancak iki düşman birbirlerine karşı hâlâ tetikte duruyordu.

Tiq Otally adamları nazikçe ittirerek çıkış kapısına doğru yönlendirirken aralarında durmaya özen gösterdi. “Sorabilir miyim aranızdaki husumetin sebebi nedir?” dedi.

Zubin açıkladı: “Bu haddini bilmez adam, ‘Namevt Büyüleri Ekolü’nün, ‘İllüzyon Büyüleri Ekolü’nden daha üstün olduğunu iddia etti!” dedi.

Toxilius alaycı bir kahkaha attı. “Gerçekler acıdır! İllüzyon ise… sadece illüzyondur!”

“Demek mesele buymuş!” dedi Usta Otally kafasını sallayarak, “gerçekten de çetrefilli bir konu!” Bu sırada kapının önüne gelmişlerdi. Tiq Otally iki adamı hafifçe öne doğru iterken kapı açıldı ve dışarıdaki platformun üzerindeki bir iblis ile iki taş golemin akılalmaz mücadelesi gözler önüne serildi. İblisin yaraları kanıyor, golemlerden birinin de bir kolu yoktu. Zubin ve Toxilius manzaranın dehşetiyle bir an donakaldılar.

Büyücü Otally çabucak bir şeyler mırıldandıktan sonra, “siz densizler şunu iyi bilin: ‘Element Büyüleri Ekolü’ en güçlüsüdür!” diyerek, avuç içlerini adamlara çevirdi ve ani bir büyüsel etkiyle iki adamı dışarı fırlattı. Kapıyı hızlıca kapatırken, “bu arada kütüphane üyelikleriniz de iptal edildi!” diye bağırdıysa da diğerlerinin onu duyacak hâlleri yoktu. Otally kapıyı kilitlediğinde ciyaklatanlar ciyak ciyak bağırıyorlardı: “Salonda büyü yapmak yasaktır!”

İrfan Kulesi” için 5 Yorum Var

  1. Daha önceden Denemelerdeki Isırgan Aşk adlı öyküne yaptığım yorumdaki ana konunun temellerinden birisi de bu öyküne dayanıyor mesela.

    Heyecan içerisinde başlıyoruz; birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat.. meraklı meraklı ne olacak diye bakınıyoruz. Sonrasında artık fantezi unsurlarını fark etmeye başlıyor ve birden tamamen oraya yoğunlaşıyoruz. Kule artık sekizinci kattan ibaretmiş gibi duruyor gözümüzde. “Eee, kötü mü yani asıl amacın kulenin kendisi olduğunu da nereden çıkardın?” diyeceksiniz. Bende; evet bir bakıma haklısınız fakar bir bakıma da haksızsınız, diye cevap vereceğim. Nedenine gelince; kule ile ilgili ve orada olanlar ile ilgili bu kadar ayrıntıya girilmesi sonucunda çok daha fazla şey bekliyorsunuz ki sonunda olan düello ve nihayete ermesi ile bir an dumura uğramış şekilde bakıyorsunuz. “Ne oldu şimdi yahu?” demek istiyorsunuz.

    Sanırım bu da tek bölümlük bir hikaye? Eğer daha sonradan devamı gelecekse başlangıç için kanımca mükemmel bir kurgu oturtulmuş. Yazım tarzına, hikayenin akıcılığna diyeceğim yok zaten. Her zamanki gibi süpersin.

    Ellerine sağlık. 🙂

  2. Geçen ay olduğu gibi yine okuması keyifli bir “bölüm” olmuş. Hikaye demiyorum çünkü yazdıklarınız daha çok uzun anlatıların başlangıcı tadında oluyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu kötü oldukları manasına gelmiyor.

    Kulenin her katının ayrı ayrı betimlenmesi oldukça etkileyici. Her kata özenle bir anlam yüklemek kesinlikle Yine de baştaki yoğun bilgi yüklemesi insanı biraz yorabiliyor. Kulenin katları arasındaki yolculuğu biri kuleyi ilk defa ziyaret eden diğeri ise kule hakkında irfan sahibi olan iki kişinin arasında geçen bir diyalog olarak vermek daha uygun olurmuş kanımca. İlk kez ziyaret edenin gözünden kuleyi görmek, kapılardaki özel geçişlere birebir şahit olmak gibi mesela…

    Hikayenin devamı gelecek gibi… Gelmesini çok isterim. Özellikle de dokuzuncu katta inen iblisin sekizinci katta kavga edenler yüzünden ortaya çıkmadığı belli. Büyük ihtimalle kendini üst katlara taşıyan kötücül kitap yüzünden… Umarım eleştirilerimi mazur görürsünüz. Devamında buluşmak dileğiyle…

  3. Arkadaşlar bu çok değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Mit, verdiğin fikri beğendim. Magicalbronze, senin hikayelerim hakkındaki şikayetlerini yüzümdeki muzip bir gülümseme ile okuyorum. Senin öyküden çok roman okuru olduğunu düşünmekle beraber, eleştirilerine de hak vermiyor değilim. Buna naçizane birkaç savunma yapacağım; birincisi ve en önemlisi, zaten öyküyü uzattıkça uzattım, kelime sayısı fazla olunca, özellikle internet ortamındaki malum göz yorulması yüzünden okuyucuyu sıkabiliyor. (kısa keseyim gözünüzü yormayayım) İkinci sebep de sanıyorum ki öykü yazarken Edgar A. Poe’nun izinden gitmeye çalışıyorum; (ne kadar başatılı olduğum çok şüpheli de olsa) ben de hikayenin her şeyi anlatmaması gerektiğini, bunun yerine okuyucuya bir tutam “duygu” vermeye çalışması gerektiğini düşünüyorum; bu yüzden bazı havada kalmış gibi duran öykülerimin devamının gelmesi konusunda kaygılanmıyorum… galiba 🙂

    Bu kule öyküsünün bir bakıma devamı olabilir. Bu benim naçizane henüz yayınlanmamış bir fantastik konulu romanımın geçtiği bölgenin bir parçasıdır ve içindeki kişiler de o romanda yer bulan kişilerdir. Bir gün romanın devamını yazarsam İrfan Kulesi de orada olacak haliyle. Aslında forumda bu tip “Mavitaş Yöresi” hikâyelerimden var birkaç tane ve başkalarını da koyacağım zamanla.

  4. Bu hikaye benim en sevdiğim tarzda; bina betimlemesi ^^
    Binalar ve işlevleri benim için okuması/yazmazı fevkalade eğlenceli bir konu. Bir dünyaya ait mekanlar-insanlar şeklinde birbirinden ayrı görünen ancak bütünün parçaları olan öyküleri de okumayı ayrıca severim.

    Sonuç olarak sevdim, tebrikler.

  5. Çok çok beğendim. Öykünün açık seçik olması daha akıcı oluyor bence. Başta akicilik iyiyken sonlara doğru bir ‘apar topar toparlama’ hali olmuş ve akicilik bozulmuş. Yine de çok beğendim. Tam bir film konusu. Tebrikler.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *