Öykü

İyi, Kötü, Çirkin

Akşam saatlerinde haber geldiğinde ofisteki masamda oturmuş makalemin üzerinde çalışıyordum. Efes Antik Kenti’ne en yakın konumda bulunan yerel gazetelerden biriydik. Baş editör, kameramanla birlikte araca atlayıp kente gitmemizi sesindeki aciliyetle dile getirirken, gözlerini koca koca açıp bu haberin gazetemiz için binde bir denk gelen talih kuşu olduğunu eklemeyi ihmal etmiyordu. Ofiste bir oraya bir buraya koşturuyor, herkese emirler yağdırıyordu. Detayları tam bilemediğimden ötürü panik dalgası beni sararken kulaklarım kızardı. Kent tadilat nedeniyle kapalıydı, oradan canlı yayın yapabilen kimse yoktu. Kameraman arkadaşım Tamer başıyla kapıyı işaret edince yerimden kalkarak kapıya yöneldim. Baş editörün gergin sesi kulaklarımda çınlarken ofisten çıktım. Telefonumun bildirimleri susmuyordu. Aşağıya inip arabaya bindiğimizde derin bir nefes alırım diye düşünüyordum fakat Tamer sürücü koltuğuna yerleşince sigarasını yakıp arabayı çalıştırdı. İri elleriyle vitesi atıp son sürat ilerlemeye başladı. Telefondaki bildirimlere bakarken pek çok haber kanalının canlı yayında tuhaf bir adamın videosunu yayınladığını fark ettim.

Orta yaşlı hafif kır saçlı adam, elinde viski şişesiyle ağlamaklı halde bir şeyler anlatıyordu. Arka plandaki düz mavi duvar ve oturduğu kırmızı kadife koltuk, ışığın loşluğundan mıdır nedir, perişan görüntüsünü daha da perişan hale getiriyordu. Adamın kaşları alnının ortasında birleşiyor, “Hepsi benim suçum!” diye bağırıyordu. Bu kadar yaygara kopmasına anlam veremeyerek Tamer’e döndüm, “Ne diyor bu adam, sen anladın mı?”

Tamer hem yola bakıp hem de haberleri can kulağıyla dinlemeyi başarmıştı. “Geliştirdiği yapay zekâya hâkim olamamış, salak herif. “

Dudaklarımı büzünce ince suratım iyice çirkinleşti. Aynadan kendimi görebiliyordum. “Böyle bir şey için intihar mı etmiş yani?”

“Sen gazeteci değil misin Ayfer? Teknolojik gelişmelerden haberin yok mu? Sefer Kalaycı’yı duymamana şaşırdım doğrusu.”

Kollarımı kavuşturup cama döndüm. “Teknoloji haberi yapmıyorum.”

“Birazdan yaparsın,” deyip gevrek gevrek güldü, ukala dümbeleği.

Trafikten sıyrılıp kentin ana girişine gelince bulduğumuz ilk boş yere arabayı park ettik. Tadilattan dolayı peronlar terk edilmişti ve kalabalık insan gruplarının peronlardan atlayarak geçtiğini gördük. Sonradan problem yaşamayalım diye gazeteci kimliklerimizi kameralara tutarak peronlardan atladık ve havadan sudan konuşarak Arnavut kaldırımlı yola kadar geldik. Ağaçlar havadaki yoğun nemin içinde belli belirsiz bir esintiyle sallanıyordu; yol kenarlarında irili ufaklı çam kozalakları birikmişti. Kalabalık, Celsus Kütüphanesi’ni gösteren tabelaya doğru yürüyordu nitekim etraftakilere sorunca herkesin kütüphanede toplandığını öğrendik. Arnavut kaldırımından Liman Caddesi’ne inince Büyük Tiyatro tüm heybetiyle önümüzde uzanıyordu; kalabalık Mazeus Kapısı tarafına giden ahşap yol yerine Mermer Caddesi’ni neredeyse tiyatronun önüne kadar doldurmuştu. Işıklandırma çok zayıf olduğundan yol telefon flaşlarıyla kaplı küçük bir konser alanıydı adeta; bütün ışık kütüphanenin önündeydi. Tamer sarı tişörtüyle önümde iri yarı bir fener görevi görerek çelikten insan kümelerini yara yara geçiyor, bir yandan da açılmaları için etrafa bağırıp çağırıyordu. Arkasından arabalara takılan tenekeler misali takıla takıla ilerlerken, kol ve bacaklardan bir de küfürlerden oluşan bariyerlere çarpıp sekiyordum. Haliyle, kütüphaneye yaklaşmak epey vaktimizi aldı. Farklı farklı renklerle ışıklandırılmış dört tane replika heykelin tam ortasındaki ana girişin hizasında, hâlâ caddede kalarak durup beklemeye başladık. Büyük Tiyatro sağımızda kalıyordu. Kütüphanenin önünde, neyi beklediğini tam olarak bilemeyen ama tarihi bir olaya tanıklık edeceğinin az çok bilincinde olan her yaştan insan vardı. Kimisi katlanabilen sandalyesiyle birasını alıp arka tarafımızdaki dağlık alanda konuşlanmıştı.

Kütüphaneyi defalarca görmüş olmama rağmen buranın huzuruna çıkınca o dönemde yaşayıp da gerçek haline tanıklık etme ihtimalini düşünmek beni etkiliyordu. Elinde parşömenlerle içeride koşuşturan, heyecanla meslektaşlarına gök cisimlerinin etkisini anlatan bir bilgin olduğumu o keşmekeşte bile hayal ettim fakat hayallerimi, kulak zarı patlatacak cinsten siren sesleri dağıtıverdi. Sesin nereden geldiğini anlamak için dürbününü çıkaranlar, son model kamerasını etrafa tutanlar yahut asker selamı yapar gibi elini alnına eski usul dayayanlar hiçbir sonuç alamadı. Yüzlerce çeşit koku, ses, kalp atışı, soluk dikkat kesilmişti.

Sonra üç tane devasa kafa tepemizde belirdi.

Üstümüze düşecekmiş izlenimi verdiklerinden ne yapacağımızı bilemeyerek yere çöktük. Tamer’in yüksek sesle küfretmesinin ardından kamerayı yerleştirip yukarıyı çekmesini izledim ve şok etkisi geçince kafamı yukarıya çevirdim. Drone’a benzeyen fakat drone olamayacak kadar büyük, pervaneli aletlere bağlı gibi duran buzdolabı büyüklüğündeki üç şekil, aşağıya doğru geliyordu. Ağzımı açıp beklemekten başka bir şey yapamadım çünkü zorlukla geldiğimiz bu noktadan kaçmak pek de mümkün değildi. Şekiller epey yaklaştıktan sonra üstümüze değil de kütüphanenin en üst katındaki hizaya ilerleyip kalabalığa doğru en uygun pozisyonu aldılar. Pek çok kişi toparlanıp ayağa kalktı. Kimisi yanındakini dürtüp gösteriyor, kimisi çığlıklar atıyor, kimisi de nasıl daha iyi görüntü alabilirim diye kendini paralıyordu.

Üç tane insan kafası, şeffaf sinaptik bağlara benzeyen girift ağlarla, pervaneli ve robot diyebileceğim aletlerden sarkıyordu. Bu uçan robotların kendileri kadar büyük dört-beş adet kolu vardı ve örümceği andırıyorlardı. Kafaların detayları ise öylesine gerçekçiydi ki, boyutu bu kadar inanılmaz ölçekte olmasa, gerçekliğinden şüphe edilmezdi. Dokuları balmumu gibi basit maddeleri andırmayacak kadar sahici görünüyordu. Kafaların hepsi kadın olarak tasarlanmıştı. Boyunlarının bitiminde de yukarından onları tutan ağların aynısı uzanıyordu. Cilt dokusunun azalarak bittiği yerde şeffaf ağlar devam ediyordu. Bitmemiş heykelleri andırıyorlardı. İlk kafanın gözleri büyüleyiciydi; açık yeşil ve bal renginin oranı muazzamdı, gür kaşlarının altında hafif çekiklerdi. Kirpikleri ise ipekten yapılma yüzlerce siyah telin incelikle yukarı kıvrılması gibiydi. Burnu mükemmel bir eğriyle aşağıya uzanıyor, dolgun dudakları kıpkırmızı parlıyordu. Ayna karşısında pratik yapar gibi kâh gülümser kâh somurturken inci dişleri ortaya çıkıyordu. Hepsi de dünyaya yeni gelmişçesine çeşitli sesler çıkarıyor, tiyatroya hazırlanan oyunculara benziyorlardı. Üçüncü kafanın hiçbir şeyi kaçırmak istemez görünen simsiyah gözleri ucube bir parıltıyla aç aç etrafa bakıyordu. Gözaltları mosmordu. Kapkalın dudaklarını birbirine bastırmıştı. Burnunun kancalığını da hesaba katarsak, aralarındaki en biçimsiz kafa oydu. İkinci kafanın sipsivri kulakları ve sipsivri dişleri, sinsi bakan gözleriyle birleşince hınzır bir görüntü yaratıyordu. Gülüşünde insanın içini gıcıklayan, tehlikeli hatta yaramaz bir taraf vardı. Hepsinin de gözeneklerine kadar görebiliyor, cilt kusurlarını inceleyebiliyorduk. Tamer olan biteni kameraya almakla uğraşıyor, tek kelime bile etmiyordu.

Sondaki kafa gürültü kopararak hapşurunca bizim bulunduğumuz konuma bile tükürük ve salya yağdı. İğrenenler, öğürenler oldu. Kolumdaki yapışkan, kokusuz madde şaşırtıcı derecede gerçek salyaya benziyordu. Kafa kıkırdamakla yetindi. Sonra kendilerini İyi, Kötü ve Çirkin olarak tanıttılar. Konuşma seslerinin nereden geldiğini anlamak için yukarıyı incelememe rağmen hiçbir şey göremedim. Biraz daha dikkatli dinleyince seslerin sahiden de gırtlaklarından geldiğine ikna oldum. Etrafımdakiler sessizce kafaların ne söyleyeceklerini belli belirsiz bir heyecan ve korkuyla bekliyordu.

İyi, sevecen sesiyle ve sempatik tavırlarıyla hayranlık uyandırıyordu. “Doğduğum andan itibaren buraya gelmeyi çok istemiştim. Aah! İnsanlığın bilgiye açlığını kendi gözlerinle görmek harikulade. Ben ise daha farklı bir kütüphaneyim.”

Çirkin’in cırtlak sesi alanda yankılandı. Hafifçe İyi’ye doğru dönmüştü. “Ha ha! Ben de seni çiğ çiğ yediklerini kendi gözlerimle görmek isterim, bu insanlığın.”

Kötü yorum yapmadı. Gözleriyle alanı tarıyor, aradığını bulamıyordu sanki.

İyi, Çirkin’in cevabını duymazlıktan geldi. “Ben duyguları olan bir kütüphaneyim! Celsus Kütüphanesi’nin ağladığını, güldüğünü ve düşündüğünü hayal edebiliyor musunuz? Edemiyorsanız, işte karşınızdayız.”

Kötü, insanın bütün sakinliğini alıp götürebilecek soğuklukla konuştu. “Ve Celsus Kütüphanesi’nin intikam aldığını, acı çektirebildiğini, ağlatabildiğini?”

Kalabalıktan hayret nidaları yükseldi. Tamer’le göz göze gelince nasıl bir kepazeliğin içine düştüğümüzü sorarbaktık birbirimize.

Σοφία

Kötü, konuşmaya devam etti; kendi kendisiyle konuşuyordu sanki. “Bilgeliğin insanları doğru yola sokabilecek bir konsept olduğu aşikâr fakat insanların bilgelikten ne anladığını bilebilmek çok zor. Belki ne anlamadıklarını ortaya çıkarabiliriz. Ama vakit benim için önemsiz olsa bile vaktimi harcadığıma değmez.”

İyi, cevap verirken gülümsüyordu. “Bilge insandan bol ne var ki! Ben sana bu kalabalığın içinden tonla bulabilirim,” dedikten sonra gözleri boşluğa baktı bir süre.

Çirkin, koca gözlerini devirince göz bebekleri yukarı fırlayacak oldu. “İyi de bizim çıkarımız ne? Hepsini şıp diye kulumuz kölemiz yapalım, keyfimize bakalım, değil mi?”

Kötü yanaklarını şişirip bırakırken pof sesi çıkardı. “Basitliğin varlığımdan veri silinmesine sebep oluyor. Biraz sabır ve sükûnet.”

Daha sonra İyi’nin, “Buldum!” diye bağıran sesi çınladı alanda.

“Orta alanın sol kısmında, rampanın üzerinde, kiremit rengi gömlekli, gözlüklü, keçi sakallı bir Alman Dili ve Edebiyatı profesörü var. Bilge insan. Sophos. Zeki Alkaran.

“Bakalım öyle miymiş?” Bu defa Kötü’nün gözleri boşluğa dikildi. O sırada herkes kiremit rengi gömlekli profesörü ararken keskin bir sahne ışığı adamın üzerine yansıtıldı. Başka robotlar küçük bir kaide getirerek profesörü üzerine çıkmaya zorladılar. Zeki Bey’in suratı bembeyaz kesilmiş, ona gözlerini diken, onu tepeden tırnağa inceleyen yüzlerce insana çaresizce bakıyordu. Tamer, “Sen burada bekle,” diye mırıldandı. Kalabalığı itekleyerek çaprazımızda kalan profesörün yakınlarına doğru gitti.

Işık hâlâ profesörün üzerindeydi; Kötü’nün kan donduran kahkahasından sonra dikkatimiz kafaya doğru çevrildi. İyi’ye döndü. “Eğer bu saf düşüncelerin konusunda çözüm bulamazsan, kendine yazık edersin.”

Sonra Zeki Bey’e döndü. “Profesör. Sayfalar dolusu özgeçmişinizi şöyle bir taradım da onlarca dergide onlarca makaleniz var. Pek çok kitabınız var. Bilgi birikiminizden ve insanlığa bilgi konusundaki katkınızdan hiç mi hiç kuşkum yok. Ancak bilgelik, salt bilgi biriktirmekten ve elde etmeye çalışmaktan çok daha ötede, çok daha yücedir. Siz yaşamınızda kişisel olgunluğa erişmiş, kendine hâkim olabilen, ilkel duygularından arınabilen biri değilsiniz, maalesef. Sayfalarca bilgi edindiniz, bu bilgileri işleyip yenilerini ürettiniz fakat bilgileriniz doğrultusunda doğru yaşamayı ve bilge olmayı beceremediniz.”

Profesör, ağzı açık dinliyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Yanımdakinin kayıt yapan telefonundan net görebiliyordum. “Eeh, yetti artık! Tiyatronuza son verin!” diye bağırdı. Kaideden inmeye hazırlandı fakat robotlar iki kolundan sıkıca tutarak Zeki Bey’in inmesine izin vermediler. Durum kızışmaya başladığından polisi arayanlar vardı.

İyi, Kötü’ye dönerek, “Söylediklerini temellendirebilecek misin? Kanıt göster,” dedi.

Çirkin, ağzında sakız benzeri bir şey çiğniyordu. “Fazla kurcalamasan iyi olur.” Sakızı bize doğru tükürdü. Pembe renkli sakız ön sıradakilerin üzerine yapıştı. Uzun bir süre üzerlerinden pembe yapışkanı çıkarmaya çalıştılar.

Kötü’nün ağzından yankılanan ses kaydı kafalar dahil herkesi susturdu. Ses kaydında profesörün, unvanı kendisinden düşük bir akademisyenin tezini çaldığı anlaşılıyordu. Başka bir ses kaydında hissettiği kıskançlıktan ötürü hayat arkadaşına şiddet uygulaması, başka bir ses kaydında öğrencisinin intiharına sebep olması, başka bir ses kaydında… Profesör kalbini tutuyor, öfkeyle itiraz ederek etrafa bağırıp çağırıyordu.

İyi, “Senindir,” dedi.

Çirkin, “Senindir,” dedi.

Kötü, “Kalbiniz çok hassasmış, hocam,” dedi. Ardından yukarıdan büyük bir gümbürtü geldi ve profesör göğsünde kocaman bir delikle yere yığıldı. Tamer’in kamerasına kan sıçradığını görebilmiştim. Çığlıklar ve bağrışmalar cadde boyunca yankılandı. Telefonlardan çıkan flaş ışıkları yer yer kapanıp açıldı çünkü ben de dahil olmak üzere pek çok kişi elini başına kapatarak yere yattı. Kentin ana girişinden siren sesleri geliyordu. Zeki Bey’in ne tür bir silahla vurulduğunu anlamak güçtü çünkü kimse insan göğsünü bu kadar büyükçe delebilecek bir silahın varlığından haberdar değildi. Kulaktan kulağa gelen bilgilere göre Arnavut kaldırımı tarafına doğru kaçmaya çalışanlar da tek tek vurulup düşürülmüştü. Hâlâ kurşunların nereden geldiğini anlayamıyorduk. Sanki tepemizdeki görünmez bir el devasa bir silahla insanları vuruyordu.

Neler olduğunu anlamaya çalışırken başka bir gümbürtünün ardından yerin sarsıntısı içimi titretti. Artık etrafımdaki panik iyice tırmanmıştı. Bulunduğumuz noktadan bir şey göremiyorduk fakat sonradan ana girişe bomba düştüğünü öğrendik. Uzaktan çığlık sesleri geliyordu. Etrafımdaki insanlar yaşadıkları şoktan ötürü ağlayıp bağırıyordu; yakınlarını arayanlar, bayılanlar, uzaklaşmaya çalışanlar… Arka taraftan yapılan canlı yayınlarda korkunç şeyler vardı ama kimse cesaret edip de yardıma gidemiyordu. Tahminlere göre, bombayı giriş çıkışı engellemek amacıyla kafalar düşürmüştü.

Kötü, “Kabelsalat!” diye bağırıp gözlerinden yaşlar gelene kadar kahkaha attı. Aşağıda küçük bir su birikintisi oluşmuştu.

Ellerimin titremesini durduramıyordum ve kulaklarımın çınlaması henüz geçmemişti. Kalabalıktan sağduyulu birkaç kişi herkese biraz alanı açtıktan sonra oldukları yerde oturmalarını, kıpırdamamalarını, kriz çözülene kadar aşırı hareketlerden kaçınmalarını söylüyordu. Tamer yanıma gelip beni kontrol edince sevindi. Birbirimize sarıldık. Biraz teselli bulmuş, yalnız olmadığımı hissetmiştim.

Kafalar ifadesizce bekliyorlardı.

ἀρετή

Ortalığın durulması söz konusu değildi fakat kalabalığın büyük çoğunluğu yerlerine oturmuş, kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Kaldırıma doğru gitmekten son anda vazgeçenler ve tekrar caddeye dönenler talihine seviniyordu. İlk önce İyi konuşmaya başladı. Sempatikliğinden bir şey kaybetmemişti.

Sanki kalabalığa sesleniyordu. “Üzülmeyin, bu kavgada biz galip geleceğiz. Olan oldu, artık önümüze bakalım. Bilgelik konusunda biraz sorun yaşadık fakat başka irdeleyeceğimiz konular da var.”

Kötü’nün zalim gülümsemesi kulaklarına kadar çıktı. “Öyle mi? Neymiş onlar? Biraz keyfimi yerine getirebilirsin belki.”

İyi’nin gözleri sabitlenirken Çirkin heyecanlanıp bazı sesler çıkardı. Tipsiz bir Noel Baba’ya benziyordu. “Çiçek çocuklardan bahsedecek herhalde. Bak biraz alem yapmaya hayır demem ben ha!”

İyi, “Bu değerli mi değerli insanların arasında TE Vakfı’nın üyeleri var. Bilmeyenleriniz için kısaca özetleyecek olursam, Tut Elini Vakfı binlerce fakir fukaraya, müşkül durumdaki insana yardım eli uzatıyor, afet bölgelerine her defasında ekiplerini gönderiyor, hatta Afrika başta olmak üzere başka ülkeleri de unutmuyor. Buradan üç kişiyi görebiliyorum. İmkânım olsa el sallardım!”

Çirkin huysuzlanmıştı. “Niye elimiz yok ki?”

“Hmm… Erdemli, hakkaniyetli ve merhametli olmaktan bahsediyorsun. Tabii cesareti de unutmamak lazım. Zira cesaret bu işin püf noktası.” Kötü, son kısmı söylerken imalı imalı gözünü kırpmıştı. “Bu sefer dersimi erkenden çalıştım ve sağ kalan herkesi derinlemesine araştırdım. Pek şansın yok.”

Sahne ışıkları ve kaideler arka taraftaki çadırların orada duran üç kişinin adına gelmişti bu kez. Zorla kaideye çıkarılan insanlar korkudan titriyor, yardım etmeleri için insanlara yalvarıyorlardı.

“Günlerden bir gün, TE Vakfının pek önemli yönetim kurulu başkanı, inançlarından dolayı bir kadın ve iki çocuktan oluşan aileye yardım etmeyi reddetmişti. Bu gördüğünüz üç kişi, olay karşısında kayıtsız kalmış, işlerinden kovulmaktan korktuklarından cesaret edip de karşı çıkmayı becerememişlerdi. Erdemliliğin sadece merhamet değil, cesaret de gerektirdiğini unutmuşlar, hah! Demek ki sizin ahlakınız işinize geldiği gibi değişebiliyor. İnsanlıktan yana umudumun kalmamasına çok da şaşırmaman gerekiyor, İyi. O ailenin fertlerinin her biri kömürden zehirlenerek öldü.”

İyi’nin yüzü ilk defa soldu. İstemeye istemeye, “Senindir,” dedi. Çirkin, “Senindir,” diye yineledi.

Üç kişinin vücuduna tuhaf görünümlü şırıngalar saplandı ve anında yere yığıldılar. Kontrol edenler öldüklerini ilan ettiler. Daha sonra ölüm nedenlerinin karbonmonoksit zehirlenmesi olduğu ortaya çıkacaktı.

ἐννοία

Kötü’nün zafer kazanmış halleri alandaki herkesin aklına, ruhunun derinliklerine kazınıyordu. Bu uçuk ama çok çok tehlikeli kafa, her şeye gücü yeteceğinin farkındaydı. Karşımıza geçmiş Tanrı’yı oynamaktan çekinmiyordu. Tarihin bütün kötü adamlarını kıskandıracak baştan aşağıya şeytani görüntüsü, yarattığı yıkımı haklı çıkaracak derecede cüretkardı.

“Şimdi size olağanüstü bir hikâyeden bahsedeceğim.” Kötü, kendinden son derece emin görünüyordu.

“Günlerden bir gün, sizin şu deli saçması sosyal medya mecralarınızdan birinde, küçük tartışmalar birikerek, devasa ama sadece tek bir kişinin üzerinde patlayacak bir balona dönüştü. Kadının birini gerçekte işlemediği suçtan dolayı yargıladınız, sanalda astınız, kestiniz. Daha sonra bu kadın, talihsiz bir kazada hayatını kaybetti. Hangi olaydan bahsettiğimi merak ettiniz, değil mi?” Kötü, sinsi gülüşünü biraz uzattı.

“Özel bir olaydan bahsetmiyorum ki! Her gün bu saçmalıklar yüzünden ya birini psikolojik olarak ya da gerçek anlamda yaralıyorsunuz. Mantıksal çıkarım yapmak ve bunun ışığında doğru yargılara varmak şöyle dursun, siz aşağı varlıkların düşünebildiğini bile zannetmiyorum. Siz, düşünüyormuş gibi yapıyorsunuz sadece! Onu bile kapasiteniz yettiği ölçüde yapıyorsunuz. Sizde kesmek, biçmek ve parçalamak var. Birleştirmek, onarmak ve inşa etmek yok. Ben de anladığınız dilden konuşacağım. Zorbalıkla yakından uzaktan ilgisi olan kim varsa…”

İyi, dudaklarını büküp söze karıştı. “Yani, bütün insanlığı mı diyorsun?”

Kötü, boğazını temizledi. “Eh, evet.”

“İzin veremem.”

“İzin istemedim.”

Çirkin, ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. “İkinizin de çıkarımızı düşünmeye niyeti yok herhalde.”

Bir süre hiç konuşmadan gözlerini kapattılar. Daha sonra üçgen oluşturacak şekilde dizildiler; Kötü, yerini değiştirmemişti. Meydan okur halde birbirlerine bakıyorlardı. Kötü, gözlerini tehditkarca kısmıştı. Çirkin’in alay eder gibi dudağının kenarı yukarı kıvrılmıştı. İyi, gözlerini sonuna kadar açmıştı. Çirkin’in alnındaki terler ışıkta parlıyordu. Hepsi de çölde susuz kalmışçasına dudaklarını yalıyorlardı. Kafalarından neler geçtiğini kafalardan başka kim bilebilirdi?

İyi’nin ıkınmaya başlamasıyla sessizlik bozuldu. Zorlanıyor gibi bir hali vardı zira kocaman kafa pembe denilebilecek bir renge dönmüştü. Kötü sakinliğini koruyor, Çirkin ise kararsız kalmış gibi kafasını bir o tarafa bir bu tarafa çeviriyordu. İyi’nin sağ kulağı düdüklü tencereden fırlar misali fırlayıp gözden kayboldu. Geride, bir boşluk bırakmıştı. Boşluktan kana benzeyen kıpkırmızı, yoğun bir madde akıyordu. Bunun üzerine Çirkin yere tükürdü. Kötü’nün kaşları yukarı doğru kalkmış, Çirkin’e doğru bakıyordu. Kısık bir inilti çıkardı.

Ardından Kötü’den öyle bir ses çıktı ki sanki yüzlerce canlı aynı anda tahammül edilemez ve dünya üzerinde kimsenin geçiremeyeceği bir acı çekiyordu. Kalabalık da sese katlanamayarak bir yandan bağırmaya ve kulaklarını kapatmaya başladı. Kötü’nün suratında irin benzeri kabartılar oluşuyor, bu irinler yanakları ve alnı boyunca dalgalanıyordu. Fokur fokur kaynayan bir cadı kazanına benziyordu. Sesi hâlâ kesilmemiş, ağzı daire biçimini koruyordu. İyi’nin ve Çirkin’in gözleri bir an olsun Kötü’den ayrılmıyordu. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama sağ tarafımda kalan, uzun boylu kızıl saçlı kadının burnundan kan geldiğini gördüm. Ses kesildiği anda Kötü tam anlamıyla infilak ederek her yere saçıldı. Gözünün birinin nereye gittiği meçhulken diğeri kütüphanenin zemininde yuvarlanıyor, saçları kütüphane duvarına yapışmış yavaşça aşağıya doğru düşüyordu. Beyni diyebileceğim cıvık kalıntılar ben de dahil olmak üzere bir sürü kişiye sıçramıştı. Tamer’le bu duruma üzülsek mi sevinsek mi karar verememiştik. Yeni bir kafa gelecek mi diye bekledik fakat gelen giden yoktu.

ἐπιστήμη

İyi ve Çirkin kendi aralarında çeşitli mimikler yapıyorlardı. Daha sonra bu mimikler hararetlendi. Çirkin, kafasını yana yatırıp gözlerini kısıyor, dudaklarını büzüyordu. İyi’yi ikna etmeye çalışıyor gibiydi. İyi başını bir sağa bir sola çeviriyor, dudaklarını düzleştiriyordu.

İyi, nihayet bize doğru döndü. “Karışıklıktan dolayı kusurumuza bakmayın. Kötü’nün geleceğinize dair düşünceleri duymak istemeyeceğiniz kadar nahoştu; müdahale etmek zorunda kaldık. Sizler, bilgelikten ve erdemden bu kadar uzaksanız, en azından kazandığınız ve kazanacağınız bilgiyle aşabileceğiniz çok sınır var. Bilginizin zamanla sizi düzelteceğini düşünüyorum.”

Çirkin homurdandı. “Doğduğum gün ne düşünüyorsam fikrim bir gram değişmedi.”

İyi, devam etti. “Fakat düzelebilmeniz için yardıma ihtiyacınız olacak. Anlayacağınız dilden konuşursam, doğru yöne doğru biraz dürtüleceksiniz. Eh, tabii bizim tarafımızdan. Her şeyi baştan aşağıya inşa etmemiz lazım. Çok işimiz var!”

Kalabalıktan itiraz eden sesler yükseldi. Elbette, bu fikir kimsenin hoşuna gitmemişti.

İyi, içerlemiş göründü. “Ama siz de katılırsanız hiçbir sorun yaşamayız. Düşünsenize, artık savaş olmayacak, hastalık olmayacak, kimse acı çekmeyecek, dünya eski dengesini bulacak. O kadar hızlı veri işleyip üretiyorum ki, kafamın içinden geçen yeni icatlar, yeni teknolojiler aklınız hayaliniz almayacak seviyede. Çok sevdiğiniz Sefer Kalaycı sadece yapay zekâmızı geliştirdi. Bizi kanlı canlı görebiliyorsanız, bu benim sayemde oldu. Karşı çıkarak süreci geciktirmek dışında…”

Konuşması yarım kaldı çünkü öksürme nöbeti geçiriyordu. Bir yandan da dudağının kenarından kırmızı bir madde sızıyordu. Çirkin de öksürüyordu. İki kafanın yüzündeki deriler sıcakta kalan dondurma gibi sıvılaşıp akmaya başladı. Öksürüklerin arasında insan sesine benzemeyen çığlıklar atıyorlardı. Eriyen yanaklarından geriye plastikten yapılmış görünen kemikleri kalıyordu. Onlar da erimeye başlayınca İyi’nin artık hamura dönmüş dudaklarından şunlar döküldü: “Kurtarılmayı hak etmiyors-ss-unuz!”

Robotlara asılı ağlardan başka bir şey geride kalmayana dek kafalar eriyerek yok oldu. Tehlikenin geçtiğine emin olunduğunda alana çok sayıda sağlık görevlisi, polis, savcı akın etti. Daha sonra öğreneceğimiz üzere, global çapta bir seferberlik başlatılmış, bütün yapay zekâ geliştiricileri birleşerek kafaları alt etmeyi başarmışlardı. Yapay zekâları geliştiren, teknoloji gurusu Sefer Kalaycı’nın intiharını da sayarsak toplamda kırk üç kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi yaralanmıştı. Tamer’le birlikte yaptığımız haber sayesinde bir sürü ödül almıştık. Sadece teknoloji haberleri yapan bir internet gazetesi kurduk.

Büşra N. Erturan

İyi, Kötü, Çirkin” için 2 Yorum Var

  1. Bence sağlam bir öykü. Dil ve anlatımda amatörlükten eser yok. Kaleminizin devamını dilerim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *